"İnsanlarımız katledildi. O nedenle yapılan sergi değil, bizim bütün değerlerimize ihanettir” diyerek durumu özetleyen gençlerin eylemini “şiddet" olarak değerlendirenler o rengarenk şiddetten neden bahsetmiyorlar acaba?
Çok hesaplı, her şeyi gördüm bildim kafasıyla yapılmış, içeri alınanlarla dışarıda bırakılanlar belli bir itinayla seçilerek oluşturulmuş, parlatılmış, pürüzsüz bir bütünsel anlatısı olan bir iş var karşımızda. Olmuş bitmiş, tamamlanmış. Neyi görüp görmeyeceğimiz, ne kadarını nasıl göreceğimiz net bir şekilde sunulmuş. Ve elbette rengarenk ve bol ışıklı. Şarkılı türkülü bir gösteriye dönüşmesi kaçınılmazdı. Öyle ki gözler kamaştı, çift fara maruz kalmış tavşanlara dönüştü insanlar. İstenen de buydu sanırım. Sanatçı o büyük büyük sanatını üstümüze boca etti, çukurlar dolduruldu, çatlaklar sıvandı, rengarenk boyandı, steril bir alan oluşturuldu. Bu bol şerbetli, acı soslu şaşaanın altında kaldı izler, çizikler görünmez oldu. Böylelikle yapıp edilmiş olanlar kolayca hazmedilebilecek kusursuz birer imgeye dönüştü.
Oysa hafızanın, yüzüne atılan çiziklerle, bitmemiş, tamamlanmamış kusurlu bir hali vardır. Işık gösterir ama siler aynı zamanda ve gösterirken bazı şeyleri dışarıda bırakır, pürüzsüz bir yüzey sunar. Hatırlama ve unutma da gözümüze tutulan ışıkla güç ilişkileri üreterek, bir bütünsellik vehmi oluşturarak işliyor.
Esasa yönelik sorgulamaları duymayı imkansızlaştırır bu hal. Yaşananların şimdiyle ve gelecekle ilişkisinin politik bir mesele oluşu güme gider, yaşananları, faillikleri, suç ortaklıklarını işin içine dahil etmek isteyen sesler duyulmaz olur. Sömürgeciliğin, faşizmin, ırkçılığın, devlet şiddetinin, yerinden etmelerin sürekli tekrarlandığının da görünmesi engellenir. Kötü bir şeyler olmuştur sanki ama olmuş bitmiştir. Nasıl olmuştur kimler ne yapıp etmişlerdir bir sis perdesinin ardında kalır. Elbette muallakta da bırakılmaz mesele, çok nettir her şey; nitekim burada da iktidarın büyük harfli yazısının nasıl sırıttığını görebiliyoruz. Ve zaten onun için iktidardan “izinlidir” bu gösteri. Bu izin ve cüretle hoyratça tepinildi yaşanan travmaların üzerinde.
Tarafsız bir şekilde baktığına işaret etmek üzere her şeyi işin içine boca ederek egemenin ekmeğine yağ sürdüğünün farkında olmadığını sanmam Ahmet Güneştekin’in. Zaten bu yağla kolayca kayıp hiçbir engellemeyle karşılaşmadan Keçi Burcu’nda yer alabildi. Garanti alınmadan bu gösteri yapılamazdı ve zaten duruma uygun görülen zevat ve de failler bir arada “suç mahallinde” rahatça salındılar. Bu devlet izinli bir gösteri çok açık. Ve efendinin evini temizleme işlevi olmuştur.
Esas sorun da burada zaten: sanat, devlet ve sermayedarların makyajı olabiliyor ne yazık ki. Kişilerin, kurumların başında kutsal hâle olarak parıldayarak onları eleştiriye kapalı hale getirebiliyor, yaratılan algı ve edinilen sembolik-kültürel sermayeyle bir çeşit dokunulmazlık kazanılıyor ve her tür gerçeklik kolayca eğilip bükülebilir hale geliyor.
Burada da bu mekanizma işledi sanırım; “herhangi biri çıkıp bir mendil assın bakalım o burca, neler olur” diye düşündüğümü hatırlıyorum.
"Eğer gerçekten hafıza görmek istiyorsanız, Surlara bakmanız yeterlidir. Evlerimiz yıkıldı, yerine Surla alakası olmayan evler yapıldı. İnsanlarımız katledildi. O nedenle yapılan sergi değil, bizim bütün değerlerimize ihanettir” diyerek durumu özetleyen gençlerin eylemini “şiddet" olarak değerlendirenler o rengarenk şiddetten neden bahsetmiyorlar acaba? Onlara "çağdaş sanat"ın, neoliberalizme özgü “sembolik şiddet”in “biyopolitika”ların uygulanmasında, bedenimize, beynimize işlenmesinde "şiddet"li biçimde nasıl araçsallaştırıldığı üzerine düşünmelerini "şiddet"le önermek lazım. Sanatsal eylemden ne anlıyoruz? Kalkıp karşı resim mi yapacaklardı cici cici ya da "hoş bir performans"? Gayet güzel bir tepkiydi. Elleri dilleri dert görmesin! İçime sular serpildi eylemi gördüğümde, o göze tutulan far birilerini kör etmemişti demek. Hepimiz orada olsaydık da hepsini birden aşağı atsaydık keşke, müthiş bir "performans" olurdu diye de aklımdan geçmedi değil hani.
Sanatçının başındaki kutsal hâle çoktan düştü aslında, bazıları hâlâ nemalansa da. “Yaratıcı özne” miti silikleşti, yaratıcılık da sadece sanat alanına ait değil hayatın hemen her alanına sızmış durumda; yaratıcı endüstriler var artık, çok başarılı yaratıcı girişimciler, yaratıcı girişimci sanatçılar var, şekilde görüldüğü üzere. Her şey “yaratıcı” bir şekilde paraya çevrilebilir, parlak bir gösteriye dönüşebilir.
Kültür ve sanat alanı artık serbest piyasanın parçası ve sanat kurumları da iktidar ve sermayeye eklemlenmiş durumda. Sanat ve kültür yönetimiyle ilgili tüm disiplinler küresel şirketler yönetiminde örgütleniyor. Bienaller, fuarlar, müzeler ve vakıflar bu şirketlerle iç içe. Sanat da finansallaştı yani. Şirketlerin sosyal itibarlarını sağlamlaştırdıkları, sanatın maddi ya da simgesel bir değere dönüştüğü neoliberal ilişkiler içinde serbestçe akan bir sanat pazarı var artık. Çağdaş sanatı ve yatırımcı şirketleri bu ağın içinde birlikte düşünmek gerek. Paranın gücünü kırmak amacıyla yapılmış kavramsal işler, protest işler bile sonunda parayla, iktidarla ilişkilenebiliyor ne yazık ki.
“Aralarında neredeyse hiç bir ortak nokta olmayan bütün bu isimleri ve markaları altı yıldır yasaklı bölge olan ve halka kapatılmış Diyarbakır Keçi Burcu’nun önünde bir araya getiren siyaset ya da devlet olmadı, sanatın ve sermayenin birleştiriciliği oldu” diye gayet isabetli bir şekilde özetlemiş Yıldıray Oğur durumu. Olumlayarak elbette.
“Belki de çözüm sergi salonlarında, konserlerde, galalardadır. Esas meziyet de hatırlayıp öfkelenmekte değildir, hatırlayıp görmezden gelmektedir. Türkiye’de Kürt sorununu çözmeyi sosyalistler başaramadı, İslamcılar da başaramadı, hatta liberallerin tezleri de bir ölçüde başarısız oldu. Bırakalım bir kez de kapitalistler denesin” diyerek bitirmiş yazısını. Şahane bir özet işte! Sanat bir görünme, fark edilme ya da teşhir aracı, oyunu olmamalı, “müşteriler”e bol şerbetli acı soslu bir servis hele de.
Sanatı sadece üretilen bir nesne, kültürel bir ürün yaratmak değil, dünyayı görme ve dünya üzerinde eyleme biçimlerimizi dönüştürme potansiyeli olan bir toplumsal ilişki olarak düşünebilsek, bunun olanaklarını değerlendirebilsek hayat bize başka imkânlar verir. Estetikle siyaset, sanatla hayat arasındaki sınırları bulanıklaştıran, sanatsal ve siyasal pratikler arasında ayrım yapmayan bir tahayyül gerek. Sanatı ve estetiği, devrimci toplumsal dönüşüm tahayyülleriyle, sürekli değişen formlarla, farklı türlü biçimlerle ve kolektif eylemelerle birlikte düşünürsek iktidarın dayattığı zaman ve mekân algısının dışında kendi ritmimizde dans edebiliriz.
Sanatın profesyonelleşmiş ve özelleştirilmiş bir alana hapsolmasını, yaratıcılığın kültür endüstrileri tarafından tanımlanmasını reddeden tartışmalar var. Sanatçılara ya da sanat alanına atfedilen haz, hayal gücü ve yaratıcılığın toplumsal muhalefet tarafından kullanıldığı örnekler de. Hatalarıyla sevaplarıyla. Farklı karşılaşmalar ve beklenmedik işbirliklerine açık, geçişli, kolektif eylemde ortaklaşabilen bir dil var zaten sokaklarda. Sesleri çok duyulmasa da sanat kurumlarından özgürleşerek yaşamla yeni ilişkiler kuran yeni haller var. Yani su akıyor yolunu bulacak. Çatlakları genişleterek suyun akışına bakalım biz.
Sevinç Altan kimdir?
Ressam Sevinç Altan, 1983 yılında Mimar Sinan Üniversitesi Resim Fakültesi Neşet Günal Atölyesi’nden mezun oldu. 1983 – 1993 yılları arasında Bilsak’ta Mehmet Güleryüz’ün asistanı olarak, 1993 – 2003 yılları arasında da Tünel’de kendi atölyesinde resim eğitimi verdi. Fethi Kayaalp Atölyesi’nde 1983 – 1985 resim restorasyonu eğitimi alan Altan, Sabancı Müzesi, İstanbul Modern Sanatlar Müzesi ve çeşitli özel koleksiyonlarda restorasyon çalışmaları yaptı. Ayrıntı Yayınları başta olmak üzere çeşitli yayınevleri için 600’ün üstünde kapak illüstrasyonu yapmış olan sanatçı çalışmalarını Galata’daki atölyesinde sürdürmektedir. Resimleri özel koleksiyonlarda yer almaktadır.