Üniversitede vereceğim söyleşide artık Seve Robat’ın hikâyesini anlatmanın zamanı geldiğini, yaşananları bilinmesini istedim. Ancak anlatmayı başaramadım. Şimdi bütün cesaretimi toplamış, Yeni Yaşam Kadın Eki'ne bu hikâyeyi artık yazmak istiyorum
Bergen Üniversitesi’nin (The University of Bergen) Yaratıcı Sanatlar ve Tasarım Bölümü, pandemi sürecinde online bir söyleşi yapmamı istedi. Burada bir olayı anlatmaya karar verdim. Daha önce hiçbir yerde değinmediğim ve benim için Feyruz’dan sonra hayatımı değiştiren ikinci dönüm noktası olan bir hikâye.
Üniversitede vereceğim söyleşide artık Seve Robat’ın hikâyesini anlatmanın zamanı geldiğini, herkesin bugünlerde birçok mecliste kabul edilen “Êzidî Soykırımı”a dair yaşananları bilmesini istedim. Ancak Seve'nin hikayesini anlatmayı yine başaramadım. Şimdi bütün cesaretimi toplamış ve bu vahşetin yıldönümü için benden yazı isteyen Yeni Yaşam Kadın Eki'ne önce yazmakta kararsız kaldığım bu hikâyeyi artık yazmak, bu gazete aracılığı ile duyurmak istiyorum.
Önceki yazıda 3 aylık bir esaretin genel hatlarından bahsetmiştim. Ancak aradan yıllar geçmesine rağmen, bu yazıda anlatacağım olay ile bir türlü yüzleşemedim…
İlk alınıp koyulduğumuz üç katlı evde kadınlar kadar, küçük yaşlarda kız çocukları da vardı. Çocukların bu kadınlardan ayrıştırıldığını görüyorduk. Ailesi öldürülmüş ve Musul’a kadar bizimle getirilen bir kız çocuğu vardı yanımda. Musul’a nakledildiğimiz arabada ismini ve yaşını sormuştum. Seve Robat, 12 yaşında!
Seve; yeşil gözleri, sarı saçları, yüzünde çilleri olan çok güzel bir çocuktu. Sırayla bir bir küçük çocukları henüz bakireler diye daha üst rütbelilere götürüyorlardı. Sıra artık Seve’ye geldi. Seve’ye dair hatırladığım son bakış, onu benden alırlarken “beni bırakma” yakarışları, o yeşil gözlerinde ki korku ve onu tutmaya çalışırken elimde kalan bir tutam saçı…
Manas’ın esaretinden kurtulmayı başardığımda yanımda iki şey taşıyordum. İlki kafası kesilip önüme atılan Feyruz’un yaşamı, ikincisi ise Seve’nin saçları…
Musul’da tutulduğumuz evde, Musul’u ziyarete gelen IŞİD şeyhlerine en genç kadınlar/çocuklar verilirdi. Seve henüz çarşafımın içine sığacak kadar küçük bir çocuktu. Bütün çocukları tek tek bizden ayırıp götürdüklerinde çocuklarını bırakmak istemeyen anneler öldüresiye dövülüyor, işkenceye maruz bırakılıyor, yüzüne çok darbe almışsa “işe yaramaz” denilip kafalarına sıkılıp öldürülüyordu. Sıra Seve’ye geldi. Seve dışarı çıkarılmadan önce ona giydirmem için bana bir çarşaf verdiler. Çaresizce Seve ile göz göze geldik. Ne olacağını hepimiz biliyorduk ve o bilmenin verdiği çaresizlikle gözlerimizi birbirimizden ayırdık. Bir anda çarşafı yere attım ve giydirmek istemedim. Seve’yi arkama sakladım. Seve’yi benden alacaklar. Seve’yi benden aldılar, kollarımın arasından çıkarmayı başardılar, tam o esnada Seve’nin omuzlarından tuttum sıkı sıkıya. Bir tutam saçı da avuçlarımın içindeydi. Onu zorla benden çekmelerine rağmen Seve’yi bırakmadım ama aldılar… Ancak bir yerde tekrar Seve ile buluşacak bir şansım olursa bir gün, ona; “seni vermemek için, verilebilecek bütün savaşları verdim” demek istiyordum. Seve götürüldükten sonra bir avuç saçın elimde kaldığını gördüm.
Birkaç saç teli size neyi ifade eder?
Seve’nin elimde kalan saçlarını aldım sutyenimin içine sakladım. 84 gün süren esaretimde her gün o saçın tek bir kılına zarar gelsin istemedim. Kendime bir söz vermiştim. Bütün bu insanlık düşmanı kişileri Seve’nin saçlarıyla boğacaktım. Şimdilerde Bergen’deki atölyemde o saçları bir camekânın içinde odamın en güzel köşesinde koruyorum. Dünyada ki bütün halatlardan daha sağlam, bütün bıçaklardan daha keskin, bütün silahlardan daha öldürücü bu saçlar.
Peki Seve’ye ne oldu?
Bir gün Manas’a, Seve’nin hangi IŞİD üyesine, nereye, ne zaman götürüldüğünü, şu an ne yaptığını ve görme şansımın olup olmadığını sordum. Manas ilk sorduğumda anımsamadı. Ancak daha sonra Suriye’ye yeni gelen Gürcistan asıllı bir IŞİD'li olan, “savaş şeyhi” olarak bilinen Tarkhan Batıraşvili’ye (Ebu Ömer Şişani) ganimet olarak verildiğini, Şişani’ye ait birine ya da bir şeye yaklaşmanın imkânsız olduğunu anlattı. Daha sonra Şişani’nin ölümü ile ilgili birçok farklı açıklama yapıldı. YPG 2015’te Suriye’de, ABD Savunma Bakanlığı 2016’da Heseke’de, Rusya ise 2017’de Ebu Kemal’de öldürüldüğünü söyledi. Ancak hiç biri doğru değildi. Seve bütün kardeşlerinin intikamını almıştı. Hayatına son verme kararı aldığında kendisiyle beraber Şişani’yi 12 Temmuz 2016’da Musul’da fare zehri ile öldürmüştü. 2017’de kaçmayı başaran bir kız kardeşimiz, bunun örgütte çok ciddi saklandığını anlatırken ilk defa sutyenime sakladığım saç tellerini çıkarmış, gözyaşlarım ile sulamış ve camekâna yerleştirmiştim.
7’inci yılını bitiren bir vahşetin yıldönümüne giriyoruz. Bu vahşetin kıyısından köşesinden tanığı olan hiçbir insan bir daha eski hayatlarına geri dönemedi. Oscar Wilde’ın çok güzel bir anekdotu var; “Yaşamak çok nadir rastlanan bir şeydir. Çoğu insan sadece var olur.” O vahşete tanıklık eden herkesin kendisine sorduğu tek soru artık şudur; “Ben yaşıyor muyum, yoksa sadece nefes mi alıyorum?”
Bitirmeden Seve’ye, Gulîzer'den ithafen;
“Min bi heft zimanan
ji heft jinên di tengasiya zayînê de
duayan berhev kir
ji bo hatina te
nizanim xwedê bi kîja zimanî dizane”
"Yedi dilde, doğum sancısı çeken,
yedi kadından dualar derledim
bir gün dönersin diye
bilmiyorum ki Allah hangi dilden anlıyor."
*Destekleri için Mehmet Elma’ya, Çeviri için Yeryüzü Derneği’nden Mete’ye, bu çalışmaları için Yeni Yaşam Kadın Eki'ne teşekkürler…