Şükran Aydın dosyasında olduğu gibi, açılan çok az sayıdaki davalar ya zamanaşımı ya da beraat kararlarıyla sonuçlandı. 27 Mayıs 1995’ten bu yana, yani “gözaltında zorla kaybetmelerle karşı mücadele haftasında” eylemlerine başlayan ve Galatasaray Meydanını mesken tutmuş aileler, kesintisiz biçimde verdikleri adalet mücadelesinde adalet taleplerinden de, sevdiklerinden geriye kalan bir naaş parçasına sarılmak taleplerinden de bir an olsun geri adım atmadılar
Bir bebeğin doğumun ardından ona verilen ismin, ilerde şekillenecek karakteri üzerinde olumlu ya da olumsuz etkisi olasılığını tartışan ya da buna inanan görüşler son zamanlarda sıkça dillendirilen konulardan biri. Verilen ismin anlamı, bir nevi çocuğa her seslenildiğinde kişiliğini etkileyebilecek etkiyi yaratabilir. Konunun uzmanları, benlik algısı yaratmanın çocuğun kendisini ilerde nasıl ve hangi konumda görmesine etkisinin olabileceği gibi, ismin anlamıyla karakter arasındaki uyum ya da uyumsuzluk gibi konular da karşımıza çıkabilir. Bununla birlikte, ben de, çocuğun isminin taşıdığı “ağır” anlamına cevap olamayacak şekilde duygusal zorluk yaşamasının olasılığı ya da ailenin veya toplumun daha ilk günden itibaren çocuğa verdikleri isimle gelecekteki beklentilerini dışa vurmaları şeklinde bir gözleme sahip olanlardan biriyim.
Ama bugünkü yazımda, tüm bu yazdıklarımın tam tersi şekilde, aslında hepimizin, tüm Kürt kadınlarının ve dünya kadınlarının kendisine “şükran” duyması gereken bir isimden bahsedeceğim. “Şükran”ın kelime anlamı, “şükretme, minnet duyma, teşekkür”…
Ben, bizim Şükran’dan bahsedeceğim birazdan, Şükran Aydın’dan. Kendisini tanıdığım 1996’dan beri büyük minnet duyduğum, ömür boyu minnet duyacağım Şükran’dan…Cesaretiyle, uluslararası bir insan hakları mahkemesinin kayıtlarına tarihsel notlar düşen, 1990’larda kadın ve çocuk bedenleri üzerinde gerçekleştirilen salt fiziki ve psikolojik işkenceyi değil; ancak tecavüzün de bir işkence yöntemi olarak uygulandığını ifşa eden Şükran’ın izinden gidenler, bir zaman sonra susmamaya, ifşa etmeye, adalet aramaya, tüm kadınların sesi olmaya başladılar. Gerçekte yaşananların sayısının çok daha fazla olduğunu biliyorduk ancak birçok nedenden dolayı sınırlı sayıda vakanın başvuru konusu olabildiği o dönemin korkunç ağır koşulları gözetildiğinde onun gösterdiği cesaretin büyüklüğü ve anlamı, aradan geçen 32 yıl içinde dünyanın birçok savaş ve çatışmalı bölgesinde savaş suçu olarak kadın bedeninde gerçekleşen tecavüz olaylarına bakıldığında, daha da net anlaşılır.
Derik’e bağlı bir köyden olan Şükran, 29 Haziran 1993’te sabaha karşı ailesinin başka fertleriyle birlikte jandarma tarafından gözaltına alındığında henüz 17 yaşındadır. O dönem yüzlerce vakada olduğu gibi, gözaltı işlemleri “kayıt dışı” yapılır ve 2 Temmuzda serbest bırakılana kadar tüm aile, ağır fiziki ve psikolojik işkenceden geçer. Şükran, bırakıldıktan sonra ailesine, başvurduğu İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesine ve İHD avukatları aracılığıyla Derik Savcılığına yaptığı suç duyurusunda ayrıntılı bir şekilde gözaltında maruz kaldığı işkenceleri anlatır, bir insanlık suçu olarak tecavüze uğradığını gizlemez. Şükran, okuma yazma bilmemektedir. Olaydan sonra ısrarlı biçimde “benim asla utanacak bir şeyim yok, bu insanlık dışı işkenceleri yapanlar utanmalı, ben her şeyi anlatmaya hazırım” diyerek faillerin izini kovuşturan ve konuşabildiği tek dil, anadili Kürtçe olan Şükran, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine (AİHM) yaptığı başvuru sonrasında Ekim 1996’da Strasbourg’daki mahkeme salonunda da yargıçlara tüm detaylarıyla bedeni üzerinde maruz kaldığı ağır insanlık suçlarını anlattı ve sorumluların bulunarak hak ettikleri cezaya çarptırılmalarını istedi.
25 Eylül 1997 tarihli kararıyla AİHM, bir ilke imza atarak, tarihinde ilk defa, tecavüzün bir işkence yöntemi olarak kullanıldığına hükmetti ve Türkiye’yi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. maddesinde düzenlenen işkence ve gayriinsani muamele yapmaktan dolayı mahkum etti. Böylelikle AİHM kararıyla, bu tanım, uluslararası hukuka işlenmiş oldu ve dahası, sadece insan hakları içtihadına değil, silahlı çatışmalarda uluslararası hukuk içtihadına geçti. Yeri gelmişken, dönemin İHD Diyarbakır Şubesi avukatlarıyla birlikte davayı sürdüren ve geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz, sevgili Françoise Hampson’u (uzun yıllar Essex Üniversitesinde silahlı çatışma süreçlerinde insan hakları hukuku dersleri veren kadın profesör) da sevgi ve saygıyla anmak isterim.
1990’lı yıllar boyunca Kürt coğrafyasında sadece gözaltında işkence ve tecavüzü değil, ancak gözaltında kaybetme, binlerce köy yakma, faili gizlenen cinayetlerle öldürme gibi işlenen çok ağır suçlar, içeriği ve tanımı gereği insanlığa karşı işlenen suçlar kategorisinde olduğu için zamanaşımı hükümlerine tabi değildir. Ancak buna rağmen, Şükran Aydın dosyasında olduğu gibi, açılan çok az sayıdaki davalar ya zamanaşımı ya da beraat kararlarıyla sonuçlandı. 27 Mayıs 1995’ten bu yana, yani “gözaltında zorla kaybetmelerle karşı mücadele haftasında” eylemlerine başlayan ve Galatasaray Meydanını mesken tutmuş aileler, kesintisiz biçimde verdikleri adalet mücadelesinde adalet taleplerinden de, sevdiklerinden geriye kalan bir naaş parçasına sarılmak taleplerinden de bir an olsun geri adım atmadılar. Tam da içinden geçtiğimiz bu süreçte, on binlerce canını kaybetmiş insanlar, onurlu bir barışın sağlanabilmesi için, geçmişin karanlık izleriyle yüzleşme, onarıcı adalete erişme ve hukuk mekanizmaları önünde hesap verilebilirlik sağlanmasını talep etmektedirler. Gerçekten de dünyanın benzer süreçleri yaşamış ve barışla sonuçlanmış tüm deneyimlerine baktığımız zaman, onarıcı adalet ve yüzleşme mekanizmalarının hayati önem de olduğunu görebiliriz. Nitekim, çatışma bölgelerinde ve savaş zamanlarında işlenen suçlara bakıldığında, adaletin sağlanmadığı her dönem, başka yerlerde ve zamanlarda benzer suçların işlenmesine de yol açmaktadır. Bir nev’i egemen güçler, “hesap verilemezliğin” konforuyla başka yerlerden feyz almaktadırlar. Geçen yüzyıl boyunca hem iki dünya savaşları dönemlerinde ve hem de Bosna-Hersek, Ruanda, Nijerya gibi birçok yerde kadın bedenine yönelik suçlar dahil sistematik gerçekleşen tüm insanlık suçları, cezasız kaldıkça, 21. yüzyıla gelindiğinde Afganistan’da, Şengal’de, Suriye’de, Yemen’de, Gazze’de benzer suçların işlenmesine yol açmıştır. Buradan bakıldığında, aslında bugün devam eden her kırımdan, ona sessiz kalanlar da sorumlu demek abartı olmayacaktır.
Önceki gün yaşamını kaybeden ve “İrademize Karşı” isimli eseri, 20. yüzyılın en önemli 100 kitabı arasından seçilen feminist yazar ve aktivist Susan Brownmiller, ilk olarak, 1971 yılında dokuz ay süren Bangladeş Kurtuluş Savaşı esnasında sistematik soykırım suçu kapsamında Pakistan ordu mensuplarıyla İslamcı milisler tarafından yüzbinlerce insanın öldürülmesinin yanı sıra, 200 bin-400 bin Bengalli kadının tecavüze uğramasının “savaş suçu” olduğunu yazmasının üzerinden geçen elli yıllık zaman dilimine baktığımızda, tarihin havını tersine tarayarak, başta Ortadoğu olmak üzere, dünyanın dört bir yanında, bunu yazgı olarak kabul etmeyen kadınların direnişleri önünde de “şükran” duyduğumu tekrar belirtmek isterim.
Uzun saç örgülerinin yanı sıra, tarihin havını tersinden tarayarak, yani gerçeklerin üzerindeki karanlık perdeleri parçalayarak açan kadınlara sevgi, saygı ve şükranlarımla…