Kaynaşmış, birbirinin dilinden anlayan, hepsinden önemlisi aynı dilden konuşan proletaryanın düşe kalka da olsa, yenilgilerden de geçse kendisi için sınıf olma bilincine bütün bu yolları adımlayarak ulaşmışlardı
LC Waikiki'deki üretim zorlamasının gerek işçiler arasındaki rekabeti kızıştırarak onları sınıf olmaktan uzaklaştırması gerekse bu rekabet içinde yaşanan fiziki zorlanmalar/yıpranmalar anlamında nelere mal olduğunu bir kez daha düşündüm. İlki sınıfın geleceğinden çalmak ikincisiyse tek tek işçilerin bugünkü fiziki varlıklarını aşındırmak anlamında son derece çarpıcıdır. Hemen ardından bir başka haber düştü önüme. İktidarın memur ve emekli maaşlarına yapmayı planladığı zamma ilişkin TBMM'ye sunduğu tekliften söz ediyorum.
Burjuvazi ve onun hükümeti, memleketi ucuz işgücü cenneti haline getirmek için TÜİK’in manipülatif enflasyon verilerine de sırtını dayayarak açlık ve yoksullukla boğuşan kitlelerin öfkesine birkaç damla su dökmüş oldu. Kızgın tavaya damlatılan su misali buhar olup uçtu anında… Geriye, işçi ve emekçilerin ücret/maaşlarına artış yapıyor gibi görünerek onları sefalette eşitleme politikasının stratejik niteliği kaldı.
DİSK ve KESK gibi, emeğin çıkarlarını savunduğu iddiasındaki sendikalardan protesto açıklamaları dışında dişe dokunur tek bir tepkinin gelmemiş olması ise işin bir başka vahim boyutunu oluşturuyor.
Rekabet
Sosyal medyada, üstelik KESK'in adı kullanılarak paylaşılan kimi mesajlar ise iktidarın işçi-memur ayrımını derinleştiren politikasına adeta kan taşıyordu: “Onca yıl okuduk, maaşımız diploması olmayan işçiyle eşitleniyor ya da onun altında kalıyor” diye yakınan bu yaklaşım, emek mücadelesini güçlendirmez, aksine emekçiler arasındaki bölünmüşlüğü derinleştirir.
Rekabet işçi sınıfını böler, birbirinin düşmanı haline getirir. Etnik, dinsel ve cinsel bölünmeler sınıfı parçalayarak her birini kendi kısır dünyası içinde hep daha fazlasını yapmaya zorlar. Kaderlerinin birbirine bağlı olduğu sınıf kardeşlerine yakınlaştırmaz, çoğu zaman kendi emeğine de yabancılaştırarak fersah fersah uzaklaştırır. Üretim zorlamasına ayak uyduran işçi tükenirken patronu zenginleştirir.
Denetim
İşçileri askeri disiplin altına almayı hedefleyen hiyerarşik/bürokratik denetim de içinde olmak üzere emek sürecinin sermaye tarafından denetlenmesinin çeşitli biçimleri vardır.
Emek sürecinin denetimi, sadece baskı üzerinden gerçekleşmez, sömürülen işçinin onayının da bir şekilde alınması gerekir. Baskıyla birlikte rızayı da içeren, karmaşık ve çelişkili bu süreçte işçilerin itaatini sağlamak, onların onayını almak kapitalist üretimin “selameti”, artı değerin artırılması açısından adeta zorunludur. Bu da işçiler açısından denetimin gönüllü̈ olarak kabulünü gerektirir. İçlerinde belki de en etkili ve “sonuç alıcı” olanı yanında çalıştığı tezgâh arkadaşı tarafından denetlenmektir; prim alabilmek için “üretim zorlaması”na direnenlerin dışlanmasıdır.
Çünkü kapitalist üretim sürecinde kimi zaman doğrudan kimi zaman el altından enjekte edilen deolojik denetim esas olarak düşünceler, idealler, değerler, davranışlar üzerinde etkide bulunur. Usul usul yayılmaya çalışılır bireycilik, kolektivizmin kökü her aşamada kazınmaya çalışılır. Örgütlenme zaten baş düşmandır.
Üretimin artırılması için teşvik edilen takım çalışması, takımın zaman içinde birbirini sınaması, güvenmesi ve etkilemesi sonucu tehlike arz etmeye başlayınca dağıtılır. Eğer bir araya gelişe ortak hedefler kılavuzluk ediyorsa, sınıf bilinçli işçiler gittikleri her yere kolektivizmi ve örgütlenme zorunluluğunu taşırlar.*
“Sen bi baksana buraya…”
12 Eylül'e öngelen süreçte örgütlenme çalışması yapmak için bir metal fabrikasında işe girmiştim. Buzdolabı, çamaşır makinası ve televizyon üretiliyordu. Ortaokul mezunu, mazbut bir genç kadın görünümündeydim. Beni sargı bölümüne verdiler, bir aylık deneme süresi vardı ve vardiyalıydı. Buzdolaplarının motorlarını sarıyorduk. Koca bir salonda 20-25 kadın, ilk başta bana çok zor gelen bir tempoyla vardiya saatleri boyunca aralıksız bir biçimde bakır tellerle motor sarıyorlardı. Zordu, zahmetliydi, ilk hafta ellerim parçalanıp kanamaya başladı. Sonra ustalaştım, günde 3'e, 5'e çıktım…
Bir gün yemek paydosundan sonra işçi kadınlardan biri “sen bi baksana buraya…” diye yanıma geldi, beni aşağıdaki depo kısmına götürdü. Kadın işçiler orada toplanmışlardı, bakışları dostça sayılmazdı: “Biz 3 motor sarıyoruz, sen 5 sararsan bizden de aynısını isterler, ne yapmaya çalışıyorsun?!.” diye çıkıştı, “Bundan sonra 5 değil 3 saracaksın!”. Kadın işçilerin ürettikçe tükendiklerini, sermayenin büyüme/genişleme “ihtiyacı” nedeniyle patronların hep daha fazlasını istediklerini, kendi emeğine yabancılaşmanın, tezgâh arkadaşını rakibi olarak görmenin sonuçlarını uzun işçilik yaşamlarında tecrübe etmişlerdi.
Ne yapsanız boşuna!
Kendi içinde bölünmüş, gücünü tek bir noktaya toplayamayan bir ordunun nasıl yarı yolda kaldığını yaşayarak öğrenmişlerdi. Teşviklerle, primle, üretim zorlamasıyla rekabete sokulan, daha da kötüsü zaman içinde ideolojik hegemonyanın da etkisiyle birbirine yabancılaşmış, örgütsüzleştirilerek birbirine düşman haline getirilmiş bir sınıf bölüğünün sınıfın ortak çıkarlarının değil kendi bireysel dertlerinin peşine düştükçe un ufak olduğunu biliyorlardı. Kaynaşmış, birbirinin dilinden anlayan, hepsinden önemlisi aynı dilden konuşan proletaryanın düşe kalka da olsa, yenilgilerden de geçse kendisi için sınıf olma bilincine bütün bu yolları adımlayarak ulaşmışlardı.
Hayatın ve mücadelenin eğiticiliği okuma-yazma düzeyinde bir eğitime bile baskın geliyordu. Ne kolay kolay vazgeçiyordu dişle tırnakla kazanılmış haklarından ne de terk ediyordu tezgâhları henüz direnişlerden, “grev okulu”ndan geçmeyenlere…
“Sen bi baksana buraya” sözünü işte bu nedenle hiç unutmadım, mücadele yaşamımda paha biçilmez bir ders olmuştu benim için.
(*) 12 Eylül'ün koğuş düzeni hapishanelerinde de neredeyse haftada bir koğuş değişikliği yapılırdı. Gidilen her yerde yeniden filizlendirilen örgütlülüğü ortadan kaldırmak için buldukları yöntemlerden biriydi ama hiçbir zaman işe yaramazdı.