İstanbul’da 12 Eylül askeri darbesi sonrası ilk kitlesel kadın yürüyüşü olan “Dayağa Karşı Dayanışma Yürüyüşü”nden bir kare.
tarihte her olumsuz şeyin olumlu sonuçları da oluyor. yenilgimiz bize başka kurtuluş projeleri üzerine düşünme imkânını tanıdı. yoldaşlarımız, ilk on yıl boyunca bize küstü, ardından gelen on yıl boyunca şüpheyle baktı…
üstünden 41 yıl, yetişkin bir insan ömrü geçmiş yani. bir on yıla, hadi bilemediniz yirmi yıla dönemi hatırlayacak yaşta olanlar göçmeye başlayacak. bu kırk yıl içinde konuyla ilgili yüzlerce kez yazılmıştır ama dilden dile geçerken ufak tefek değişikliklere uğrayan, sonunda bambaşka bir biçim alan hikâyeler gibi, anlatımlar da git gide gerçeklikten kopup bugünün ihtiyaçlarına cevap verir hale geldi. bunlardan birkaçına değinmek istiyorum.
-12 eylül öncesi solun bir tür asr-ı saadet’i gibi anlatılıyor ama bence bu doğru değil. özellikle 76-80 arası bir iç savaşın imkânlarının yanı sıra kısıtlarını da barındırıyordu; faşistlerin hedef aldığı mahallelerde yaşayanlar her şeyden önce can güvenlikleri için sola sığınıyordu ama bunun geçici bir bağ olduğunu darbeden sonra gördük. diğer yandan dünyanın her yerinde solun güçlendiği bir dönem olması, reel sosyalist sistemin varlığının sağladığı olanaklar* da önemliydi. ama her şeyin mükemmel, devrimin yakın olduğu fikri gerçekçi değil.
-12 eylül siyasal baskıdan ibaret değildi, sadece siyasi güçleri hedef almıyordu. amacı yeni bir türkiye kurmak, rehberi ise abd ve 24 ocak kararlarıydı. abd’nin etkileri üzerinden düşündüğümüzde, türkiye’deki 12 eylül darbesini, örneğin şili’de 1973’te gerçekleşen 11 eylül darbesinden ayrı ele almak mümkün değil. 24 ocak kararlarını, zamanın güçlü sendikal örgütlenmeleri, iyi kötü meclis varken hayata geçirmek zor olurdu. bir darbe işleri kolaylaştıracak, ayak bağı olabilecek solu tasfiye edecekti. türkiye’nin, eksik gedik bir sosyal devletten bugünkü tek işlevi şiddet tekeli olan devlete evrilme süreci böyle başladı.
-bugünün 12 eylül’den bir farkının olmadığı, hele de bugünün daha beter olduğu doğru değil. 12 eylül’dekine benzer uygulamalar olsa da o dönemki gibi bir baskı bugün yok. ama 12 eylül’de başlayan neoliberalleşme ve dinselleşme sürecinin devamını görüyoruz.
ya kadınlar?
darbenin kendisini solcu, devrimci sayan kadınlar üzerindeki etkileri konusunda kumru başer’in şu şahane yazısının ( https://bianet.org/biamag/kadin/140868-12-eylul-bir-darbe-oldu-hayatim-degisti) üzerine söz söylemek gereksiz.
bense iki noktayı ele almak istiyorum. birincisi, 1980 darbesinin yapıldığı günlerde, bütün kadınlar politikayla ilgili değildi. onların hayatında da önemli değişiklikler oldu. sokaklarda çatışma olmaması rahatlatıcıydı ama bu sefer de sokağa çıkma yasağı, her evden birilerinin gözaltına alınması, sokakta, birkaç metrede bir elinde uzun namluluyla bir askerin beklemesi gibi şeyler, sosyal hayatı sınırlıyordu. 1983’te, kürtaj yasal hale geldi! aynı dönemde kadınların ücretli çalışma olanakları genişledi: tarımda ücretsiz aile işçiliğinden ücretli çalışmaya geçiş oldu, yüksek öğrenim alan kadın sayısı arttı, sermayenin becerikli ve uysal işgücüne duyduğu ihtiyacı kadınlar karşıladı. ama bu aynı zamanda, ücret yani kendine ait bir gelir anlamına da geliyordu.
o yıllarda yeni yeni filizlenen feminist hareketin gördüğü teveccühte bunun büyük etkisi var.
ama cinsiyetle ilgili meseleler kadınlarla sınırlı değil
diğer yandan, cunta eşcinsellere ve translara karşı adeta bir insan avı yürüttü. sokağa çıkma yasağı, sosyal hayatta gizlenmek zorunda olan eşcinsellerin birbirini bulabildiği gece hayatına ağır bir darbe indirdi. o sırada neredeyse sadece trans kadınların görünürlüğü vardı, bu insanlar ağır baskı gördü, sahnede çalışmaları engellendi**, işkence gördüler, trenle istanbul dışına, daha büyük toplumsal baskıyla karşılaşacakları yerlere gönderildiler. cunta, seks işçiliği yapan kadınlara da ağır baskı uyguladı, çalışmalarını zorlaştırdı, sürekli gözaltına aldı. eşcinsellere ve translara uygulanan baskılar, daha sonra lgbti+ hareketinin ortaya çıkmasında önemli bir rol oynadı.
nasıl oldu da oldu?
darbe öncesi ve sonrası, solun içinde tartışmalar, fikir ayrılıkları vardı. ama hikmet kıvılcımlı*** dışında farklı, özgün bir şey söyleyen bir metin ya da grup yoktu. mevzu bile değildik yani. darbe çoğu erkek olan önderleri esir almıştı, geçmişte görece hafif işleri yapan kadınlar dışarıda, mücadeleyi yüklenmişti ve kimse başarılarını sorgulayamazdı! o tarihsel ânı bir görüntüyle ifade etmem gerekse, bir pencerede, yükselen güneşe karşı gerinip dışarı atlayan ve koşan bir kadının görüntüsünü kullanırdım. kapıdan değil, pencereden çıkması gereken bir kadın, kapıya giderken mutfakta oyalanmak zorunda kalabilir, kapılar tutulmuş olabilir. feminizmin filiz verdiği siyasal ortam böyle bir şeydi.
ama şunun altını çizmek isterim. kadınların özgürlüğü fikri sadece solcu kadınların aklına gelen bir şey değildi. efsanevi kadınca dergisi, anaakım dergiciliğin önemli bir kuruluşu olan gelişim yayınları bünyesinde 1978 yılında yayınlanmaya başladı. dergi, özellikle 1980 sonrasında büyük ilgi gördü.
darbe sonrası filizlenen kadın hareketine katılanlar arasında kadınca’nın okurları vardı, kadınca’ya erkek şiddeti konusunda kendi yaşadıklarını anlatmış olan nurser öztunalı, hareketin ilk kuşağından ve kadın çevresi’nin kurucuları arasındaydı.
ama hareketin, çoğu akademi kökenli birinci kuşağıyla, onlardan birkaç yıl sonra harekete katılan ve genellikle sol örgütlerde bulunmuş ikinci kuşağının fikri dünyasında, solla hesaplaşmak daha büyük bir yer tutuyordu. burada durup bir nefes alalım. 12 eylül öncesi de kadın hareketleri vardı tabii. bunların içinde özellikle ilerici kadınlar derneği (ikd) çok büyük bir kadın kitlesini harekete geçirmeyi başarabilmişti.
1980 sonrası ortaya çıkan feminist hareketin ikd ve benzerlerinden iki büyük farkı vardı. bunlardan birincisi, odağına kadın özgürleşmesini alması, ikincisi herhangi bir sol örgütle herhangi bir bağının bulunmamasıydı. feministler arasında daha önce ve o sırada sol örgütlerle bağlantıları olan kadınlar vardı ama hareket tam anlamıyla bağımsızdı, kendi yapısını oluşturmuştu. o kadar bağımsızdı ki, bağımsız kadın hareketi tanımı bile benimsenmiyordu; kimden bağımsız olunacaktı ki! bugünkü farklı sol örgütlerin feminizmi savunan, kararlarını kendileri alan örgütlenmelerinden de farklı bu durum. o zaman farklı sol örgütlerden ya da tek örgütü kadın hareketi olan kadınlar bir aradaydı, ayrıca herhangi bir sol örgütte ileri bir noktada olan bir kadın, bir başka örgütün ya da kendi bulunduğu örgütün alt kademelerinde yer alan bir kadınla eşit değerde görülüyordu. bu noktada şunu da hatırlatayım; o sıralarda sol örgütlerin tepelerinde çok çok az kadın bulunuyordu.
darbeye kadar olan dönemde, feminist hareketin üstünde yükseleceği bir zemin oluşmuştu, birçok feminist kitap türkçeye çevrilmişti, kadınca ilgi görüyordu, kadınlar bir biçimde örgütlüydü. öyleyse feminist hareket neden daha önce değil de 12 eylül sonrası filizlendi?
aslında bunun birden fazla sebebi var. öncelikle, darbe öncesi iç savaş koşulları, sadece bu konuya odaklanılmasına yol açıyordu. ama o yıllarda da adlı adınca feminist düşünceyi benimseyen kadınların bulunduğunu biliyorum. ama bu görüşleri örgütlemek sol örgütlerle karşı karşıya gelme sonucunu doğururdu. sol, örgütlenmeyi -bazen de haklı olarak- yönetmek olarak görüyordu. o yüzden, bırakın feminizmi, troçkizm bile sapma, ihanet vb. biçimlerde değerlendirilir, farklı örgütlerin aynı alanda bulunması bile hoş karşılanmazdı. dolayısıyla, sadece feminizm ve lgbti+ hareket, ya da dünyada da yeni yeni oluşmaya başlayan çevre hareketi de değil, örneğin anarşizm de 12 eylül sonrasında örgütlenmeye başladı.
farklı kurtuluş projeleri ve ayrılıkçı hareketler
devam etmeden şunu ifade etmeliyim. o yılların doğrusu yanlışı bir yana, hiçbir anlamlı özeleştiri yapılmamış olması, kurumsal değerlendirmelerin daha da eksik olması da bir başka yana… kendimi, hâlâ da değil, geçmiştekinden daha güçlü ve bilinçli biçimde devrimci ve komünist olarak nitelendiriyorum. komünizmden de, çok kabaca söylersem, ücretli emeğin kurtuluşunu ve kârın yerine insanlığın ihtiyaçlarıyla belirlenen bir toplumsal yapı, devrimcilikten de tarihte sıçramalar oluşturacak politik müdahaleler arayışını anlıyorum. ama ücretli emeğin mücadelesinin, tüm insanlığın kurtuluşunu sağlayacağına inanmıyorum.****
tarihte her olumsuz şeyin olumlu sonuçları da oluyor. yenilgimiz bize başka kurtuluş projeleri üzerine düşünme imkânını tanıdı. yoldaşlarımız, ilk on yıl boyunca bize küstü, ardından gelen on yıl boyunca şüpheyle baktı. otuzuncu yılda, çoğu biraz tepeden bir bakışla da olsa, takdir ediyor. gelecek on yılda, öğrenmeye de başlayacaklarını ve bir başka hareketle kurulacak tek ilişkinin, ona öncülük etmek olmadığını anlayacaklarını umuyorum.
—
*bu sistemi yenilginin sebepleri arasında sayanlar varsa da bu görüşe katılmıyorum. bu ülkelerdeki bütün uygulamaları olumlamıyorum. ama emperyalist-kapitalist sistemin sosyalist ülkeleri o kadar karalamaya ihtiyaç duyması bile nasıl olumlu etkileri olduğunun bir göstergesi.
**bu konuda çok bilinen örnek bülent ersoy’dur ama tek değildir.
***kıvılcımlı hikmet, kadın sosyal sınıfımız. (istanbul; sosyal insan yayınları)
****daha 1980’li yıllarda, sadece kürt hareketi de değil, irlanda gibi deneyimler de, tek kurtuluş fikrinin proletaryanınki olmayabileceğini düşündürmüştü. doksanlarda, diyarbakır’da bir panelde, biraz da izleyenlerin samimiyetiyle yükselerek, “sizinle ortak bir noktamız var, bizi kurtaracaklarını söyleyenler oldu ama sizler de, bizler de kendi kurtuluş hareketlerimizi oluşturduk” mealinde bir şey söylemiştim ve orada bulunanların çoğunun derdimi anladığını gördüm.