Türkiye, çocuklara yönelik artan şiddet nedeniyle de giderek daha karamsar bir tablo çiziyor. Bunun arkasında antidemokratik ve tekçi siyasi sistem, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, insan ve doğa odaklı olmayan yönetim anlayışı, küçük bir grubun çıkarına odaklanan ekonomi politikaları ve adaletin yerle yeksan olması yatıyor. Bu koşulların ortak paydası, toplumsal çatışmayı besleyen bir düzenin sürdürülmesidir. Eşitsizliği merkezine alan bu anlayış, çocukların çocukluklarını yaşamasını engelliyor; çocukları derin bir kriz haline sürüklüyor
Bir önceki yazıda, dünya deneyimlerinden yola çıkarak barış süreçlerinde çocukların katılımının önemine değinmiştim. Tüm deneyimlerin ortaklaştığı hususlardan biri, çatışma halinin sonlanmasının tek başına yeterli olmadığıdır. Kalıcı bir çözüm için siyasi ve yapısal değişim şart ve bu, toplumun tüm kesimlerini kapsayan bütüncül bir yaklaşımla mümkündür. Türkiye bağlamında, özellikle Kürdistan’da çocukların yüz yüze kaldığı yaşam hakkı ihlalleri; buna karşılık, ülke genelinde yaşanan derin yoksulluk, eşitsizlik ve insanı öncelemeyen devlet politikaları iç içe geçmiş derin bir kriz tablosu söz konusudur. Dolayısıyla, bu yazıda bu tabloyu barış arayışı ile ilişkilendirerek çözüm için bu yapısal krizlere odaklanan bir çerçeve çizmeyi hedefliyorum.
Bu aralar, bir yandan süreç tartışmalarını takip etmeye çalışırken, bir yandan da Serdar Korucu’nun yeni çıkan Bu Yas Bitmez kitabını okuyorum. 2015–2016 yıllarında Kürdistan’da yaşananların anlatımları olan bu kitap, bir dolaysız hafıza çalışması niteliğinde. Bir kenara atılan, yaygın tabirle akamete uğratılan ‘süreç’ sonrası yakınlarını kaybedenlerin her birinin beni duraklatan sözlerini okuyorum. Serdar Korucu, bu kitap vesilesiyle verdiği, denk geldiğim bir röportajında, yasın barış gelmeden bitmeyeceğini söylüyor. Gücünü aldığı onarıcılık ve benzerinin tekrarlanmayacağı hali ile barış ortamının, tutulan yasları sonlandırdığı günleri hayal ediyorum.
Hayal kurarken, dalmışken mümkün geleceğe, 12 yaşındaki Eyüp Can’ın sabah saat 4’te çalışırken öldürülmesi haberleriyle uyandırılıyorum.
Her şeyin bozulmuş bir dengede olduğuna inanıyorum. İnsanın insana eşitliği, insanın doğa ve diğer canlılar karşısındaki üstünlüğünün olmaması gibi temel dengeler yok edildi. Eşitsizlik, çatışmayı normalleştiren anlayış ve güçlü ile güçsüz ayrımının yarattığı vahşet, yaşadığımız kaosun ana nedeni. Eyüp Can gibi çocukların ölümü, bu düzenin/düzensizliğin doğrudan sonucu ve adaletin olmadığı, yaşamın değer görmediği bir sistemin sonucudur.
Toplumsal travmaların gündelik yaşama, ilişkilere ve siyasete nasıl yansıdığını anlamak psikoloji ve sosyolojinin inceleme alanıdır. Ancak bu travmaların bireysel hafızalarda nasıl tetiklendiğini, Eyüp için duyduğum üzüntüden bir kez daha hissediyorum. Çünkü aklıma hemen, 12 yaşında Lice’de hayvan otlatırken havan topuyla bedeni parçalanan Ceylan geliyor. Kocaman gözleriyle, ardından kalan tek kare fotoğrafla yaşama imkânı bulamamış Ceylan.
Hazır, sorunların daha sağduyulu, daha insani, daha hakça konuşulma umudunun olduğu bir atmosferdeyiz ya, diyorum ki, gelin Ceylan’ın bir Kürt çocuk olduğu için öldürülmesi ile Eyüp Can’ın öldürülmesi arasındaki bağı irdeleyelim. Serdar Korucu’nun tabiriyle yas belki bu durumda hafifler ya da belli mi olur, biter. Çocuklar ölmez belki kimlikleri yüzünden, çalıştırılmazlar ve ölmezler belki yoksulluklarından.
Hakikaten bağı var mıdır Eyüp ve Ceylan’ın? Aynen de öyledir ve bu ülkedeki sorunların tümü, yolun başında, ortasında ya da sonunda Kürt sorunuyla yüz yüze getirir bizi. Yıllarca inkâr edilen, etrafından dolanılan, bastırılmaya çalışılan gerçek bu. Bu ülkenin temel meseleleri başından beri dönüp dolaşıp Kürt halkının eşitlik ve özgürlük taleplerine çarpar. Çarpar, çünkü bu aynı zamanda demokrasi ve özgürlükler sorunudur. Bu gerçekten kaçmak, maalesef ülkedeki adalet olgusunu da, demokrasiyi de sonsuz bir girdap içinde debelendiriyordu; hala öyle.
Bağı var, çünkü Ceylan’ın ölümüne sebep olan havan topu ile Eyüp Can’ın ölümüne neden olan yoksulluk ve çürümüşlük, aynı siyasetin iki farklı yüzü. Ülkenin en temel sorununun ‘tehdit’ ve ‘güvenlik’ anlayışıyla ele alınması, çocukların beslenmesine, eğitimine, sağlığına ve oyun oynayacağı alanlara ayırdığı payı küçülten bir pratik yarattı. Hak ve özgürlükler daraldıkça, çocukların yaşamlarından çalındı. Ceylan’ın Kürt olduğu için bombalarla, Eyüp’ün yoksul olduğu için sabah 4’te çalışırken öldürülmesi bu politikaların sonucuydu.
Adil bir yaşam sunmayan sistem, başta çocuklar olmak üzere toplumun tüm ezilen kesimlerine yaşamı zindan ediyor; ülkenin her zerresine kötülük tohumları ekiyor. Ondandır, çocuk yoksulluğu ürkütücü boyutta; eğitim rezalet düzeyde; sosyal yaşam günden güne kötüleşiyor. Adaletsizlik ve inkâr, Ceylan’ı havan topuyla canından ederken, Eyüp uykuda olması gereken saatlerde iş yerlerinde öldürülüyor. Bir kez adil olmadın mı, imkânı yok, adil olamazsın artık. Düzenin temelinde herkes için hak ve özgürlük bulunmuyorsa, çürüyüş kaçınılmazdır. Adaletsizlik, eşitsizlikle büyür çünkü. Eşitsizlik, adaletsizliği yaygınlaştırır çünkü.
Siyaset duygulara hitap etse de, kararlar duygulardan bağımsız verilerle şekilleniyor, değil mi?! O halde duygularla değil, sayıların soğuk yüzüne bakmak gerekirse, Türkiye’de her yıl ortalama 70 çocuk iş cinayetlerinde yaşamını yitiriyor. Kayıt dışı çalıştırılanlar da dahil edildiğinde, çalıştırılan çocuk sayısı ise 3,5 milyon civarında. 2024’te Türkiye’de en az 777 çocuk önlenebilir sebeplerle yaşamını yitirdi. Bebek ve çocuk yoksulluğu, diğer yaş gruplarına kıyasla daha yüksek ve bu sayı derinleşerek artmaya devam ediyor. Eğitimde fırsat eşitsizliği, çocuk işçiliğiyle doğrudan bağlantılı büyük bir sorun; kaliteli eğitime erişim ise sınıfsal bir mesele olarak ayrı bir boyut taşıyor. Sağlığa erişimdeki eşitsizlik de her geçen zaman derinleşiyor. UNICEF’in 43 ülkeyi karşılaştıran raporuna göre Türkiye, çocukların iyi olma hâli açısından en kötü 8 ülke arasında. Yoksulluğa bağlı yetersiz beslenme, temiz bir çevreye erişimde ise tablo daha iyi bir durumda değil. Artan yoksulluk ve ekonominin kötüye gidişatını dikkate aldığımızda, 2025 yılı, geride bıraktığımız yıldan daha karanlık bir yıl olacaktır.
Türkiye, çocuklara yönelik artan şiddet nedeniyle de giderek daha karamsar bir tablo çiziyor. Bunun arkasında antidemokratik ve tekçi siyasi sistem, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, insan ve doğa odaklı olmayan yönetim anlayışı, küçük bir grubun çıkarına odaklanan ekonomi politikaları ve adaletin yerle yeksan olması yatıyor. Bu koşulların ortak paydası, toplumsal çatışmayı besleyen bir düzenin sürdürülmesidir. Eşitsizliği merkezine alan bu anlayış, çocukların çocukluklarını yaşamasını engelliyor; çocukları derin bir kriz haline sürüklüyor. Farklı kimlikleri yok sayan yönetim biçimi ise hukuktan ekonomiye, sosyal politikalardan toplumsal yapının tasarımına kadar her alanda kendini gösteriyor.
Kolay mı, peki?
Buna hızlıca “evet” diyebilecek insan sayısı pek azdır. Yürekleri o günler için çarpan milyonlarca insan; evlatlarını kaybeden ya da kavuşmayı bekleyen anneler; bir daha hiç görmeyecekleri yakınlarının anıları ile yaşayanlar; anısı bile olmadan yaşamaya mecbur bırakılanlar; adalet arayanlar; çocukların tok ve mutlu uyuyacağı günleri düşleyenler. Terazinin bu kefesi ağır, evet. Ama diğer kefesi de boş değil. O kefede de demokratik bir toplum hedefi, adil ve onurlu bir birlikte yaşam hayali var. Ve bunun için mücadele edenler var.
Barış sağlandığında ülkedeki sorunlar bir günde çözülür mü? Maalesef hayır. Önce şu soruyu sormak gerekiyor: Barış, neyin barışı?
Kürtler, en az 100 yıldır varlıklarının yok sayıldığını; bu topraklarda bin yıllardır yaşayanlar olarak, nasıl olur da dillerinin, kültürlerinin ve dolayısıyla kimliklerinin asimile edilmek istenebileceğini sorguluyor. Bunu kabul etmeyeceklerini ise farklı yollarla verdikleri mücadeleyle ortaya koyuyorlar. Devlet ve iktidar ise diyalog ve müzakere yerine inkârı, baskıyı, zorbalığı tercih etti. Böylece sorunlar gün geçtikçe katmerlendi. Binlerce insan öldü, öldürüldü. Göçler, işkenceler, gözaltında kayıplar yaşandı. Bütün bunların yanında sosyal, ekonomik ve politik derin yaralar açıldı.
Bugün barış umudu, bütün bu acılara ve zararlara sebep olan çatışma ve savaş halinin son bulması üzerine kurulu. Ancak bu son, sadece silahların susması değil, demokratik ve adil bir toplum inşasına dönüşmek zorunda. Barış dediğimiz şey, işte bu barış. Demokratik temeller üzerine kurulmuş bir düzen sağlanırsa, çocuklar çalıştırılmayacak, yoksulluk ve eşitsizlik içinde boğuşmayacak; kendi kimlikleri ile varlık gösterebilecek; çocukluklarını özgürce, hak ettikleri onurla yaşayabilecekler.
Kuşkusuz umutlu olduğumuz bir dönemdeyiz. TBMM çatısı altında kurulan Komisyon, bu ülkenin çocukları için adalet yolunda atılmış önemli bir adımdır. Atılacak yeni adımlarla çocukları da özne kabul eden bir toplumsal düzenin inşası mümkündür. Bu bağlamda, çocuklarla birlikte düşünülen bir yol haritasının anlamlı bir barış için ne kadar hayati olduğunu bir kez daha hatırlatmak gerekiyor.
Komisyon’un çalışmaları, barışın inşası için kurulacak tek mekanizma olmamalıdır. Bu yazı bağlamında vurgulamak gerekirse, çocukları merkeze alan ayrı bir alt komisyon oluşturmak, bütüncül bir yaklaşım açısından önemli bir katkı sağlayacaktır. Alt komisyon, iki ayrı çalışma birimiyle faaliyet gösterebilir. İlk birim, çocuklarla yürütülecek çalışmalara odaklanan uzmanlardan oluşmalı; Türkiye’nin tüm illerindeki belediyeler aracılığıyla Kent Konseyleri ve Çocuk Meclisleri’nden katkılar almalıdır. Bu yapılar, çocukların talep ve görüşlerini ortaya koymak için atölyeler, oturumlar, forumlar düzenleyebilir. Yerel yönetimlerin dahil olacağı bu süreç, hem halk katılımına dayalı bir barış perspektifi sağlayacak hem de oluşturulacak çocuk merkezli barış politikalarında yerel yönetimlere aktif rol verecektir. İkinci birim ise, çocuk alanında çalışan; çocuklarla doğrudan çalışma yürüten hak temelli sivil toplum örgütleri ve aktivistlerle bir araya gelmelidir. Bu buluşmalar, demokratik toplum hedefinde çocukların ihtiyaçlarını ve mevcut sorunların çözüm yollarını belirleyip, yerel düzeyde ve genel bağlamda politika değişiklikleri için ortak bir yol haritası oluşturmalıdır.
Nihayetinde, çocukların dillerini, tanıklıklarını, ihtiyaçlarını ve taleplerini yok saymamak; özne olarak aktif katılımlarını sağlamak önemli bir husustur. Hakiki barış, Ceylan’ın havan topuyla öldürülmesi ile Eyüp Can’ın çalışmak zorunda kalarak yaşamdan koparılmasının arkasındaki politik arka planı görmekte yatıyor. Onlar için adalet olmadan barış da olmayacaktır. Ve ancak o zaman yas bitebilecektir.