Jin Dergi
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast
No Result
View All Result
Jin Dergi
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast
No Result
View All Result
Jin Dergi
No Result
View All Result

Yüzleşme İmkânı ve Ölçüye Sığmayan Suçlar

sevilay Çelenk sevilay Çelenk
21 Aralık 2025
Yazı
0
Yüzleşme İmkânı ve Ölçüye Sığmayan Suçlar
0
SHARES
48
VIEWS
Facebook İle PaylaşTwitter İle Paylaş

“Celladın evinde” diyor Theodor Adorno, “ipten bahsetmemeli yoksa kin beslediğin sanılır”. Söz konusu ifade, amacı bu olmasa da yüzleşme meselesine kafa yorarken, üzerine düşünmeye değer bir şerh koyuyor ortaya.

Toplumların maruz kaldığı kitlesel şiddete veya ağır hak ihlalleri yüküne hukuk, siyaset ve toplumbilimleri alanında yanıt üretmeye çalışan geçiş dönemi adaleti (transitional justice) literatürü, politik bağlamda yüzleşme olgusuna, 20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren önemli bir yer açmıştır. Bu yer açmanın Adorno’nun yukarıdaki ifadesinde dışa vurulan türden şerhleri de gündeme getirmesi kaçınılmaz. Nitekim TBMM bünyesinde kurulan ve “çözüm süreci komisyonu” olarak tarif etmeyi tercih edeceğim komisyonda, haftalar boyu süren dinlemelerle birlikte tekrar tekrar gündemimize gelen bir konu oldu bu.

Kürt sorununda onurlu ve adil barış ihtimalinin “yüzleşme” meselesini tartışmaya açması kaçınılmazdı tabii. Fakat en başından, yüzleşme gerekliliğinin sorunun bütün tarafları tarafından netlikle savunulduğunu da söylemek güç. Çözüm süreci bağlamında yüzleşmenin nasıl olması gerektiği kadar, illaki gerekip gerekmediği de farklı perspektiflerden tartışılabiliyor. Yüzleşme geçmiş travmaları, kitlesel şiddeti ve sistematik insan hakları ihlallerini en uygun ve çözüm odaklı biçimde ele almanın ilkelerini, yollarını ve araçlarını düşünmeyi ve gerektiğinde üretmeyi de içeren karmaşık bir olgu olduğu ölçüde bu tartışmalar da sürecektir.

Adorno’nun ifadesine yeniden dönecek olursak, “Celladın evi” ifadesi bu bağlamda epeyce provokatif. Adorno’nun, “Geçmişin İşlenmesi Ne Demektir?” başlıklı, sonradan yayınlanmış olan bir konuşmasında geçiyor bu ifade. Sözlerinin devamından da anlaşıldığı üzere Adorno bunu, geçmişten kurtulmak isteyen ya da onun gölgesinde yaşamanın imkânsız olduğunu hissedenleri ve bir oldu bittiye getirerek geçmişi kapatmak isteyenleri ima eden ve bir ölçüde ironik bir öneri olarak koyuyor ortaya.

Ben yine de bu provokatif ifadenin başka türlü de yeniden düşünülmesi gereken yönler barındırdığını düşünüyorum. Yüzleşmek, geçmişin ciddi biçimde enine boyuna ele alınması ve yaşananların yerli yerine oturması bakımından muhakkak gerekiyor mu? Bu soruyu daha dikkatle düşünmek lazım sanırım. Geleceği geçiş dönemi adaleti mekanizmaları çerçevesinde yeniden kurmada hakikat komisyonlarına ve yüzleşmeye yer açmak bir yandan çok hayati fakat bir yandan da bilhassa yüzleşmesi, kendi payını ve sorumluluğunu üstlenmesi, diğer bir deyişle “yükünü hafifletmesi” (ki bu suçunu kabul etmeyi ve bağışlanma talebini de içerebilir) hep kişilerin etraflıca bilme şansına erişmesine dayandırılır. Sanki bilmedikleri için mağdurun ya da muhatabın hakkını teslim ve adaletini tesis etmiyor gibidirler. Oysa Slavoj Žižek, İdeolojinin Yüce Nesnesi adlı eserinde ideolojinin tam da bilmeden yapmak değil hem bilmek hem yine de yapmakla ilişkili olduğunu söyleyeli çok oldu. O yüzden ağır, aşırı ve ölçüye sığmaz zulüm pratiklerinin ve bunun yarattığı travmanın tekrar takrar anlatılması, anlatılanın zaten biliniyor olmasının yarattığı kayıtsızlıktan başka bir şeye tekabül etmeyebilir ve başka herhangi bir duyarlılığa kapı aralayamayabilir.

Adorno ile birlikte düşünmeye devam edersek, şunu da kavrayabiliriz:

“İşlenen suçun ölçülere sığmaması, onu haklı çıkarmaya bile yarıyor. Üşengeç, gevşek bir bilinç, kurbanlar herhangi bir neden yaratmamış olsalardı, böyle bir şey olmazdı zaten, diyerek kendini avutmakta ve bu belirsiz ‘herhangi bir’ de sonra isteğe göre dallanıp budaklanmakta. Göz kamaşmasının yarattığı körleşme, son derece kurgusal bir suç ile son derece gerçek bir ceza arasındaki canhıraş dengesizliğe hiç aldırmıyor.”

İşte böyle. Bu kısa yazıda anlatabileceğim sadece bu olabilir. Yüzleşme ısrarıyla ilgili olarak da genel kabulün ötesine geçerek düşünülmesi gereken momentler söz konusudur. Yükün paylaşılamazlığı, devredilemezliği ve utancın bu anlamda taraf değiştiremezliği belki de kabullenilmelidir. Belki de suç ve travma olanca ağırlığıyla ortada dururken ve orada durmasından başka çare olmadığı kabul görürken de adalet mekanizmaları işletilebilir. Bunu da dikkate almak gerekir. Haklı bulunmak değil, hak ihlallerine bir daha izin vermemek öncelenebilir.

Bu elbette haklı bulunmadan hak ihlalleri nasıl engellenebilir sorusunu da kaçınılmaz olarak gündeme getirecektir. Geçiş dönemi adaleti kapsamında hakikat komisyonları, mahkemeler ve diğer bütün yollarla geçmişin hakikatine doğru gerçekleştirilen arkeolojik kazı zalimin bilincine değil tarihin tanıklığına kayıt düşmeyi esas mevzu olarak gündemine alabilir. Zira travmatik geçmişin ve ölçüye sığmayan suçun (güya) anlamadan, anlaşılmadan da suç ortağının kalbini yumuşatmadan da adalet talebine konu edilebilmesi gerekir. Adalet tesisi zalimin anlayışına terk edilmeyecek kadar mühim bir meseledir. Üstelik zalim de çoğu kez zaten anlamadığı veya bilmediği için değil bile isteye zulmettiği ya da gerçekten bilmeye ve anlamaya ihtiyaç duymadığı için zalimdir.

Üzerinde durulması gereken nokta da bilmemenin ya da inkâr etmenin değil, bilmezden gelmenin baskın davranış olma ihtimalidir. İnkardan daha konforlu olduğu da açık olan bilmezden gelme… Sloven Filozof Alenka Zupančič, Biliyorum ama yine de… başlıklı eserinde bilmezden gelme kavramının günümüzün genel toplumsal zihniyetini, inkardan çok daha isabetli biçimde tarif ettiğini söyler. Yazara göre gerçekliğin sarsıcı boyutlarıyla yüzleşmekten kaçınmayı tarif etmek için tercih edilen “inkâr” terimi yerine “bilmezden gelme” daha açıklayıcıdır.

Ekim 2024’te Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin grubunda yaptığı çağrıyla başladığı kabul gören yeni süreç, yüzleşme konusunu özellikle TBMM’de kurulan ve siyasi partilerin biri hariç tümünün katılımıyla bugüne dek sürdürülen Komisyonla birlikte yeniden düşünülmesi gereken bir konu olarak önümüze getirdi. Komisyon haftalar boyunca Kürt Sorunu çerçevesinde ağır mağduriyet yaşamış kesimler kadar, on yıllara yayılmış güçlü bir mücadeleyi de sürdüren sivil ya da kurumsal aktörleri dinledi. Cumartesi Anneleri, Barış Anneleri, Barış Akademisyenleri ve daha nice aktör, isim ya da kurum dinlendi. Bu dinlemeler beyaz Toroslardan köy yakmalara ve ölçüye sığmaz şiddet uygulamalarına kadar yüzleşilmesi gerektiği düşünülen birçok konuyu da Komisyon önünde anlatmayı getirdi. Aynı günlerde bu “anlatılar” da bir dirençle karşılaştı. Bunun barış dili olmadığı, barışa hizmet etmediği söylendi. İtirazların altında bu dilin intikamcı bir dil olduğu iması da seziliyordu. Fakat burada dikkat çekici olan esas şey şiddet anlatısını işitmesi beklenen komisyon üyelerinin bu bağlamda geçmişi “bilmeye” de “bilmezden gelmeye” de ihtiyaç duymuyor görünmesiydi. Çözüme karar verilmişti, tarihin o anına yeniden gelinmişti, geçmişte ne yaşandıysa yaşanmıştı… Kısacası açığa vurulan itiraz bütün bu yaşananlar bugün ve bu şekilde konuşulmadan da atılması gereken adımların atılabileceğini varsayıyor gibiydi. Burada sadece iktidar ortaklarının meseleyi “Terörsüz Türkiye” olarak koymuş olmasını aşan bir şey vardı. Sanki yeni bir infaz düzenlemesine de anadilde eğitime ya da eşit yurttaşlığa ilişkin Anayasal düzenlemelere de gidebilmek için bilmeye gerek yoktu. Bunu Kürdün tarihsel travmasını ve maruz kaldığı şiddet uygulamalarını zaten gayet iyi biliyor olduklarının ifadesi olarak görmek de mümkün.

Kısa bir yazının sınırları içinde zaten etraflıca tartışmaktan çok sadece yüzleşme imkanına dair birkaç soruyu not düşebileceğimi bilerek hem yüzleşme hem hakikat komisyonlarının sınırlılığı üzerine ABD’li Hukuk Profesörü Martha Minnow’un İntikam ve Affetme Arasında: Soykırım ve Kitlesel Şiddet Sonrasında Tarihle Yüzleşmek başlıklı eserindeki bir cümlesine yer vereceğim. “Ancak, hiçbir tarihsel anlatı olayların tüm gerçeğini tam olarak kavrayamadığı gibi, bir komisyon raporu da sınırlı olacaktır. Bir komisyon, zararların kamuoyunca kabul edilmesini sağlamak için ‘kamuoyunun’ temsilcisi olarak hizmet edebilir, ya da bunun yerine marjinal, önemsiz veya temsil edici olmayan bir kurum olarak görülebilir.” Bunun böyle olduğunu gerçekten de inkâr edemeyiz.

Yüzleşme üzerine düşünmeye ya da yazmaya çalışırken Hrant Dink’i hatırlamamak mümkün değil. Hele de 19 Ocak yaklaşıyorsa… Masanın başına geçtiğimde, yüzleşme meselesi üzerine fazlasıyla kafa yormuş, bu konunun toplumsal barış alanına çatışma ve provokasyondan en uzak bir dille dahil olabilmesi için canını ortaya koymuş olan Hrant Dink’i anmayı düşünmemiştim doğrusu. Fakat birçok şey, yüzleşme düşüncesiyle birlikte Hrant’ın sözlerini de kulağımıza getiriyor. Suriye’de yaşanan gelişmeler sonrası yeni dengelerin kuruluş sürecinin bütün tehlike, tehdit ve risklerinin fazlasıyla Türkiye ile de ilişkili olması ve Ortadoğu’da bitmeyen savaş, Gazze’deki yaşanan soykırım ve önemli ölçüde bu konjonktürle ilişkili olarak gündeme gelen İmralı açılımı ve tabii adı konmayan hatta süreç bile denmeyen bir barış sürecini düşününce akla Hrant Dink geliyor. Hrant yaşasaydı bu sürece nasıl yaklaşırdı diye düşünmeden edemiyor insan.

Bir yazısında tam da şunları söylüyor Hrant ve öylesine bugünlere ilişkinmiş gibi duruyor ki söyledikleri… İnsan özellikle barış talebinin iktidar cenahında “Terörsüz Türkiye” söylemi çerçevesinde ele alındığını düşündüğünde, ister istemez tedirgin de oluyor: “Son derece yıkıcı ve çatışmacı bir dille konuşuyoruz. Çatışma kültürünün lügatiyle barış üretmeye çalışıyoruz. Bu üslupla asla başaramayız. Birinci ödevimiz bu çatışmacı dilden uzaklaşmak olmalı. Şu muhakkak ki bize Türkçeden de önce, Kürtçeden de önce, bir barış dili gerekiyor. Bu dile kavuşabilmemiz içinse oturup bebeler gibi ders çalışmak hepimizin ev ödevi sayılmalı” diyor.

Tedirginliği gidermenin bir yolu da yüzleşmeyi barışmanın önündeki kıymetli yollardan, katedilmesi gereken yollardan biri olarak görmek. Ama barışmanın önüne de bir şart gibi koymamak, o yolu -yol yordamıyla- birlikte yürümekte kararlı olmak. Başka yolu yok.

Etiketler: Anayasal DüzenlemelerBarışGeçiş Dönemi AdaletiGelecekSayı 147yüzleşme
Önceki İçerik

Dünyada Kadın Mücadelesi

Sonraki İçerik

Katliamların Gölgesinde Yeşeren Barış Umudu

Sonraki İçerik
Çizer: Bartu

Ölüler Adına Konuşulabilir Mi? Irkçılık, Soykırım, Özür ve Bağışlama…[1]

Bir yanıt yazın Yanıtı iptal et

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

  • Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast

© 2024 Jindergi. Tüm hakları saklıdır.

Welcome Back!

Login to your account below

Forgotten Password?

Retrieve your password

Please enter your username or email address to reset your password.

Log In

Add New Playlist

No Result
View All Result
  • Yazarlar
    • Yazarlar
    • Konuk Yazarlar
  • Söyleşi
  • Portre
  • Çeviri
  • Jineolojî
  • Ekoloji
  • Kültür-Sanat
  • Dosya
  • Sayılar
  • Podcast

© 2024 Jindergi. Tüm hakları saklıdır.