Yaşamanın direnmek ile özdeş olduğu bir coğrafyadan bu yazıyı kaleme alıyorum. Coğrafyanızın bütün anlamlarını kuşanan bir sözcük; direniş. Yaşamın ta kendisi… Varoluşun erdemli duruşu. “Yaşamak direnmektir” cümlesi ile başlayan çağın en büyük özgürlük hareketinin manifestosu
Federe Kürdistan'ın Süleymaniye kentinde 4 Ekim 2022’de silahlı saldırı sonucu katledilen Jineoloji Araştırma Merkezi üyesi, gazeteci ve yazar Nagihan Akarsel, kadın alanındaki çalışmaları ile güçlü bir mücadele deneyimini miras bıraktı. Katledilişinin 1'inci yılında Jin Dergi ekibi olarak Akarsel'i anmak ve mücadele mirasını yaşatmak amacıyla Jineoloji Dergisi'nde yayımlanan yazısını siz okuyucularımızla yeniden buluşturuyoruz.
Yaşamanın direnmek ile özdeş olduğu bir coğrafyadan bu yazıyı kaleme alıyorum. Coğrafyanızın bütün anlamlarını kuşanan bir sözcük; direniş. Yaşamın ta kendisi… Varoluşun erdemli duruşu. “Yaşamak direnmektir” cümlesi ile başlayan çağın en büyük özgürlük hareketinin manifestosu. Bu cümleye tutunarak hakikati arayan, koruyan, savunan bir bilinç örgütlenmesinin formülü. Deleuze’nin, “İktidar hayatı hedef aldığında hayatın kendisi iktidara direniş olur” sözüne zaman ve mekân bağlamında bütünsel bir ses ile karşılık gelen bir varoluş biçimi.
Yaşanılanı yazmak zor bir edim. Yaşanılanın anlamını, hak ettiği yerden ifade etmek ise daha zor. Bu duygu, yapmak istediğiniz bütün girişleri alt üst edebilir. Çünkü; direnişin anlamını kuşananların, kalp atışlarının sayılmaya başladığı bir zaman dilimindesinizdir. Coğrafyasının bütün acılarını bedenini hücre hücre yaşama adayarak direnenlerin… Direnişin anlamını, yaşamları ile ifşa eden çağın en güzel insanlarının…
Ve bu zamanda, tarihe kaydedilen direniş mekânlarına uğrarsınız. Kobanê’nin büyük annesinin kofisi gibi yani güneş gibi koktuğunu söyleyen Mahmut’un yaralarını henüz sardığı bir yerde durursunuz. Mınbıç’ta iktidar güçlerinin bütün hesaplarının bilgelik ile kadın bilgeliği ile boşa çıkarılacağını bilen Türkmen bir annenin direnişine tanık olursunuz. Efrîn’in rüzgarını gözlerinde bir damla gözyaşı ile taşıyan Şirin’in umudunu kuşanırsınız. Şehba’da yaşamı yeniden yaratan kadınların pozitif enerjileri ile birbirini nasıl tamamladıklarını görürsünüz. Halep’te, Şeyh Maksut’ta yıkık bir evin önünde, capcanlı duran asmanın yeşiline takılır gözleriniz. Her şeye rağmen direnen yaşamı hayranlıkla izlersiniz. Şengal’de kadın direniş çizgisine yaslanan annelerin, kucağında kutsalları ile dağlara nasıl yol aldığını anlatan Hedar’ın sesine kulak verirsiniz… Her birisi farklı direniş yöntemlerini anlatır bize. İktidar güçlerinin, 21. yüzyılda büyük bir hızla işgal etmeye çalıştığı bir coğrafyada, “Yaşamak direnmektir” diyerek toprağına, kültürüne, değerlerine sahip çıkan bir yaşamın, direnişin felsefesini anlatır.
Bu yazının her bir sözcüğü saatin ibrelerinin direnişten yana döndüğü bir zaman diliminde, mekânın direniş ile özdeşleştiği Kobanê, Mınbıç, Efrîn, Şehba, Halep ve Şengal’de yazılmaya çalışıldı. Direnişin yaşam ile özdeş olduğu bir coğrafyada, yaşamı kadın ile bir tutan kültürel kodları esas aldı. Direnişin evrensel tanımlarına yerelde ki direnişin kodlarını çözerek az da olsa katkı sunmayı amaçlamakta… Evrensel ile tikel arasında olan bağa dayanan bir yöntemi esas almakta.
Paradigmasal Bir Kavram: Direniş
Karşılığı, paradigmasal bir anlama denk düşen bir kavramdır direniş. Türkçe sözlükte ki karşılığı; “dayanma, koruma” olarak geçer. İngilizce’de; boykot, protesto anlamına gelen “resistance” sözcüğü kullanılır. Almanca’da; karşı duruş anlamına gelen “Widerstand”, İspanyolca’da da “resistencia” sözcüklerine karşılık gelir. Kürtçe de ise “berxwedan”, bütün imkanlarını direnmek için seferber etme olarak tanımlanır. Farsça ve Arapça’da ise “mukavemet” olarak geçer.
Bütün dillerde dayanma, kabul etmeme, karşı durma gibi anlamları kapsıyor. Ayrıca görsel, şiirsel, çizimsel bütün anlatılarda da direniş, bir karşı duruş olarak ifade edilir. Ancak ‘neye’ dayanma? Ya da ‘neyi’ boykot etmek? Neye karşı durmak? İşte burada çoğunlukta işgale, soğuğa, açlığa, haksızlığa, acıya, zulme, savaşa, korkuya, sömürgeciliğe, soykırıma şeklinde sıralayabileceğimiz bir dizi cevap çıkar karşımıza.
Bu cevaplar bir anlamı ifşa eder. Bir zihniyeti. Bir vicdanı. Bir paradigmayı… Burada paradigma kavramını tanımlamak gerekmektedir. Paradigma; bir perspektif, bir kuram, bir dünya görüşü olarak tanımlanabilir. Kavramı bildiğimiz anlamda ilk kez kullanan Thomas Kuhn, 1962’de yayınlanan “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” adlı çalışması ile bilimde o güne kadar en yaygın biçimde kullanılan kavramları sarsar. Bilimde değişimin evrimsel olduğu, bilim insanlarının çalışmalarının bir süreklilik sergilediği, bilimde değişim ve gelişmenin bir duvarın örülmesinde tuğlaların üst üste konulması gibi sürekli, birbirine bağlı ve birikimsel bir süreç olduğu tezlerine dayanan geleneksel anlayışa karşı “paradigma” kavramını geliştirir Kuhn. “Her paradigma, bir alanda yığılmış belli bir sorunlar demetine yanıt olarak ortaya atılır. Bunun bir göstergesi, o alanda belli bir sorgulamanın başlamasıdır. Eleştiriler yükselir. Yeni arayışlar ortaya çıkar. Tartışma hararetlenir” der. Örneğin, 17. ve 18. yüzyılın Aydınlanma Dönemi ile birlikte “Akıl Çağı” denilen dönem başlamıştır. Ancak Bacon, Descartes, Galileo, Newton, Wesley, Voltaire, Rousseau, Locke, Hume, Kant ve Adam Smith gibi isimlerle anılan ve kökleri M.S 1500’lere dayanan paradigma, artık düşüştedir. Akıl Çağı’nın akılmendlerinin hepsinin erkek olması, ayrıca incelenmeyi gerekli kılan bir konudur. Adı Pozitivist/akılcı olan bu paradigma, kapitalist modernitenin dayandığı paradigma olur. Bu paradigmaya dayanarak gerçekliğin basit, hiyerarşinin düzenin ilkesi, evrenin mekânik, gelecek ve yönün belirli, değişimin niceliksel ve birikim şeklinde olduğunu iddia etmişlerdir. Ve nedensellik ilişkisine dayanan bir ilişkiler bütünlüğü ile nesnelliğin zorunlu olduğunu kanıtlamaya çalışmışlardır. Newton’ın “Matematiğin İlkeleri” (Principia Mathematica) adlı eseriyle başladığı için, bugün bilime egemen olan paradigma “Newtoncu Bilimsel Paradigma” olarak tanımlanır. Bu paradigmada bir makinanın işleyişi, evrenin işleyişine adapte edilir. Dolayısıyla dünya görüşü de mekâniktir. Bugün postmodernizmden tutalım, postkapitalist, postyapısalcı yaklaşımlara kadar bildiğimiz neredeyse bütün post-yaklaşımlar, bu büyük Newtoncu paradigmatik dönüşüme dayanır.
Ancak bu paradigmanın yaşamı, toplumu, doğayı ve kadını tanımlamadığını ve iktidar eksenli olduğu açısından, Abdullah Öcalan bilimin paradigmatik bir devrime ihtiyacı olduğunu belirterek;
“Demokratik uygarlık güçlerinin temel paradigma ve yapılanmalarında ciddi bir kusur ve yanlışlıklar zinciri olmasaydı, bu kadar başarısızlık olmazdı. Yeni bir derin teorik yaklaşım metoduna ihtiyaç var. Sayıların kalabalığına boğulmuş sosyolojik yöntemlerin, gerçeği açığa çıkarmaktan ziyade perdelemesi söz konusudur. Resmi moderniteyi meşrulaştıran söylemlerden uzaklaşmak gerekir. Bu konuda köklü bir bilimsel devrime ve yöntemsel çıkışa ihtiyaç vardır” demiştir.
Demokratik Modernite ile beraber her şeyden önce zihniyet devriminin temel olduğu dile getirilmiştir. Ulusal ve sosyalist mücadelelerde genel olarak eylem yönünün önde olduğunu dile getirerek “Bir Halkı Savunmak” kitabında aslında paradigma değişikliğinin temelinde yatan bilgi yapılanmalarını anlamak açısından, kuantum fiziğinin ele alınması gerektiğini özellikle vurgulamıştır. Kuantum dünyası ve kozmosun özgür tercihlere dayalı, sezgiselliği ve özgürlüğü ifade eden dünyasının anlaşılmasının önemine işaret etmiştir. Kuantum dünyası bir nevi neolitik dönemin canlı doğa, sezgisel yöntem, özgür akış özelliklerini ifade eden dünyasıyla benzerdir. Bu temelde Kuantum fiziğinde yaşanan gelişmelerin yeni bir paradigma ihtiyacını ortaya koyduğunu belirtmiştir. Newton fiziğini aşan Kuantum fiziğinin yeni bir paradigmanın alt yapısı olduğunu dile getirmiştir.
Paradigma, bu yönüyle zihniyet ve vicdanın dayandığı bilgi yapılanmalarını ifade etmektedir. Bu bilgi yapılanmaları aynı zamanda o sistemin bakış açısını anlatmaktadır. Bu açı bireyden topluma, muhabbet toplayan insanların müziği olan Çigan müziğinden Frida Kahlo’nun acıya direnen çizgilerine, çiçeğin soluk almasından taşın dokusunda saklı olan tarihe kadar yaşamı bir bütün olarak kapsamaktadır. Bu paradigma yaşamın direniş ile aynı anlamı kuşandığı ahlaki politik toplumların birikimine dayanmaktadır.
Zerdüşt’ten Mani’ye, Terzi Hermes’ten Hallac-ı Mansur’a Ortadoğu bilgelerinin felsefesinin temelinde de bu anlayış yatmaktadır. Abdullah Öcalan; bu felsefenin kadın eksenli tarım-köy toplumundan beslendiğini çok net dile getirmektedir. Yine kuantum fiziğinin, mikro kozmos olarak tanımladığı insan evrenini, ikinci doğa olarak tanımlaması önemlidir. Evrende aranan her şeyin insanda bulunabileceğini anlatmaktadır. Kendini Bil! ilkesi bu nedenle çok anlamlıdır. Çünkü evreni kaba bir madde yığını olarak değil de canlı bir organizma olarak görmektedir. Yaşamı kuran ve yaşam ile doğal bir bağı olan kadınların tarım-köy devrimi temelinde öncülük ettiği, doğal toplumda var olan animizm bu anlayışın temelidir. Her şeyin canlı ve kutsal olduğunu bilmek, hakikatin kendisine varmanın temel yollarından biridir. Her şeyi canlı ve birbiriyle bağlantılı görmek bu düşünüşün yöntemidir. Bu görüşte doğanın tüm bileşenleri “bir”dir, birliktedir.
Toplumsallaşma ile anlamına kavuşan insanlığın, bütün direniş hikayelerini de bu perspektiften okumak önemlidir. Mitolojinin, dinin, felsefenin ve bilimin tersyüz ettiği bu direniş hikayelerini anlamlı bir yaşamın kaynağı olarak ifadeye kavuşturmak, Kürdistani bir yerden varlığını toprağı ile anlamlandırmanın bilgisini kuşanmak, yereli anlamlandırdıkça evrenselleşileceğinin bilgisini oluşturmak, bütün bunları yaparken toplumsal gücüne dayanmak birkaç yöntem olarak belirtilebilir.
Zulüm İle Özdeşleşen Bir Kavram: İktidar
Bütün direniş örneklerinde, genelde varlığa kasteden bir taraf vardır. Ve o kasteden tarafa karşı bir duruş sergilenmektedir. Ki bu karşı duruş en çok da kötülüğe karşı bir duruştur. Burada zulüm, haksızlık gibi tanımlamalar çıkar karşımıza. Bu tanımlamalarda bir var olma biçimini anlatır. İktidar, tahakküm, tecavüz, savaş, yıkım, göç ile var olmayı… Kapitalist modernitenin esas aldığı bir var olma biçimi de diyebiliriz.
Kapitalist modernitenin dayandığı bilgi yapılanmaları da bu var olma biçimini meşrulaştıran bir işlev görmektedir. Bir başka deyişle modern bilimin kaynaklık ettiği bir var olma biçimi. Çünkü insanın doğaya egemenliğini ilan ettiği büyük bir altüst oluş ile gerçekleşti modern bilim. Oysa başlangıçta insan doğayı içinde yer aldığı bir bütün olarak ele alıyor, kavramaya çalışıyordu. Bu ilişkinin devletli uygarlık ya da onun bir temsili olarak kapitalist modernite tarafından tersine çevrilmesi, doğayı insanın dışında bir nesne haline getiriyor. Bir bilgi ve bilme nesnesi. Sayıya, ölçüye ve mantıksal ilişkiye indirgenen bir nesne… Ve iktidar, nesne olarak ele aldığı doğa, toplum ve kadın üzerinde hükmünü sürdüren bir güç olarak varlığını sürdürür. İktidarın da paradigmasal bir karşılığı olduğunu belirtebiliriz. İktidar deyince de genelde devletli uygarlık ile yukarda bahsettiğimiz mekanik yani pozitivist akılcı paradigmanın gelmesi tesadüf değil.
Oluşu sadece insana özgü kılmak, insan merkezci yaklaşımların bir sonucu. Oysa yaşamın dinamiklerini içinde taşıyan, zaman ve mekân bağlamında yaşayan her canlının bir oluş süreci vardır. Bu süreçlerin göz ardı edilmesi ve sadece insanda tanımlanması iktidar olgusunun da çıkış noktasını ifade etmektedir. Örneğin; siyasal iktidarlar ekseninde ele aldığımızda, hep bir devlet ve kurumları ile birlikte varlığın, var olageldiğini görürüz. Bu aynı zamanda bedenin siyasal iktidara ve onun ekonomik amaçlarına uyumlu olmasını şart kılan bir durumu ifade etmektedir. Buna uymayanların ise dışlandığı bir gerçeklik yaşanmaktadır. Böylesi varlıklar ise adı sanı olmayan gölgeler olarak varoluşlarını sürdürmektedirler. Bireyin korku ile terbiye edilmesi kadar, onu aşan mitsel ve tanrısal simgelerin bilgisi de köleleşmeye katkı sunmaktadır. Sonsuz evrende kendini değersiz hisseden, her yaptığı eylemden suçluluk duymaya hazır bir karakter oluşturulmaktadır.
İktidar özne olma halini, nesne olarak ele aldığı doğa, toplum ve kadın üzerinde ki hükmünü her şeye razı olan bedenlerin oluşturduğu kitleleri çoğaltarak sağlamaktadır. İnsan bedenini makineleştirerek onda temel bazı korkular yaratmaktadır. Rojava Üniversite’sinde seminer veren Profesör Doktor David Graeber, bunu iki temel korku ile izah eder: “Birincisi iktidar boş zamanlarında kendini kötü hisseden kişiler yaratır. Bir diğeri ise sürekli işini kaybetmekten korkan ve bu nedenle de durmadan çalışan bireyler oluşturur. Bunun sonucu ise düşünmeyen, emir ile hareket eden topluluklar demektir. Yani makineleşen nesneler de diyebiliriz. Dayanışma ve paylaşmanın yerini, rekabet ve hırsın aldığı bir yaşam tarzından bahsetmek mümkün. Bunun sonucunda ise kendi varoluş kaynaklarına yabancılaşan bir insan gerçeğinin oluştuğunu belirtebiliriz.
“İktidar Sizi En Çok Nerenizden Yaralıyorsa Orası Kimliğiniz Olur."
Yaşam, zengin direniş biçimlerini içinde barındıran aktif bir organizasyon aslında. Bir savunma biçimi. Özsavunma ve meşru savunma da direnişin bir ifadesi. Pasif direniş, aktif direniş, sivil direniş, kültürel direniş, ahlaki direniş, ekolojik direniş vb. çok sayıda direniş yöntemi de Milan Kundera’nın; “İktidar sizi en çok nerenizden yaralıyorsa orası kimliğiniz olur” cümlesini doğrularcasına, yaralı olduğun yerden yükselen bir ses, bir eylem, bir duruş, bir yaşam tarzı oluyor.
Örneğin Gandhi; “Kimseye kirli ayaklarıyla beynimde gezme fırsatı vermem” diyerek “Satyagraha” adını verdiği direnişi esas alır. Satyagraha; doğruyu ve şiddet kullanmadan hakkını kullanmayı ilke edinen bir direniş biçimidir. 11 Eylül 1906 yılında Gandhi Güney Afrika’nın Johannesburg kentinin bir tiyatro salonunda toplanan üç bin Hintliye; ırkçı ve ayrılıkçı politikayı protesto etmek için yeni bir strateji olarak tanıttığı Satyagraha’yı önerir ve uygular. Düşmanla iş birliği içinde bulunmama, şiddet karşıtlığı, sivil itaatsizlik, uzlaşmacılık, çilecilik, açlık grevi, aylar süren yürüyüşler gibi önemli kişisel fedakarlıklar içeren yöntemler de bu direniş biçimine örnek olarak verilebilir.
Bir başka direniş yöntemi de özellikle yaşamın bir ağ ile çerçevelenmesini ve denetimini esas alan mekanik paradigmanın zihniyet yapılanmasının bir aracı olan bio-iktidara karşı direnişin bio-politikasıdır. Kişinin elindeki özgür mekânları denetim altında tutma yöntemi olan bio-iktidar, bireyin hiçbir yere kendini ait hissetmemesini sağlamaktadır. Foucault’un dediği gibi; “bu insan okul, kışla, hastane, hapishane gibi yerlerde uysallaştırılmaktadır.” Görünmez bir şiddet söz konusudur. Dizilerden, sinemalara, müzikten resme kadar birçok yöntem ile bu yapılmaktadır. Görünmez olan bu iktidar şiddetine karşı, bio-politikayı geliştirmek önemlidir.
Ekolojik direniş örnekleri de son yıllarda artmıştır. Özellikle küresel ekonomik kriz ile başlayan işgal ve direniş hareketlerine Arap Baharı, Wall Street’i İşgal Et, İspanya Öfkeliler Hareketi, Yunanistan İsyanı, Gezi Parkı Direnişi, Brezilya Evsiz İşçiler Hareketi, Amazon Yerlileri Direnişi, Honduras Yerli ve Halk Hareketleri Yurttaş Meclisi, Arjantin İşçi Fabrikaları Hareketi, Şili Eğitim Savaşı, Arjantin Şili Patagonya Mapuche Hareketi, Fransa ZAD İşgal Hareketi, Almanya Hambach Forest Direnişi, Dakota Standing Rock, Artvin Cerattepe, Alakır Nehri Kardeşliği, Hasankeyf’i Yaşatma Direnişleri örnek verilebilir. Alternatif yaşam ve direniş alanları olarak bu direnişler yeni direnişlere de moral kaynağı olmuştur. 2017 yılında kurulan Birleşik Örgütlenme ve Birleşik Mücadelesi ile Çevre ve Ekoloji Mücadeleleri İletişim ve Dayanışma Ağı da birer mücadele ve direniş yöntemi olarak literatürde yerlerini almıştır.
Bir Kadın En Çok Neresinden Yaralanır?
İktidarın ilk kurumlaştığı alanlardan biri olan kadın varlığı, iktidarın en çok yaraladığı kimliktir aynı zamanda. Egemen erkekliğin iktidar alanı haline gelen kadın varlığının tanımı bu nedenle çok önemlidir. Burada kadın doğasını tanımlama ihtiyacı doğmaktadır. Bu konuda bilimin önemi ortaya çıkmaktadır. Özellikle bir kadın biliminin neden gerekli olduğu yönünde sorulan sorulara cevap vermek önemlidir. Bu konuda Matematiğin 3 bin 500 dalını, insan vücudunun her organını hatta onun detaylarını inceleyen bilim dallarının neden kadınları incelemediği sorusu akla gelmektedir.
İktidar kadını en çok da dört alanda yaralamıştır. Birincisi; baskı, tecavüz, hakaret ve katliamlar ile kadını bir üreme aracı haline getirmiştir. Kadını ilk ev kölesi haline getiren iktidar, kadını bu statü içinde tutarak mutlak bir mülk haline getirmiştir. İkincisi; kadının günümüzde cinsel dürtünün ve iktidarın aracı haline getirilmiş olmasıdır. Üçüncüsü; ücretsiz, karşılıksız bir emekçi haline getirilmesidir. Dördüncüsü; kadının kapitalizm ile beraber metalaştırılması gerçeği olmuştur. Kadın bedeni, kadın emeği, kadın bilinci ve ruhu katliamlardan geçirilmiştir. Kadın kimliği yaralanmıştır.
Bu anlamda, bir kadının varoluşunu nasıl tanımladığı, anlamak ve anlaşılır kılınmak istenenin ne olduğuna dair sorulara verilecek yanıtlar önemli olmaktadır. Yaşam ve kadın sözcüklerini birbirini tamamlayan bir yerden ele aldığımızda anlam ile özdeşleşen özünü iyi tarif etmek gerekmektedir. Anlamlı yaşamın kadınla olan bağını iyi, güzel ve doğru bir şekilde yapmak için jineolojînin önemli olduğunu vurgulamak önemlidir.
Varlık olarak kadın tanımı önemlidir. Spinoza varlığın özü nedir sorusuna, “Arzu duyarak çaba (conatus) harcamak”, Nietzsche, “güç istemi”, Marx, “emek gücü” demiş. Heidegger ise böyle bir ayrımın gerekli olmadığını savunmuştur. İbn-i Sina ise varlığı iki temel ilke ile açıklamaya çalışmış bunlara; illiyet yani sebep sonuç ilişkisini esas alan teori ile sudur yani çıkış teorisi demiştir. Her bir teori, varlığın özünü tartışmaktadır.
Yeni an’larda parçacık olma potansiyeli ile varlık tanımını yapan Kuantum fiziği ise koşullara ve gözlemciye bağlı olarak bu potansiyelin harekete geçtiğinde varlık kazandığını belirtmektedir. Atom altı parçacıklarının hem dalga hem de parçacık olma durumu üzerinden gelişen belirsizlik teorisi ile gözlemcinin de dahiliyetinde bir etki üzerinden gözlemlendiği an’da dalga ya da parçacık olduğunu deneyimlemektedir.
Bu konuda Abdullah Öcalan;
“Öncelikle kadını tanımlamak ve toplumsal yaşam içindeki rolünü belirlemek, doğru yaşam için esastır. Bu yargıyı, kadının biyolojik özellikleri ve toplumsal statüsü açısından belirtmiyoruz. Varlık olarak kadın kavramı önemlidir. Kadın tanımlandığı oranda erkeği tanımlamak da olasılık dahiline girer. Erkekten yola çıkarak kadını ve yaşamı doğru tanımlayamayız. Kadının doğal varlığı daha merkezî bir konumdadır. Biyolojik açıdan da bu böyledir. Erkek egemen toplumun, kadının statüsünü alabildiğine düşürmesi ve silikleştirmesi, kadın gerçekliğini kavramamızı engellememelidir. Yaşamın doğası, daha çok kadınla bağlantılıdır. Kadının toplumsal yaşamdan alabildiğine dışlanması bu gerçeği yanlışlamaz, tersine doğrular. Erkek zorbaca ve yok edici gücüyle kadın şahsında aslında yaşama saldırmaktadır. Toplumsal egemen olarak erkeğin yaşama düşmanlığı ve yok ediciliği, yaşadığı toplumsal gerçeklikle yakından bağlantılıdır” demektedir.
Kadının varlığı, erkek merkezli paradigmalar içinde her zaman erkeğe göre tanımlanmıştır. Yani kadın “erkek olmayan”dır. Bu tanımlama kadını ifade etmediği gibi çarpıtıyor. Yapılan diğer bir tanımlama da kadını canlılar dünyasındaki diğer “dişiler” gibi sadece biyolojik özelliklerine dayalı dişil cins olarak tanımlamadır. Elbette biyolojik etkenler vardır ama asıl olan kadın şahsında gerçekleşen toplumsal kültürün incelenmesi, kadının da bunun içinde ele alınmasıdır. Varlık eğer kendi doğası, dili, kültürü ile bütünlüklü bir yapılanmayı ifade ediyorsa kadının kendi doğasını açığa vurmasının önü alınmıştır. İdeolojik yönelimlerle bu yapılmıştır. Bir varlık olarak kadının ifadeye kavuşması erkeğin de tanımlanmasını mümkün kılacaktır. Kadına atfedilen duygusal zeka ile erkeğe atfedilen rasyonel zeka arasındaki sınırın yıkılması da kadın varlığının tanımlanması ile gerçekleşir. Kadının kendi varlığına anlam biçerken yabancılaştığı-yitirdiği öz değerlerini yeniden kazanması, kadının geliştireceği kendine dönüşüyle mümkün ve etkili olacaktır. Kadın kendini tanımladıkça doğayı, evreni, insanlığı tanımlayacaktır. Zira kadın evrensel, toplumsal, tarihsel ve kaynağını doğadan alan bütünsel bir varlıktır.
Kadının kendi varlığını tanımlaması bilme halini gerekli kılan bir durumdur. Kendini bilmek aynı zamanda farkındalığını geliştirmektir. İnsanı “evrenin bir özeti” olarak ele almak, tarihsellik içinde tanımlamak, sosyolojik bir varlık ve kültürel bir canlılık olarak ele almak önemlidir. Kendini birinci doğa yani evren içinde gerçekleştirip ikinci doğasında toplumsallaştıran insanın, irade ve düşünce gücü kazanmış bir varlık gücü olması söz konusudur. Toplumsallık kendini yaratma eylemini ve zamanını ifade etmektedir. Kadın direnişini ya da kadın varoluş yöntemlerini anlamak gerekmektedir.
Kadın Direnişi ya da Varoluşunun Yöntemleri
Kadın direniş yöntemleri aynı zamanda kadının var olma yöntemleridir. Kadın direniş yöntemlerini açığa çıkarma kadın varlığını tanımlamayı da beraberinde getirir. “Kadın gerçeğine dayalı bir araştırma yöntemi” ile “Kadın etrafında geliştirilecek bilimin doğru sosyolojiye ilk adım olduğu” gerçeğine dayanan ve bir kadın ve yaşam bilimi olan jineolojînin, kadın direniş yöntemlerini açığa çıkarması bir nevi varoluşun tanımını da açığa çıkaracaktır.
Burada kadının saklı hakikatini anlamaya çalışırken bu hakikatin direniş ile var olduğu gerçeği ortaya çıkar. Yaşamanın direnmek ile özdeş olduğu bir coğrafyadan bu yazıyı kaleme alıyor olmak da önemli veriler sunmaktadır. Merkezi hegomonik iktidara, öz gücü ve iradesiyle direnen savaş, yıkım ve göçe rağmen topraklarını, kültürünü bir bakıma varlığını terketmeyen bir coğrafya. “Yaşamı uğrunda ölecek kadar çok sevenleri ve onların yoldaşları olarak yola çıkanların” direnişleri sürerken bir var olma biçimi olan direnişin coğrafyamızda kuşandığı anlamın, yaşamın ta kendisi olduğu gerçeğini anlatmak bu nedenle çok önemli olduğu kadar çok zor…
Bir oluş halinde olan jineolojînin tanımları bu açıdan önem arz ediyor. Jineolojînin mevcut pozitivist bilim anlayışının karşısında durduğunu da ayrıca vurgulamak önemli. Pozitivist bilim anlayışının yaşam, toplum ve doğa ile zayıflayan bağına, kadın eksenli bir eleştiri geliştiren ve alternatifi oluşturmayı amaçlayan bir bilim jineolojî… Varoluş sorununa çözümler araması ve alternatifler üretmesi de bu bilimin doğası gereği canlı ve dinamik bir süreci kapsamakta…
Bir anlama eylemi olarak anlam bilimin tarih ve sosyoloji ile bağını açığa çıkarmak da bu anlamda önemli. Tarihin sosyolojik bir varlık, sosyolojinin tarihsel bir bütünlük olarak varlığını sürdürdüğüne dair verilere jineolojîk bir bakış açısıyla dokunmak önemli bir yöntem. Tarih ve sosyolojinin böylesi bir bakış açısı ile yeniden ele alınması, kadın direniş yöntemlerinin aynı zamanda kadının varlığının ve yaşamın temel momentleri olduğunu açığa çıkarmakta. Ve bu momentler kadının taşıdığı ve koruduğu toplumsallığın günümüze ulaşan kodlarını içinde taşımaktadır.
Kadın Direnişinin Kuramsal Dayanaklarına Birkaç Örnek
Kobanê’de, ataerkil sistemin en karanlık gücü olan DAİŞ’e karşı savaşan kadınlar, Efrîn’de toprağının bilgisini kuşanarak NATO’nun ikinci büyük ordusuna karşı çağın direnişine imza atan kadınlar, kadın direniş çizgisini günümüze kadar koruyan ve kök hücre rolünde olan Şengal’de tecavüze, soykırıma, kadın kırımına karşı kültürü ve savunma gücü ile direnen kadınların deneyimleri, kadının varoluş yöntemlerinin çağımızdaki en önemli örneklerindendir. Kendi kökleri üzerinde yeşeren Kürdistan Kadın Özgürlük Hareketi’nin, birinci kadın devriminin mekânında, ikinci kadın devrimini gerçekleştirmesi de bu diyalektiği ortaya koymaktadır. Kadın direnişinin her şeyden önce kendi köklerini, tarihsel hafızasını ve kültürel canlılığını koruması ve ona dayanması belirleyici olmaktadır.
Kadının yaşadığı yabancılaşmayı, en çok da hemcinsiyle ortak iradeleşerek aşması gerekmektedir. Kopuş teorisi ve onunla bağlantılı kadının kendi doğasının bilincine varması, hemcinsini sevmesi ve hemcinsinin gerilikleriyle savaşması da önemli bir yöntem olmaktadır. Bu yöntem Kürdistan Kadın Özgürlük Mücadelesi’nde ordulaşma, partileşme ve konfederasyonlaşma şeklinde tanımlayabileceğimiz bir örgütlenmenin de kaynağı olmuştur.
Varlığın bir yönünün kadın, bir yanının erkek olduğu gerçeğinden hareketle erkeğin değişim dönüşümünü esas alan bir yerden mücadele etmek de önemli olmaktadır. Erkeğin değişim ve dönüşüm projesi, kadının özgürlüğünün toplumun özgürlüğü olduğu yönündeki teze de gerçeklik kazandıran bir yerde durmaktadır. Erkeği değiştirme dönüştürme projesinden özgür eş yaşam kuramına uzanan bu zorlu yolda, kadınların tanımları ve mücadele yöntemleri belirleyici önemdedir. “Özel olan politiktir” belirlemesini esas alarak kamusalın özel, özelin kamusal kılınması, en mahrem ilişki olarak tanımlanan kadın erkek ilişkisinin evrenselliği ve toplumsal bağları temelinde çözümlenmesi önemlidir. Bu yöntem sosyolojik bilginin dayanaklarını doğru bir şekilde oluşturmanın da yöntemi olmaktadır.
Nasıl yaşamalı sorusuna yanıtlar arayan kadınların tapınaklardan bilinç yükseltme odalarına, ocaklardan eğitim platformlarına kadar uzanan bir yelpazede paylaştıkları deneyimin bilgisi hayati bir öneme sahiptir. Deneyimin bilgisine dayanan jineolojînin, kadın varoluşunun dinamikleri olan bu yöntemleri açığa çıkarması en öncelikli görevlerinden biri olmaktadır. Bu bilginin paylaşımı sırasında uygulanan analiz etme, empati kurma ve hissetme, diyalog geliştirme, eleştiri ve özeleştiri gibi yöntemlerde ayrıca ele alınması gereken konular olmaktadır.
Sonuç
Direnişin bireyden topluma, kadından erkeğe, canlıdan cansıza bütün evreni kapsayan anlamlarını bir yazıda vermek mümkün değil. Yaşamın direniş ile olan bağlantısına odaklanan yazımızda amacımız, “Yaşamak direnmektir” sözünün güncellendiği bir coğrafyada kadının direniş yöntemlerinin kadının, varoluş yöntemleri olduğunu vurgulamaktır. Kadını bir cins olmanın ötesinde sosyolojinin özü olarak tanımlayan demokratik, ekolojik, kadın özgürlüğüne dayalı paradigmanın dayandığı direniş ile mekanik paradigmanın dayandığı iktidar arasındaki ilişkiye bir giriş yapmaktır. Kadın direnişinin, kadının en çok yabancılaştığı doğa, toplum ve yaşam ile bağını güçlü kurması ile olacağının bilgisinin önemine işaret etmektir. İçinde bulunduğumuz zaman ve mekânda, bu anlamda direnişin canlı ve dinamik örnekleri yaşanmaktadır. Özgürlüğe canları pahasına bağlı olanların güzelliğini esas alarak bu güzelliği dünyaya anlatan kavram, kuram ve kurumları oluşturmaktır.
Tarihin bütün direnişçilerinin emeğine dayanan, onların direniş bilgisini kuşanan ve alternatif bir yaşam perspektifini içinde taşıyan Demokratik Modernite sistemi ve onun demokratik ekolojik ve kadın özgürlüğüne dayanan paradigmasının temel varoluş yöntemlerinden olan direnişin felsefesini, kuramını, örgütünü daha güçlü oluşturarak “berxwedan jîyane” şiarını “serkeftin jîyane” olarak yaşamsallaştırmanın çağındayız artık.