Tek tek kadınların burjuva patriyarkal sistemde erkekler kadar cinsiyetçi, sermaye yanlısı, ırkçı, milliyetçi olarak erkek devletin hiyerarşisinde yükselmesini marifet sayan feminizm değil, modernizmdir
Batı’da 80’lerde neoliberalizmle birlikte, tekstil gibi emek yoğun üretimin yaygın olduğu sektörler geç kapitalistleşmiş, emeğin ucuz ve örgütsüz olduğu ülkelere taşınırken Türkiye de “ihracata dayalı büyüme” modeliyle dünya markalarının taşeron üreticisi haline geldi. 12 Eylül’ün bütün sınıf örgütlenmelerini dağıttığı koşullarda kadınların da ucuz işgücü olarak ücretli emek gücüne katılmasıyla ihracata dayalı büyümemin temelini oluşturan ucuz emek ihtiyacı karşılanmış oldu.
2000’lerde Türkiye’de AKP ile tamamına erdirilen neoliberal dönüşüm sonucunda üretim süreçlerinin parçalanmasıyla, tekstil üretimi de büyük fabrikalardan küçük atölyelere ve evlere dağılırken kadınların ücret seviyesi de yeniden düştü. Kadın istihdamının yarım zamanlı, parça başı, ev eksenli düşük ücretli sigortasız güvencesiz ve sendikasız çalışmayı dayatarak artırılmaya çalışıldığı bu sürecin ideolojik temelleri de ev ve iş yaşamını uyumlaştırma söylemiyle inşa edildi. Esas görevi annelik olan kadınların geçici olarak aile bütçesine katkı için istihdama katılacağı propagandasıyla, kadınların işçi sınıfının eşit bileşeni olduğu gerçeği perdelenmeye çalışıldı. Sendikaların da kadınları genellikle işçi sınıfının eşit bileşeni görmeyen erkek egemen yapısı, kadınların örgütsüzlüğünü ve sermaye karşısındaki güçsüzlüğünü belirgin kıldı.
Fabrikayı kapatacağını açıklayarak çoğunluğu kadın 300 işçiyi tazminatlarının büyük bölümünü gasp ederek işten çıkarmak isteyen ETF Tekstil de 1994’ten bu yana, ihracata dayalı üretim amacıyla kurulan fabrikalardan biri olarak, uluslararası markalara üretim yapıyormuş. Firmanın sahibi Sanem Dikmen de 90’larla birlikte sıklıkla görmeye başladığımız Güler Sabancı, Ümit Boyner, Aynur Bektaş tarzı “başarılı, girişimci kadın işveren” modellerinin devamcılarından. Başarısı çok açık ki en az erkek patronlar kadar işçileri sömürmesinde, haklarını gasp etmesinde, işçi düşmanlığında yatıyor. Hakkını aramak, kendileriyle görüşmeyen Sanem Dikmen’i protesto etmek için çatıya çıkan kadın işçi için “artistlik yapıyorlar” diye açıklama yapan Sanem Dikmen, işçileri sömürmek söz konusu olduğunda erkek patronlardan hiçbir eksiği olmadığını gösterdi. Bu başarıları nedeniyle bir işveren örgütü olan Türkiye Giyim Sanayicileri Derneği’nin (TGSD) “müşterek başkanlık sisteminde” kadın başkan olabilmiş belli ki. (Eşbaşkanlık değil müşterek başkanlık sitemi demişler ve başka STK’ların da ilham almasını umut ettiklerini belirtmişler web sitelerinde!)
İlk krizde, sahibi olduğu Boyner mağazasında kadınları işten çıkaran Ümit Boyner’in TÜSİAD başkanlığı da işçilerin hakkını gasp eden Sanem Dikmen’in TGSD “müşterek başkanlığı” da feminizmin kazanımı değildir. Babalarıyla, kocalarıyla ya da başka sermaye sahibi erkeklerle işçi sınıfını en az onlar kadar iyi sömürme konusunda verdikleri mücadeleden başarıyla çıkmış olmaları, bu kadınların feminizm sayesinde elde ettiği kazanımlar olabilir ama feminizmin onlar sayesinde elde ettiği bir kazanımdan söz etmek mümkün değildir. Kürtaj kampanyalarında ya da İstanbul Sözleşmesi için verilen mücadelede feminist hareketin kimi taleplerini sahiplenen bir söyleme sahip olmaları feminist hareketin işçi sınıfı ile sermaye sahibi kadınlara eşit mesafede olduğu anlamına gelmez. Bütün kadınların maruz kaldığı baskıya ve erkek şiddetine karşı her sınıftan kadınla yan yana gelmek feminist hareketi sermaye ile yan yana getirmez. Feminist hareket kadınları kapitalist patriyarka nedeniyle ucuz işgücü olarak istihdam eden kadın ya da erkek patronlar karşısında elbette işçi sınıfından kadınların yanındadır, işçi sınıfından kadınların parçasıdır…
Devlet siyaset feminizm
80’lerde İngiltere’de neoliberal dönüşüm ve sınıfa yönelik saldırılarla eş zamanlı olarak Kuzey İrlanda’da devlet şiddetinin artırılarak hayata geçirilmesi sürecinin başbakanlığını Margaret Thatcher yapmıştı. Aynı şekilde 90’larda Türkiye’de neoliberal dönüşümün hızlandırılmasının, sınıf mücadelesini bastırmanın ve Kürt halkına yönelik kirli savaşın yürütülmesinin başbakanlığını da Tansu Çiller yapmıştı. 80’lerde ve 90’larda ne İngiltere’de ne de Türkiye’de Margaret Thatcher’ın ve Tansu Çiller’in başbakanlıklarını alkışlayan bir feminist hareket oldu. Keza emperyalist saldırganlığın kadın yöneticileri; birinci Irak savaşından sonra beş yüz bin çocuğun ambargolar nedeniyle ölümünü “olur o kadar” diye açıklayan Madeleine Albraight’ın, ikinci Irak savaşının katillerinden biri olan Condelazza Rice’ın ya da Suriye’de cihatçı çeteleri destekleyen Hillary Clinton’un bakanlıklarını, feminizm ya da kadınlar adına kazanım olarak gören bir feminist hareket de hiçbir zaman söz konusu olmadı. Feminist hareket için tarihen kıymetli bir kadın bakandan söz etmek gerekirse ilk aklımıza gelen elbette dünyanın ilk kadın bakanı, Ekim Devrimi’nden sonra SOVNARKOM’da halk komiserliği yapan Aleksandra Kollontay olur.
Tek tek kadınların burjuva patriyarkal sistemde erkekler kadar cinsiyetçi, sermaye yanlısı, ırkçı, milliyetçi olarak erkek devletin hiyerarşisinde yükselmesini marifet sayan feminizm değil, modernizmdir. Elbette burjuva patriyarkal devletin parlamentolarında sınıftan, ezilen halklardan, kadınlardan vd. yana olan, demokrasi ve özgürlükler için mücadele veren partiler ve bu partilerde kadın vekiller, kadın başkanlar/eşbaşkanlar vardır. Onlar kadın kurtuluş mücadelesinin o parlamentolarda sesi olurlar. Ancak ezilenlerden yana değil ezenlerle uzlaşarak, bütünleşerek düzenin-devletin bekasını koruyan ırkçı milliyetçi- burjuva partilerinde yükselen kadınlar tam da modernizmin imkânsız kadın erkek eşitliğiyle feminizmin kadınların kurtuluşu siyaseti arasındaki ayrımda birinci grubun temsilcisi olurlar.
Feminizm kadınların patriyarkayı yıkma/aşma mücadelesinde patriyarkanın kendini yeniden üretmesini mümkün kılan egemenlik ilişkileriyle (bir kurucu egemenlik ilişkisi olarak kapitalizm ya da ırkçılık, milliyetçilik, heteroseksizm) yan yana gelmez. ABD’nin ilk başkan yardımcısının Kamala Harris, IMF başkanının da Kristalina Georgieva olması feminist hareketin kazanımları hanesinde asla kendine yer bulmadı. Keza 90’lardaki kirli savaşın, gözaltında sosyalist-devrimci kadınlara tecavüz eden polislerin içişleri bakanı olan Meral Akşener’in ya da İngiltere’de başbakanlığa aday olurken mültecileri (aynı Akşener gibi) ülkeden süreceğini övünerek anlatan Liz Truss’ın parti başkanlığının da feminist hareket açısından herhangi bir “kıymetiharbiyesi” yoktur… Feminizm patriyarkaya karşı mücadele ederken bütün ezilenlerle yan yana durur; bizim feminist mücadelede, örgütlerde, harekette öğrendiğimiz de sadece budur. Yine de elbette kendine feminist diyenler içinde yeni IMF başkanının ya da müstakbel İngiltere başbakanının kadın olmasını feminizm için anlamlı bulanlar olabilir. Ama 2010 referandumunda hayır oyu veren sosyalistleri darbeci ilan edenler ya da 19 Mayıslarda 29 Ekimlerde kutlama yayınlayanlar bütün sosyalist hareketi ne kadar temsil ediyorsa, bu arkadaşlar da feminist gece yürüyüşlerinde patriyarkaya, kapitalizme, ırkçılığa, milliyetçiliğe, dini baskılara, heteroseksizme karşı on binler olup yürüyen feminist hareketi o kadar temsil eder. Hani Zizek’in NATO güzellediği bir dünyada her şeyin sorumluluğu da feminist harekete yüklenmese mi…