Bu paket, hukuki değil, ideolojik bir müdahaledir. “Ahlak” ve “değer” gibi subjektif kavramlarla hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Hukukun görevi, toplumu tek tipleştirmek değil; çeşitliliğini korumaktır
Yargı “Reformu” Kimin İçin?
Siyasi iktidarın, gözlerden uzak, kaçamak cevaplarla hazırladığı 10. Yargı Paketi; “‘uyutulmaya’ karşı idmanlı dikkatlerden kaçamadı. Her şeyin içine tıkıştırılmış bu düzenleme, kadınların, çocukların, LGBTQ+ bireylerin hak kayıplarıyla karşı karşıya kalacağı bir süreci tetikliyor.
Hukukun amacı; bir zümrenin değil, herkesin hakkını korumaktır. Ancak bu paket, “kendine hukuk” anlayışıyla, belirli kimlikleri dışlayan, cezalandıran bir zihniyeti güçlendiriyor. Erkek egemen, tekçi bir düzenin “pürüzsüz” işletilmesi hedefleniyor. Bizlerse bu düzende sadece birer teferruat olalım isteniyor.
Düzenlemeler yapılırken hukukçuların, akademisyenlerin, kadın örgütlerinin görüşlerinin alınması gerekirdi. Ancak bunun yerine, iktidarın dar ihtiyaçlarına hizmet eden “torba yasa” formu tercih edildi. Bu da denetimi neredeyse imkansız hale getiriyor.
Belirsiz Kavramlar, Belirgin Tehditler
Pakette geçen “toplumsal değerlere aykırı propaganda” ifadesi, kadınların ve LGBTQ+ bireylerin kamusal görünürlüğünü tehdit ediyæor. “Toplumsal değer” denilen şey kimin tanımı? Bu muğlaklık, dayanışma çalışmalarını ve varoluşun kendisini yasa dışı hale getirme riski taşıyor.
“Biyolojik cinsiyet” gibi tanımlamalar, “ahlak”la birleştiğinde; yaşam tarzı ya da kıyafeti nedeniyle kadınlar hedef alınabiliyor. Futbolculara taşıttırılan doğum mesajı gibi, bedenlerimiz üzerinde karar vermeye kadar ilerleyebiliyorlar. “Teşvik”, “övgü”, “özendirme” gibi ifadelerle görüş belirten herkesin suçlu ilan edilmesi ise açıkça düşünce özgürlüğüne tehdittir.
Kadını Eve, LGBTQ+ Görünmezliğe
“Ailenin korunması” gerekçesiyle kadın geleneksel rollerle sınırlandırılırken, LGBTQ+ bireyler kamuoyunun dışına itilmek isteniyor. Bu yalnızca birey haklarına değil, toplumsal cinsiyet eşitliğine de açık bir saldırıdır. Oysa eşitlik, adil bir toplumun temelidir.
Hukuk mu, İdeoloji mi?
Bu paket, hukuki değil, ideolojik bir müdahaledir. “Ahlak” ve “değer” gibi subjektif kavramlarla hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Hukukun görevi, toplumu tek tipleştirmek değil; çeşitliliğini korumaktır.
Af Düzenlemeleri: Kimin İçin?
“Af yok” denilse de kadınlara ve çocuklara şiddet uygulayanların tahliye edilebileceği ihtimali kamuoyunu endişelendiriyor. Bu tür aflarla serbest kalanların tekrar suç işlediğine sıkça tanık olduk. Cezaevinde geçirilen süre, bireyi iyileştirmeyen, sadece intikamın sürdüğü bir döngüye dönüştü.
Türkiye’de cezaevleri 200 bin kişilik kapasiteye rağmen 400 bin kişiyle tıka basa dolmuş durumda. Bu da siyasi değil, insani ve hukuki çözümler üretme zorunluluğunu doğuruyor. Ancak hangi suçların affa tabi tutulacağı belirlenmeden yapılacak her düzenleme, mağdurlar için ikinci bir cezaya dönüşebilir. Burada da hak temelli bilimsel kapsamlı bir çalışma yapılmazsa çözüm zannedilenin yeni ve devasa sorunlar yaratması ihtimali endişe veriyor.
Cezaevleri, sistem muhalifleri ile dolu. Halkın seçilmiş başkanları, siyasi parti temsilcileri hukuka uygun hiçbir gerekçe olmaksızın rehin tutuluyor. Derhal tahliyesi gereken hasta mahpuslar her geçen gün yaşam hakkı ihlali tehdidi altında. Cezaevlerinde tedavisi yapılmadığı için ölen, son günlerinde yakınlarını, evlatlarını göremeden göçüp giden insanlar vicdanlarda büyük yara açıyor. Hal böyle iken bu yargı paketleri ile yapılmak istenen, zaten çoğu dışarıda kol gezen ve çok azı ceza almış olan çetelerin, katillerin, işkencecilerin, hiçbir itiraza mahal verilmeden serbest bırakılması. Bu çok büyük haksızlık. Üstelik hastalığı gittikçe büyüyen bir toplumu daha da iflah olmaz bir hale sürükleyen sorumsuz bir tutum.
Umut Hakkı: Düşünce Suçluları İçin Hayati Bir Talep
Umut hakkı, AİHM içtihatlarında tanınmış bir hak. Ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası alanların belirli bir süre sonra yeniden değerlendirilmesi, insan onurunun bir gereği.
Türkiye’de düşünce suçlusu olarak nitelendirilen gazeteciler, akademisyenler, insan hakları savunucuları ve siyasal mahpuslar açısından umut hakkı yaşamsal önemde. Bu kişiler yıllarca cezaevinde tutulmakta; infaz sisteminde yer alan keyfilik, hukuka aykırı puanlama sistemleri ve denetim mekanizmaları tahliyelerini engellemekte.
Bu keyfilik, Milyonların iradesi olarak gördüğü Sayın Abdullah Öcalan’a uygulanan mutlak tecrit ile zirveye ulaşmış durumda. Bu, sadece bireysel değil, toplumsal barışın önünü de tıkayan bir pratik.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, umut hakkını cezanın infazı süresince bireyin insanca muamele görme hakkı ile ilişkilendirir. Örneğin, İtalya ve Almanya gibi ülkelerde ağırlaştırılmış müebbet cezası alan mahpuslar belirli kriterleri karşıladığında yeniden değerlendirme sürecine alınmakta. Bu tür uygulamalar, hem cezanın amacı olan toplumsal onarma idealine yaklaşmakta hem de devletin birey onurunu gözetme sorumluluğunu yerine getirmekte. Bu yargı “reformu” diye anılan pakette yer almaması büyük eksiklik. Buna dair düzenleme acil bir gereksinim.
Tutsaklığının ilk gününden bu yana barışın tesisi ve rejimin demokratikleşmesi için yoğun bir çaba içinde olan, bu alanda eserler üreten ve siyasi iktidarı da barış ve demokratikleşme yönünde adımlar atmaya zorlayan Sayın Abdullah Öcalan’ın şahsında sembolleşen bu hak; başlı başına, üzerine ayrı ve kapsamlı yazılar yazılacak denli önemli ve derindir.
Ancak işin özü şudur: Hem siyasi iktidarın hem muhalefetin umut hakkına dair alacağı tutum, Türkiye’nin daha da otoriter ve baskıcı bir rejime mi, yoksa barışçıl ve demokratik bir sisteme mi evrileceği sorusunda belirleyici bir eşik oluşturmaktadır.
Bu nedenle umut hakkını; sadece “içerideki” siyasi mahpuslar açısından değil, dışarıdaki milyonlar; emekçiler, kadınlar, çocuklar ve hatta doğanın geleceği açısından da hayati önemdedir. Türkiye’nin otoriterleşmenin karanlık dehlizlerine mi yoksa demokratik bir yola mı gireceği, bu eşikte nasıl bir tutum alınacağıyla doğrudan ilgilidir.
Birlikteyiz, Vazgeçmiyoruz
Kadın hareketi ile LGBTQ+ mücadelesi, aynı baskı mekanizmalarına karşı direnir. Çünkü bu mücadeleler, eşitlik, özgürlük ve görünürlük taleplerinin ortaklaştığı yerdedir. Aynı zamanda tüm diğer hak mücadelelerinin de hayat damarını oluşturur. Zira hiçbir hak, diğerinden bağımsız var olamaz.
Yargı paketi yalnızca teknik bir metin değil; “bazı hayatlar daha değersizdir” mesajını taşıyan siyasal bir bildiri gibi olmuş. Biz bu mesajı tersine çevirmek zorundayız.
Geçmişte de defalarca tanık olduk: İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme sürecinde kadınların ve LGBTQ+ bireylerin verdiği mücadele, baskıcı politikaların karşısında nasıl ortak bir ses olunabileceğini gösterdi. 8 Mart’ta sokakları dolduran kalabalıklar, her türlü yasak ve engellemelere rağmen mücadele kararlılığının sönmediğini haykırdı. Bu tarihsel deneyimler, bugün vereceğimiz mücadelenin zaten güçlü bir temele dayandığını gösteriyor.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 10. maddesi, herkesin kanun önünde eşit olduğunu söyler. Devletin bu eşitliği sağlama yükümlülüğü vardır. Ancak ideolojik yaklaşımlarla düzenlenen yasalar, bu yükümlülüğü ihlal eder. Hukukun amacı, bireyleri – kimlikleri değil; davranışları yargılamaktır.
Hiçbirimiz diğerinden daha az değerli değiliz. Görünürlüğü azaltmaya çalışanlara cevabımız net: Nereye bakarlarsa baksınlar, orada bizi görecekler. Çünkü biz, yaktığınız cadıların, susturduğunuz seslerin, görünmez kılmaya çalıştığınız hayatların mirasçılarıyız. Ve biz, yaşamı birlikte ve inatla savunmaya devam edeceğiz.
Bugün Türkiye’deki hak mücadeleleri yalnızca yerel değil, küresel bir adalet arayışının da parçasıdır. İran’dan Arjantin’e, Polonya’dan Hindistan’a kadar kadınlar, LGBTQ+ bireyler, işçiler, akademisyenler ve gençler; her yerde benzer baskılara karşı direniyor. Dayanışmamızın sınırları yok!
Bu yüzden sesimiz yalnızca bu ülkeye değil, dünyaya da bir çağrıdır:
El ele Jin Jiyan Azadî sloganımızla hep birlikte, onurlu bir barış ve özgür bir yaşam için mücadeleye!