İstanbul Sözleşmesi'ni iptal ederek kadın katliamlarının önünü açmak isteyenlere karşı mücadele eden biz kadınlar, ilk yazılı tabletlerde adalet tanrıçası Nanshe’den; devletin adaletini bekleyen kadınlar konumuna nasıl getirildiğimizin tarihini merak ediyoruz
Eğer sürekli bilgisayarın, cep telefonunun, sosyal medyanın, dizilerin, filmlerin başında değilsek ve yaşamın içinden, insana ve doğaya dair buluşmalara katılabiliyorsak kimi zaman ilginç sahnelerin içinde buluruz kendimizi… Ve yaşamımızda bugüne kadar olmayan, ancak kitaplarda bazen karşılaştığımız ya da filmlerde izlediğimiz bu sahnelerin anlam arayışına gireriz. Bu anlam biçme ve inanış şekli nereden geliyor, bilimsel bir yanı var mı, bunca yıl nasıl günümüze kadar gelebildi gibi sorular çoğalır kafamızda.
Sonra yakın ve uzak geçmişimize döndüğümüzde aslında bunlarla kimi zaman bir şekilde karşılaştığımızı fark ederiz. Peki bizi o sahnelere karşı ilgisizliğe ve hafıza kaybına iten güç nereden geliyordu. Bazen de daha önce küçümsediğimiz, önemsemediğimiz yaşam biçimlerine karşı ilgi duymaya başlarız. Joseph Campbell’in dediği noktada hissederiz kendimizi: “Kendi geleneksel tapınaklarında ibadet edenler, başkalarının ayinlerine ince eleyip sık dokuyarak ve küçümseyerek yaklaşırlar.” (Joseph Campbell, İlkel Mitoloji-Tanrının Maskeleri, s.13)
Kadınların tarihi sadece ezilme, köleleştirilme, ötekileştirilme, katledilme tarihi değildir. Kadınların tarihinin büyük bir bölümünü toplumsal saygınlık oluşturur. Yolculuğumuzun neolitik döneminde kadınların erkeklere rağmen değil; kadın erkek eşitliği çerçevesinde büyük bir anlam karşılığına sahip olduğunu söyler bu tarih. Erkeğe rağmen değil dedik çünkü o dönem doğal toplum dediğimiz ortak, eşit, ahenkli, üretken yaşamın toplumundan bahsediyoruz. Yaşanan işbölümü kadınlarla erkeklerin inşa edilmiş rollerine göre değil; evrenin enerjisinin onlara yüklediği sorumluluktan gelmekte.
İlk tarım köy devriminin gerçekleşmesi esnasında zaten binlerce yıldır doğayla ilişkisi, doğurganlığı, aylık kanamasının gizemi ve sezgisel güçleriyle toplumda anlamsal kazanan kadınların şimdi toprakla ve hayvanlarla kurduğu ilişki, buğdayın ve arpanın ekildiğinde çoğaldığını keşfetmesi, çanak çömlek yapımı, şifacılığı, dikiş ustalığı, süs eşyalarındaki sanatsal becerisi ve daha birçok yaşamsal etkinlik tanrıça kimliğinde kendisini buluyor. Gordon Childe, kitabında “Üretim çağını başlatan kadınlar binlerce yıl insanlığı besleyecek tekniği, tarımı, hayvancılığı, gıda ve giyim endüstrisini, matematik vb. birçok alanı temellendirdiler” diyor. (Tarihte Neler Oldu, s. 74)
Kadınlar tüm bu keşif ve yaratımlarla uğraşırken erkekler de tarlaları otlardan ve çalılardan temizliyor, hayvanlarla uğraşıyor, kulübeleri inşa ediyor, avcılıktan öğrendiği bilgilerle yeni aletler yapabiliyor. Ne muhteşem heykellerle karşılaşıyoruz o döneme ait… İnsan toplulukları tanrıça vücudunu ölçülere göre değil; yaşamın üretkenliğine ve doğayla olan ilişkine göre biçimlendiriyor. Heykelin bir yanında baykuş, bir yanında aslan, saçlarında sarmaşıklar, zeytin dalları, beline yılan dolanmış, elinde Ay’ı tutmuş, dimdik duruyor, özgüvenli, aydınlık saçıyor etrafa…
Kimi tanrıça heykellerinde tanrıçanın başında şapka var. Ve olağanüstü zarafette süs eşyaları, kolyeler, bilezikler, halhallar, bele dolanan kuşaklar… Şimdilik bulunan ölen insan kalıntılarında kırmızı aşı boyasının kadınların aylık kanamasından esinlendiği de söylenir.
Yılan tanrıçanın bilgisini taşıyor ilk yazılı tabletlerde, toprakta sürünmesi, yer altına girip çıkması, elbise değiştirmesi anlam kazanıyor sanki zamanla. Baykuş her şeyi görmenin ve bilmenin sembolü… Ana tanrıçanın çıplak olma hali doğumun, süt vermenin, aylık kanamanın ifadeleri…
Kimi Sümer tabletlerinde ve daha sonrasında Mısır, Yunan mitolojilerinde tanrıçanın hem bakire hem anne olduğuna tanık oluyoruz. Evlilik şölenleri yılın daha bereketli geçmesi, toprağın daha verimli olması için kutsanıyor. Hep bunun için; yaşamın daha güzel, daha verimli olması için…
Bilgisiyle, zekâsıyla, emeğiyle ve sezgisiyle doğadan kopmadan yaşamı anlamlı kılan kadın hakikati ve onun etrafında şekillenen maddi- manevi kurumsallıklar bugün hala karşımıza çıkıyor. Kimileri özünü kaybetmeden süregeliyor kimileri ise erkek egemen devletçi yapılar tarafından içleri boşaltılarak iktidar güçlerine hizmet ediyor. Tanrıça tapınakları bir sonraki devletçi uygarlıkta zigguratlara, ardından tek tanrılı dinlerin ibadet mekânlarına dönüşüyor.
Karşılaştırmalı bir metodla binlerce yıl önce yaşanan inancın, ritüellerin hala günümüzde bir şekilde sürdüğünü görebiliyoruz. İster özünü korusun, isterse içi boşaltılsın…
Yılan bugün fallarda ve rüyalarda sinsiliğin, uğursuzluğun, düşmanın sembolüdür. Oysaki gizemli bilgilerin sembolü ve tanrıçanın yoldaşıydı yılan. Ama bilen bilir, Kürtlerin yaşadığı coğrafyalarda özellikle siyah yılan hala kutsaldır, ona dokunulmaz. Hatta etinin kanser hastalığına iyi geldiği bilinse bile o asla öldürülmez. Tıbbın kendini ifade etme biçimi olarak yılanı seçmesi düşündürmeli insanı. Yavrusuna da dokunulmaz yılanın çünkü o, yavrusunun intikamını almak için ömür boyu seni takip eder. Bizim köylerde odasına yuva yapmış yılanla yaşayan kadınların hikâyeleri hala anlatılır. Bir kadına aşık olup sürekli onu takip eden yılanın hikayesi dillerdedir hala. Şahmeran, Kürtlerin evlerinin duvarlarında asılıyken hikâyesindeki mesajın açığa çıkmasını bekler.
Şifacılık toplumun doğal tedavi yöntemiyken birkaç yıl öncesine kadar kocakarı ilaçları diye aşağılanıyor; var olan tıbbın ilaçlarının da aslında bu bitkilerden yapıldığı söylenmiyordu. Şimdilerde ise belli kesimlerde tekrar doğal şifacılığa dönülmüş durumda ama bizim köylerimizde annelerimiz o aşağılanma dönemlerinde de otları kaynatır, meyveleri kurutur, çiçeklerden yağlar yapardı. Küçümsenen annelik ve doğumun kökenindeki plasenta suyunun dünyadaki cilt sağlığı için en pahalı kozmetik malzemesinde kullanıldığı pek söylenmez. Aylık kanamaları olan kadınlar kımıl böceğini topraktan kovalamak için bir parça kanlarını toprağa sürer. Oysaki bunu da kimseler bilmez.
Bir arkadaşımız anlatır: 90’lı yıllarda köylerinde yaşayan bir kadın, hamile kadınların derede -suyun içinde- doğum yapmasına yardımcı olurmuş. Bütün köy ve çevre köyler bu kadına gelirmiş doğum zamanı. Sonra birgün ilçenin kaymakamı ve komutanı köye gelmiş, kadını tehdit etmiş “doktor varken sen nasıl bunu yaparsın” diye. Zaten o sıralarda köyleri de yakılmış, göç etmişler şehre. Birgün televizyonu seyrederken Avrupa’da kadınların havuzda doğum yapmayı tercih ettiğini görmüş. “E ben bunu yıllar önce köyümüzün deresinde yapardım da yasakladılar bana o adamlar“ demiş. Evet, o adamlar o kadınların doğal doğum yapma geleneklerini yasakladılar. Ve yıllar sonra bilimsel olarak suda doğum yapmanın faydaları ispatlandı. Ortaçağ’da yakılan kadınların cadılık hikâyesinin kök hücreleridir bunlar.
Yolculuğumuzda her klan ve kabile yıllık bereket için belli dönemlerde şenlikli törenler düzenliyor. Bu törenler bahar ayına denk geliyor ve mevsimlerin döngüsü sürsün, toprak tohumu kabul etsin diye yapılan bu törenler binlerce yıl sürüyor. Peki, Kürtler Newroz’da saatlerce ateşin etrafında halay çekerken, Anadolu insanı Hıdrellez'de kırlara çıkıp şenlik yaparken, Avrupalılar Noel’de çam ağacını süslerken, düğün törenlerinde gelinle damadın başına buğday taneleri atılırken tüm bu ritüellerin tarihsel hikâyesinin olmadığını kim iddia edebilir?
Uğruna utandırılmak istendiğimiz bedenlerimizin evrenin kozmik yapısının bir yansıması olduğunu gösterir bize kadın tarihi. Değersizleştirilen emeğimizin yaşamı sürdüren kutsallığını öğretir bize, bilgilerimizin doğayla olan bağını aktarır… İnsanlığı açlıktan kurtaran, karnını doyuran ekmeği keşfeden kadınlara bugün “elinin hamuruyla erkek işine karışma” denir. Ekonomiden anlamadığı iddia edilen kadınların beş bin yıl önceki yazılı tabletlerde ilk yazmanlar ve hesap uzmanları olduğu ortaya çıkar.
Dünyanın birçok coğrafyasında kadınlar sabah uyandıklarında Güneş’le sohbet ederler, gece yıldızlara bakıp yarına dair yorum yaparlar, dolunay zamanı azalan enerjilerinin Ay’ın çekim gücünden kaynaklandığını bilirler. Toprağı incitmekten, ateşi söndürmekten çekinirler, çiçeklerle sohbet eder, annesini kaybetmiş yavru hayvanları emzirirler.
Hîvê ketîye (Ay düştü) derler bizim coğrafyamızda; kadınlar Ay’ın yeni oluş halinden dolunay olan sürecine kadar ateşlenen, hastalanan, ağızlarına koku dolan insanların alınlarına artı şeklinde odun isi sürerler. Kimi yerlerde hastalanan çocukların alnına ay taşı koyarlar, kimi yerlerde alnına, sol eline ve sağ ayağına is sürerler. Bu gelenek hala sürer buralarda.
İstanbul Sözleşmesi'ni iptal ederek kadın katliamlarının önünü açmak isteyenlere karşı mücadele eden biz kadınlar, ilk yazılı tabletlerde adalet tanrıçası Nanshe’den; devletin adaletini bekleyen kadınlar konumuna nasıl getirildiğimizin tarihini merak ediyoruz.
Yaşamı anlamsız kılmak için insanı doğadan koparan ve onu bir makineye dönüştüren sisteme inat kadınla doğanın sezgisel ilişkisini aktarır bize kadın tarihi… Kapitalist modernitenin yaşam biçimini içlerine sindiremeyen kadınlar, ninelerinin gelenekleriyle anlam arayışlarını sürdürür, ruhlarını dingin tutarlar.
Bir zamanlar yaşamın anlam gücüne denk gelen kadın gerçekliği nasıl oldu da erkeğin malı, cinsel obje, aklı kıt, duygusal, bütün günahların ilk kaynağı oldu… Hangi düşünce yöntemleri, hangi uygarlıklar karşısında kadınların bilgisini ve enerjisini gasp etti. İdeolojik ve fiziksel saldırıların temelinde yatan tarihsel süreç nasıl işledi?
Erkek egemen devletçi uygarlıkların ayak seslerini duymaya başlayalım…