Kadınların toplumsal değişim ve altüst oluşlar içinde yaşadıkları dönüşüm ve farklılaşmayla kazandıkları nispi özgürlük, sistemin temellerini oluşturan aileyi, alışılmış tüm gerici değerler sistemini yerinden oynatıyor
2025’in ilk haftalarını adımladığımız şu günlerde kadın cinayetlerinin ağırlığı bütün toplumun üzerine ölümcül bir sis gibi abanmış durumda. Yıllar içinde “istikrarlı” bir biçimde artan bu saldırganlık 2024’te de değişmedi. Yılın ilk 11 ayında 365 kadın katledilirken 233 şüpheli kadın ölümü* gerçekleşti -ki bu başlı başına ele alınması gereken bir boyut. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu, bu verilerin, kayıt tutmaya başladığı 2010 yılından bu yana tespit edilen en yüksek veriler olduğunu açıkladı.
Toplumsal cinsiyet rollerinin egemenliğini tepe tepe kullanan erkek devlet aklının tüm yandaşları, bunu her gün yeni formlarda üreten medyadaki şiddet dili, failden çok mağdura odaklanarak şiddeti olağanlaştıracak araçlar icat etmekten vazgeçmiyor. Şiddeti bireysel sapkınlık ya da patolojik davranışlarla açıklamakla kendilerini rahatlatmakla kalmıyor, normalleştirilmesine yol açarak yeniden yeniden üretilmesine neden oluyorlar. “Erkeğin duygusal kriz geçirmesi” ya da ilişki sorunları yaşadığında patlak veren “anlık bir öfke” gibi basitleştirerek şiddeti adeta romantize ediyor, faile “hak verme” yönelimini kışkırtıyorlar. Mahkemelerden aynı içerikte tüyler ürpertici kararlar çıkmasıysa bunun hukuki ayağını oluşturuyor. Bu mahkemelerden çıkan öyle haksız tahrik kararları var ki insan ne diyeceğini bilemiyor bazen. Ataerkil kültürün arabesk ifadesi olan “ya benimsin ya kara toprağın” mottosunu hukuk diline çevirecek bir kadın düşmanlığıdır söz konusu olan.
Gerçeklik algımızı yeniden yapılandıran mekanizma ve araçlar bunların hepsi ve mesele asla bu kadar basit değil!
Bir erkek kendisini reddeden kadını öldürdükten sonra neden intihar eder
Son yıllarda işlenen kadın cinayetlerinde dikkati çeken bir olgu da şu: Bir erkek -eş, eski eş ya da partner- kendisini reddeden kadını öldürdükten sonra intihar ediyor. Vahşi biçimlerde ve tasarlayarak gerçekleştirilen cinayetler sonrası failin intihar edişi de yükselen eğri halinde sistematik bir seyir izliyor. Neden? Bir erkek kendisini reddeden kadını öldürdükten sonra neden intihar eder? Bu intiharların hemen hepsiyle ilgili bilgimiz olayı magazinleştiren, erkeğin halini dramatize eden medya haberlerinden ibaret. Fakat onların alt metinlerinden gerçeği çıkarmak mümkün: Hemen hepsi reddedildikleri, daha doğrusu alışılmış erkeklik gururları, sarsılan iktidarları uğruna bu cinayetleri planlayıp işlerken kendi hayatına da son veriyor. Bu erkeklik öyle bir iktidar saplantısı ki, geçtiğimiz aylarda eşi evi terk eden bir erkek, elde kalmış iktidar kırıntısının simgesi olarak mülkü gibi gördüğü üç küçük çocuğunu katlettikten sonra intihar edecek denli bir ‘cinnet hali’ yaşadı.
Örnekler çoğaltılabilir…
Bir başka olayda, cinayeti işledikten sonra bir not yazıp polislere atan erkek hemen ardından kendisini vurmuştu. Kardeşlerini suçlayan fail notta şöyle yazıyordu: “Sevgili eşim ve oğlum, kendilerini 5 para karşılığında kendi şeref ve haysiyetlerini satanlar içinde sizi bırakmak asla istemedim. Mecbur kaldığım için eşim ve oğlumu katlettim. Eşim şerefli namuslu dünyanın en iyi kadınıdır. Benim için oğlum da aynısıdır. Geride kalan herkes bundan bir ders alsın. Hak eden herkese diyorum. Oğlum ve Güloşum bu ölümü hak etmedi inşallah benden beter olursunuz.” İnsanın aklı almıyor; çocuğun ve kadının ölümü hak etmediğini düşünüyor ama başkalarına olan kızgınlık ve öfkesini önce o masumlardan çıkarıyor! Yaşamları üzerinde söz söyleme hakkı bulduğu hatta yaşayıp yaşamayacaklarına bile kendi duygularına göre karar verebildiği, ölürken bile bu “hakkını” pervasızca kullanabildiği en kolay lokma onlar çünkü!
Aktardığımız ne tekil bir olay ne de tekil bir ruh halidir. Katillerin ‘olmazlanan’ eşleriyle birlikte çocuklarını bu türden bir “cezalandırma”ya tabi tuttukları ya da herkesi “bundan ders almaya” çağırdıkları sayısız örnek yaşandı, yaşanıyor.
Kadınların toplumsal değişim ve altüst oluşlar içinde yaşadıkları dönüşüm ve farklılaşmayla kazandıkları nispi özgürlük, sistemin temellerini oluşturan aileyi, alışılmış tüm gerici değerler sistemini yerinden oynatıyor. Erkekler eski konfor alanlarını kaybediyorlar; düne kadar itaatkar köleleri olan kadınları da kafaca ve ruhça kaybetmenin eşiğine geliyorlar. İşin kolayına kaçmadan, basitleştirip kendisi olmaktan çıkarmadan meselenin temellerine inmeye çalışmalıyız.
Ataerkinin krizi
Kapitalist emperyalist sistemin çoklu ve katmanlı krizinin yükünü her zaman halka taşıtmaya çalışacağı hem bilinen hem de deneyimlenen bir pratiktir. Bütün toplumsal kurum ve mekanizmalar bundan payına düşeni alır. “Kutsal” aileye düşen kısmı ise adeta otomatikleşmiş biçimde kadının sırtına yüklenmeye çalışılır.
Ataerkinin krizi Türkiye gibi ülkelerde ağırlaşmış biçimiyle devam ediyor, hatta daha da ağırlaşıyor. Bu aynı zamanda aile kurumunun da krizi olarak yaşanıyor. Kapitalizmin özümsediği ve hem büyük bir ekonomik getiri kapısı hem de bir disiplin ve hiyerarşi mekanizması olarak gördüğü için elinden geldiği oranda dengede tutmaya çalıştığı ataerkinin aile içindeki dengesi bozuluyor. Bu denge bozumu esas olarak erkeğin iktidarının krizi biçiminde seyrediyor.
Neoliberal kapitalizmin geniş yığınları baskı altında tutarak sömürüyü çeşitlendirdiğini gündelik yaşamın farklı alanlarında biteviye yaşıyoruz. Ezilmenin çeşitli biçimlerinin işçi-emekçi sınıflar ve çeşitli toplumsal kesimler açısından hayata geçirildiği bu sömürü ve zulüm sistemine hayat veren kaynaklardan biri de ataerkidir. Kapitalizm üretimdeki ihtiyaçları temelinde onun formlarını sürekli biçimde dönüştürür. Ruhuna kattığı ataerki onun sıkıca tutunduğu bir iptir çünkü.
Ataerkil bir üretim biçimi olan kapitalizmde ataerki üzerinden kurulan aile içi denge -bütün bu gelişmeler sonucunda- kendi iradesi dışında bozulur. Kadının yeniden üretim rolüyle erkeğin eve ekmek getiren olarak kurdukları aile düzeni, kriz ve büyük toplumsal altüst oluşlar döneminde sarsılır. Erkek iş bulamaz hale gelebilir, iş bulsa da aldığı ücret aileyi geçindirmeye yetmez. Yanı sıra ailenin ihtiyaçları kapitalist dönüşümün yarattığı ihtiyaçlarla birlikte farklılaştığı ve zaten cüzi olan ücret bu dönüşümle de baş edemez hale geldiği için “kutsal” aile kriz yaşamaya başlar. Onu ayakta tutan tüm geleneksel toplumsal bağlar zayıflar. Erkeğin iktidarı gerek kadın gerekse çocuklar nezdinde sarsılır. Kadın da çocuk da üretim sürecinin bir parçası haline geldikçe bu sarsıntı derinleşir ve “alışılageldik” rotanın dışına çıkmaya başlar.
Diğer yandan kapitalist gelişmenin toplumsal ilişkilerde yarattığı toplam dönüşüm eskiye ait ilişki biçimlerini de sarsmaktadır. Geleneksel ilişki biçimleri farklılaşmakta, “mutlak” olarak benimsenmiş kabuller aşınmakta, öğrenilmiş kurallar ve alışkanlıklarla kafalardaki sınırlar orasından burasından parça parça çözülmektedir.
“Her tarihsel dönemin kendi yasaları vardır…”
Kırın büyük ölçüde kentleştiği, geriye kalanının da kentle iç içe geçtiği, teknik gelişmelerle tüketim alışkanlıklarının farklılaştığı, toplumsal ilişkilerin de bireylerin de devasa bir medya-internet ağıyla kuşatıldıkları ve süreklileşmiş biçimde dönüştürüldükleri bir dünya gerçeğidir artık karşımızdaki. Bu, sürekli bir altüst oluş biçiminde yaşanmakta, kadınlar da erkekler de çocuklar da bu döngü içinde adeta her gün dönüştükçe dönüşmektedirler.
Ancak Türkiye’de buna bir de ataerkinin en saf ifadesi olan din ve siyasal iktidarın çözüleni toparlamak için geliştirdiği söylemler, aldığı tutumlar, geliştirilen politikalar ekleniyor. Faşizmin dinle sentezlenen biçiminde kadının yeri sürekli hatırlatılır, yere çakılan ataerkinin elinden tutularak kalkması için sistematik bir ajitasyon ve propaganda yürütülür. Bu propaganda devasa iktidar aygıtları ve onun “sivil toplumu” üzerinden yapılır. Böylelikle erkeğin sarsılan iktidarı daha görünürleşir.
Çocukluktan başlayarak toplumsal cinsiyet rolleri doğrultusunda pompalanan bütün o “güçlü, akıllı, üstün” olduğu doğrultusundaki palavralar bir anda balon gibi söner erkek açısından. Şişirilmiş erkekliğin ve şimdiye kadar onunla var olduğu egosunun kontrolü elinden tamamen çıktığı oranda erkek ‘cinnet hali’ yaşar ve bu ‘cinnet’ cinayet ve intiharla iç içe geçecek düzeye varır.
Bir zamanlar “ya benimsin ya kara toprağın” şeklinde seyreden romantize edilmiş şiddet, erkeklik krizinin de diğer tüm kriz dinamiklerinin üstüne binmesiyle bizzat failin kendisini de “kara toprağın” dibine sokmaktadır. Tüm sömürü biçimlerini ortadan kaldırmadan da ucu bucağı görünmeyen şiddet vagonları şeklinde yol alacağı anlaşılmaktadır.
(*) Şüpheli kadın ölümleri denilen cinayetlerin çoğu -her ne hikmetse- kadınların yüksek bir yerden düşmeleri sonucunda meydana geliyor; ya ayakları kayıyor ya dengelerini kaybediyorlar ya da yükseklik korkuları var! “İntihar etti” söylemi erkek egemen sistemin en sık sarıldığı gerçeği karartma gerekçesi. Mesela, Şule Çet’in 29 Mayıs 2018 tarihinde Ankara’da lüks bir plazanın 20. katından atlayarak intihar ettiği iddia edilmişti. Davanın ilerleyen aşamalarında Şule’nin tecavüz edildikten sonra binadan atıldığı ortaya çıktı.
“Faili meçhul” süsü verme örnekleri de bu kategoridedir. Boşanma aşamasındaki eşi Ayşe Çelik’i katleden Engin Çelik, cinayete “faili meçhul” süsü vermek için cesedi aracının bagajına koymuş Sultangazi’ye doğru giderken polis çevirmesine yakalanmıştı. Eğer yakalanmış olmasaydı Ayşe Çelik’in ölümü de “şüpheli” kategorisine sokulacaktı.