Kapitalist modernite çağının ulus-devlet modeliyle beraber açığa çıkan milliyetçilik paradigması, hâkim ulus-devlet paradigması dışında kalan kimlikleri suni döllenmelerle yeniden yapılandırarak kendine yabancılaştırmıştır
Rea Haq süreği, Kürtlerin tarihsel toplum hafızasını taşıyan bir kimlik olarak günümüze kadar gelmeyi başarmış dirençli bir kimlik kalesidir. Ne var ki, son 200 yılda Osmanlı’dan Cumhuriyet’e uzanan devlet politikaları, bu kadim inancı İslamiyet’in bir mezhep kisvesine büründürerek otoktonluğunu yok etmek kadar, içinde şekillendiği Kürt kimliğini de yok saymaya çalıştı. Rea Haq inancı, kendisi olmaktan çıkarılıp uydurulmuş bir Alevi kimliği ile şekillendirilmeye çalışıldı. Abdullah Öcalan’ın, “Kürtlerin inkârı üzerine kurulmuş, uydurulmuş bir kavram” olarak tanımladığı Alevilik itirazı, tarihsel çarpıtmaya keskin bir itiraz olarak ortaya çıkmıştır. Bu itirazı doğru anlamayanlar ya da bilinçli olarak çarpıtanlar, Abdullah Öcalan’ın Alevileri varlık olarak reddettiği savını ortaya attılar. Oysa Öcalan, devlet eliyle inşa edilen Aleviliği reddederken, toplumsal tarihle inşa edilen Rea Haq inancının Kürtlük üzerinden savunusunu yapmaktadır. Eleştirel tarih yöntemi ile Alevi kavramı sorgulanırsa, örtük Kürtlük politikasında bu kavramın nasıl bir rol oynadığı daha iyi anlaşılacaktır.
Kürt Toplumsal Hafızasının En Güçlü Taşıyıcılarından Rea Haq İnanç Sistemi
Kürt inanç sisteminin en kadim inançlarından biri olan Rea Haq inancı, geleneksel Kürt varlığının tarihsel ve kültürel kimliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. Kökeni “Anacıl Toplum”a kadar dayanan bu inanç, sahip olduğu sembolik yığınlar ve bunun kendini yansıttığı ritüellerle de doğa merkezli, animalist ve ekolojik karakterini ortaya koyar. Kürt toplumunun tarih boyunca temel yapı formu olan “kom, komün” sistemini de ocak sistemi şeklinde kendine uyarlayan Rea Haq inancı, toplumsal organizasyonunu da bu sistemle inşa etmeyi sağlamıştır. Kurduğu ocak sistemi ile toplumsal ve manevi organizasyonunun temelini atarken, bu sistemle demokratik toplum geleneğinin eşitlikçi ve dayanışmacı değerlerini güçlendirmiş olur.
Kürtlerin en kadim inançlarından olan ve günümüze kadar da gelmeyi başaran Rea Haq inanç sisteminin en ayırt edici özelliği olan ocak sistemi, o topluluğun sosyal, kültürel ve manevi hayatının örgütsel formu olarak demokratik değerlerin sistem bütünlüğünü de temsil eder. Bu sistemin iç yapısı ve kuruluş düzlemi, 10. yüzyıla denk geldiği düşünülen Vefai topluluk veya tarikatların bir aradalığını sağlama üzerine inşa edilir ve günümüze kadar da kendini taşır.
Abbasilerin Bağdat merkezli kurduğu Ebu’l Vefa-i Kurd’un, dönemin Kürt topluluklarını manevi ve sosyal olarak örgütleyerek Rea Haq inanç sistemine yeni bir form kazandırdığı ve aşiretleri bir araya topladığı öngörülür. Aşiretleri manevi otorite gücüyle bir araya getirmeyi sağlayan ocak sistemi ile Rea Haq inanç sistemine mensup Kürt topluluklar, hem dış saldırılara karşı korunur hem de varlığının devamlılığı sağlanmaya çalışılır. Sosyal yardımlaşma, hafıza aktarımı ve bilgi paylaşımının sağlandığı, ortak değerlerin üretime kavuşturulduğu, toplumsal sorunlara ve ihtiyaçlara katılımcılık ilkesi ile çözüm üretildiği bir sistemin Rea Haq inanç sistemi ile inşa edilmesi önemli bir gelenek oluşturmuştur.
Ocak örgütlenme sistemi temel özellikleri ile incelendiğinde demokratik muhtevası görülebilir. Temel ibadet formu olan cemlerle kadın ve erkek tüm topluluğun bir araya gelmesi hedeflenir. Cem tutularak yapılan ritüel, kadın ve erkeğin eşitlendiği; toplumsal statünün, zenginlik, cinsiyet veya yaş gibi ayrımları ortadan kaldırarak herkesi pir rehberliğinde buluşturur. Cemin özünü oluşturan eşitlenme sağlandığında, temel işlevi olan toplumsal sorunların tartışılması ve çözümünü hedefleyen platform da kurulur. Cem ibadetinin başlaması için gerekli olan ilke, hazır bulunan topluluk üyelerinin hepsinin rızalığının alınmasıdır. Bu platformda rızalık sağlanarak sorunlara çözüm üretilir. Manevi arınma, ibadet ve dayanışmanın sergilendiği cemlerde herkesin “bir can” hâline gelmesi için barışık olunması gerekir ve bunun için de kimsenin kimseye dargın, küs, kavgalı olmaması sağlanır. Toplumsal barış ve dayanışma, rızalık sağlanarak üretilir. Her birey bu süreçte söz hakkına sahiptir ve kimse kimseyi ötekileştiremez; topluluğun ortak iradesi ile hareket edilir. Bu, hesap verebilirlik ve adalet ilkesini açığa çıkartır. Şayet rızalık sağlanmışsa, peşi sıra cem tutulmaya başlanır. Bu cemlerde dağıtılan lokmalar da toplumsal dayanışma ve paylaşımın bir ibadet hâline gelmesini sağlar. Cem, “Dört kapı, kırk makam” düsturu ile de toplumuna temel ahlaki değerleri aşılar. İçinde taşıdığı derin anlamları ile cem ritüeli, komünal toplum değerlerini taşıyan en önemli yapılardan biri hâline gelmektedir. Çünkü bu ritüeller her şeyden önce yaşananı, yaşanmış olanı “dile getiren” eylemlerdir. O toplumsal yapı, bu ritüeller, anmalar veya folklorik öğelerle karakteristik imgeler oluşturarak geçmişin bugüne aktarımını sağlar. Toplum, oluşturduğu değerleri, zihinsel temsilleri, toplumsal belleği inanç sisteminin sunduğu yol ve yöntemlerle geleceğe aktarır, bugün de yaşatır.
Rea Haq inancındaki temel değerlerden biri de Anacıl Toplum değerlerini kendinde taşımasıdır. Kadın ve erkeğin eşitlendiği bu inançta “Ana Kadın” kavramı, kültürel birikimi ve bilgeliği taşıyan ve aktaran bir rol üstlenir. Fikirsel gücü ve yapılanması ile inanç, iki cinsi “can” kavramı ile eşitler; kadınların da karar alma süreçlerine katılımını sağlar. Kırklar Meclisi’nde yer alan 40 kişiden 17’sinin kadın olması da bunu yansıtır. Hak Yolu denilen yol, ana yoldur; kadın rahmi ve doğurganlığı da Hakk’ın ispatı olmaktadır. Çünkü Rea Haq inancı, yaradılışı değil, doğumu esas alarak kozmik evreni inşa eder.
Rea Haq inancının ocak örgütlenmesi, aşiret temelli bir inanç hiyerarşisidir ve hem inanç hem de sosyal örgütlenme biçimi olarak işlev görür. Bir soy ve aşiret örgütlenmesi olan ocaklar, sahip oldukları manevi ve sosyal özellikleri ile toplumsal ilişkileri örgütlemeyi hedefler. Bu hiyerarşi; pir, talip, rehber, mürşit arasında kurulan yatay ve döngüsel bir şekilde yapılandırılır. Manevi otorite kendini hem Düzgün Bava gibi mitolojik anlatılarla hem de ocakların keramet gücü ile inşa eder. Bu ocaklar ve bünyesinde taşıdığı aşiretler, sahip olduğu mitolojik anlatılar ve antropolojik yapıları ile Kürt orijinli olmaktadır. Kökeni Anacıl Toplum’a kadar dayanan kadim Kürt toplumunun ortaya çıkardığı tarihsel ve kültürel mirası kendinde sentezleyerek ocak sistemini şekillendiren Rea Haq inancı, politik olarak da Kürtlerin içinde yaşadıkları çağın asimilasyon ve soykırım saldırılarına karşı kendini savunma ve direnç öyküsü olarak tanımlanmayı da hak etmektedir. Çünkü ocak sistemi denilen toplumsal örgütlenme formu, Kürtlerin inanca dayanarak kendini koruma, toplumsal değerlerinin devamlılığını sağlama modeli olarak fonksiyonel olmuştur. Bu tarihsel organizasyonun Alevi toplumu içinde sadece Kürt Alevi denilen Rea Haq inanç süreğinde olması da bu gerçeği ortaya koymaktadır. Çünkü Rea Haq inanç süreği, Kürt toplumsallığının nasıl yaşandığını; içinde saklı olan ritüel, anma, sembol, imge, söylevleri ile ortaya çıkartıp geçmişin canlandırıcı, anımsatıcı, sürdürücü gücü hâline gelir. Kürt toplumunun sahip olduğu aklı tanımlayan en ayırt edici özellik onun simgesel düşünme gücüyse, Rea Haq süreği Kürt toplumunun simgesel düşünme gücünü yansıtan ve toplumsal belleğini şekillendiren kültürel ve manevi miraslardan biri olmaktadır.
Rea Haq inanç süreği hakkında kurulacak sözlerden biri, onun komünal toplum değerlerinin taşıyıcısı olma özelliği ile komün örgütlenme modelini temsil gücüyse; bir diğeri de bu komün değerlerinin devamlılığını sağlamada yaşadığı toplumsal sorunsallıklar olmaktadır. Bu sorunsallığı ortaya çıkaran süreç, kapitalist modernitenin ulus-devlet inşacılığı ile geliştirdiği, tekçi ve homojen toplumu yaratmayı hedefleyen sosyal mühendislik politikalarıdır.
Rea Haq süreği, içinde doğduğu topraklar ve tarihsel hafızası ile Kürt toplumsal değerlerinin taşıyıcı inancı olsa da kapitalist modernite çağıyla beraber inanç kimlikleri ve dinlerin yediği operasyonel müdahalecilikten nasibini alır. Toplum mühendisliği ile ulus-devletlerin yöneldiği ulusçuluk ideolojisi kapsamında şekillenen toplumlar, adeta kavram bataklığına saplanarak kendisi olmaktan çıkmışlardır. Kendisi olmaktan çıkan toplumsal kimlikler, öteki olmaya mecbur bırakılarak varlık sorunu yaşarlar. Kürt ideolojisinin öncü mimarı Abdullah Öcalan, ben ve öteki ilişkisinin bozulmasını tanımlarken şu önemli çözümlemelerde bulunur:
“Ben ve öteki ilişkisi kendini tanıdıkça ötekini tanıma ile gelişir. Anlama dayalı bir ben ve öteki ilişkisi kurulmalıdır. Ben ve öteki mutlaklaştırılamaz. Ben ve öteki ilişkisi özgürlük temelinde olmalıdır. Ötekinin farkını kabullenmek zorundasın. Ben ve öteki eşitliği sağlanmalı. Farklılık temelli bir eşitlik demokrasi ile mümkündür. Özgür yaşam da farklılık ve eşitlik temelli inşa edilebilir. Eşitliğin mutlaklığı ise faşizme ve militarizme, farklılığın mutlaklaştırılması liberalizme, bireyciliğe götürür. Reel sosyalizm de eşitliği mutlaklaştırıp körleşir.”
Toplum mühendisliğinin kendini dayandırdığı zihniyet, homojen ve tekçi bir toplum yaratmaya dayanır. Modern akıl dediğimiz pozitivist zihniyet ile ben ve öteki diyalektiğinde öteki yok sayılarak, en seçkin kılınanın mükemmel ve kusursuz yaratımı inşa edilir. Bu tanrısal kılınmış operasyonel alanda öteki kusurlu kılınarak toptan yok edilmesi, bir yıkım çağını da beraberinde getirmiştir. Yıkımın yaratımın özü olduğu tarih, ekseri olarak Hitler Almanyası’nı işaret etse de Osmanlı’nın yıkılış dönemi ve Cumhuriyet’in kuruluş dönemleri de bu hikâyenin nirengi noktasını takvimler.
Son 200 yıllık ulus-devlet süreçleri, rasyonel aklın bir rejim hâline gelerek mükemmel ulus yaratma adına yürüttükleri mühendislik çalışması ile, Zygmunt Bauman’ın tanımladığı gibi “bahçeye dönüştürülen toplumlardaki yabani otların temizlenmesi” süreci kapsamında ulusal aynılık miti geliştirilir. Ortaya çıkan gerçeklikte Abdullah Öcalan’ın dediği gibi:
“Yahudisiz Yahudilik tarihsel bir gerçekliktir. Türk olmayanı ‘türkleştirmek’ de bir gerçekliktir. İttihat ve Terakki Cemiyeti kurucularından ikisi Kürt, biri Arnavut ve içinde Türk yok. Gerçek Türklükle alakaları yok.”
diyerek mükemmel toplum inşasının paralel ve sahte bir varlık yaratılarak gerçekleştirildiğini ortaya koyar. Bu tarihsel gerçeklik, “orijinal olanı yok edip sahtesini yaratarak” kendisini sürdürüyor. Bunu yaparken de önce yok etmek istediği ya da sahtesini inşa edeceği halkın kim olduğunu araştırarak, kim oldukları bilincini ediniyor. Hannah Arendt’in diliyle bu planlı, hedefli ve organize kötülük, öteki kılınan toplumlarda varlık sorunu yaratmıştır. Tıpkı Kürtler gibi varlık/varoluş sorunu yaşayan halklarda, kendisi hakkında düşünemeyen, bilinçsiz ve ruhsuz bir bedendir. Bir kadavradır ve denek olarak kullanılır. Kendinden kaçar ve sürekli kendi beninin ötekisi olmak için didinir. Kendi olmadan öteki olma çabası ile de çarpık bir benlik yaratır.
Frantz Fanon bunu “Siyah Deri, Beyaz Maske” adlı kitabında, siyahların beyazlar karşısında yaşadığı aşağılık kompleksi ile çözümleyerek:
“Siyahi, kendine özgü, bağımsız bir özdeğer duygusundan yoksundur. Kendini gerçekleştirmek için özgüven kazanma yoluyla ortaya koyduğu her çaba, başkasına bağımlı ilişkilerle, başkasını küçültme duygusuna, başkasına göre ölçülme kaygısına dayanarak sürdürülebilecek bir çaba durumundadır.”
der.
Başkası olma, öteki olma arayışında olan kimlikler karşısında, hâkim kimliklerde ötekinin kim olduğuna dair zorunlu bir cehalet hâli yaşanmak zorundadır. Sömürge ilişkileri içinde kurulan ben ve öteki diyalektiğinde hâkim kimlikler, ötekinin ve kendinin kim olduğuna dair zorunlu bir bilgisizlik yaşamak zorundadır. İki kimlik de kendisini unutmak ve ulus-devlet ideolojisinin ürettiği bilmelere göre düşünmek ve yaşamak zorundadır. Kürdün Türk ile ilişkisine yön veren iktidar bunu “Türklük Sözleşmesi” ile yapılandırmıştır.
Kapitalist modernite çağının ulus-devlet modeliyle beraber açığa çıkan milliyetçilik paradigması, hâkim ulus-devlet paradigması dışında kalan kimlikleri suni döllenmelerle yeniden yapılandırarak kendine yabancılaştırmıştır. Tek ulus, tek dil, tek dine dayalı bir zihniyetin devlet inşası da topluma karşı sürekli savaş hâli olmaktadır. 19. yüzyıl ile başlayıp günümüze kadar devam eden kitlesel yıkım hâli de faşizmin inşası ile kendisini yapılandırır. Faşizm olarak tanımladığımız bu süreç, aynı zamanda aşırılıklar çağıdır. Bu aşırılıklar çağı, kapitalizmin sınır tanımazlığı ile imkânsız olan gerçekleri bile sıradanlaştırıp olağan hâle getirebilmektedir. Hâkimiyeti altına aldığı bilimsel yöntem ve akılcılığı ile toplumsal alana sürekli müdahale edip, zihinsel hegemonyasını inşa ederek hakikati parçalamayı, yanıltmayı, çarpıtmayı başarabilmiştir. Bu zihniyetin operasyona uğratmadığı hiçbir şey kalmamıştır.
Pozitivist zihniyet hegemonyasının hâkim kıldığı özne-nesne ayrımı, Avrupa uygarlığını özne kılarak kendini meşrulaştırır. Avrupa merkezliyetçiliği, oryantalizm ve antropoloji bilimini geliştirerek kendisi dışındaki kültürleri, halkları inceleyip ilkel ve medeniyet dışı ilan eder. Edward Said’in dediği gibi:
“Şarkiyatçılık ya da oryantalizm, Batı uygarlığı tarafından ideolojik nedenlerle ortaya çıkarılmış, etkileri itibarıyla hem yaygın hem de zararlı olan aldatıcı bir inşadır.”
Bu zihniyet, kendisi gibi olmayanı, ona benzemeyeni tarih dışı, ilkel sayar. Dünyayı doğu ve batı diye ikiye ayırır. Sosyal Darwinizm adı altında zayıf, ilkel, basit toplumların, gelişmiş toplumlar ve kültürler karşısında yok olacağını iddia eder. Sosyal Darwinizm, sadece doğu ve batı uygarlıkları arasındaki ilişkide değil, kurulan ulus-devletlerin hâkim kimliği ile öteki kimlikleri arasında da geçer akçe bir politika olarak uygulanmaya başlar.
Ulus-devlet içinde özneleşen kimlikler de hâkim ideolojilerden beslenerek her şeyi kendi biricikliği ile tanımlar. “Benim sınırım, benim ülkem, benim ulusum, benim tarihim, benim bayrağım…” şeklinde uzayıp giden bir ‘benler listesi’ ile patolojik bir ruh hâlini de yaratır. Yanılsamalı, abartılı, benmerkezci, ezberci, köşeli bir zihniyetin esiri olan bireyler için yaşananın hakikat körlüğü olması da işten bile değildir. Bu hâkim kimliğin dışında kalan, buna inanmayan, öteki kılınmış kimliklerin payına düşense sürgün, ihanet yaftası, düşman objesi olma ve ölümdür.
Frantz Fanon bunu şöyle özetler:
“Siyah insan için bir tek alın yazısı vardır, ona peşinden kendini tüketircesine koşma coşkusu veren bir tek kader: Beyaz olmak.”
Sömürge toplumun yaşadığı varlık sorununun kapsamını da bu nedenlerle çok yönlü ele almak ve tanımlamak gerekir. Ya kendini toptan inkâr eden, ya kendinden her koşulda kaçan ya da Judenratlaşarak orijininden uzaklaşan ve ihanet ederek varoluş sorununu derinleştiren bir gerçeklik olmaktadır. Bu nedenlerle sömürge toplumlarda varlık ve özgürlük sorunu birbirini koşullamadan, kimliğin inşası da gerçekleşemez.
Kapitalist Modernitenin Osmanlı Karşısında Yürüttüğü Dincilik Politikası
Kapitalist modernitenin, uygarlıkların beşiği olan Ortadoğu’ya müdahalesi; ekonomik, siyasal olduğu kadar kültürel bir müdahaleciliktir. Doğu-batı ikiliği, coğrafi olarak inşa edilmiş olup tamamen politik anlamlara işaret eder. Tarihsel arka planı olan bu politik anlamlarla Batı, binlerce yıllık uygarlık mirasını omuzlayan Doğu’ya karşı hegemonik üstünlüğün kendisine ait olduğunu anlatır. 19. yüzyılla beraber yürütülen sömürgeci politikalarla dincilik de bir müdahale aracı hâline gelir. Sekülerlik etkisiyle İslamiyet’in de milliyetçi bir argüman hâline gelmesi, Avrupa’nın dincilik ideolojisi ile Osmanlı topraklarına da müdahale etmesi ile alakalıdır. İslamiyet yeniden şekillendirilir, geleneksel İslam değerleri yerine merkezi devlet otoritesi inşa edilir; İttihad-ı İslam politikası ile toplumsal birlik sağlanıp Osmanlı’nın parçalanması engellenmek istenir.
Çöküş süreci yaşayan Osmanlı İmparatorluğu’na Avrupa’nın müdahalesi de milliyetçilik ve dincilik ideolojisiyle olmuştur. Panislamizm, Pantürkizm gibi akımlar da bu minvalde oluşmuştur. Osmanlı’nın merkezi bir devlet hâline getirilmesi süreci II. Mahmud dönemiyle beraber başlar. İlk icraatlardan biri yeniçeri ocağını kapatıp Bektaşi tarikatını yasaklamaktır. 17. yy’dan beri Osmanlı Devleti’nin Safevi Devleti’ne ve gelişen Kızılbaş isyanlarına karşı Balım Sultan ile özünden uzaklaştırıp yeniden yapılandırdığı Bektaşi tarikatı, 19. yüzyılla beraber ilga edilir. O zamana kadar Osmanlı’da 700’e yakın Bektaşi tekkesi olduğu bilinir ve bu tekkeler aynı zamanda büyük bir ekonomik ve siyasi güç olarak da yapılandırılmıştır. Siyasal İslam’a dayalı yeni merkezi devlet oluşumu için ciddi bir tehlike uyandıran Bektaşi tarikatı ilga edilirken hem maliyesine el konur, hem önde gelen liderleri ya öldürülür ya tutuklanır, hem de bu dergâhlarda bulunan tüm belgeler yok edilir. Bektaşi tarikatından boşalan yere ise Nakşibendi tarikatı ihya edilir. Çünkü modern devlet merkezi olmalıydı ve bunun için de ortak bir kimlik oluşturulmalıydı. Bu da toplumun homojenleştirilmesi demektir. Homojen kimlik ise İslamiyet ve Türkçülük ekseninde inşa edilir. Devletin günümüze kadar devam eden siyasal İslam örgütlemesini, 19. yüzyılın başında Bektaşi tarikatlarının kapatılıp yerine Nakşibendi tarikatının yerleştirilmesi ile siyasal İslam politikasında yeni bir dönem başlamış olur.
Nakşibendi tarikatı 14. yüzyılda kurulmuş olsa da, 19. yüzyılla birlikte tarikatın Xalidiye kolunu Kürtler örgütler. Abdullah Öcalan; “19. yüzyılla birlikte Nakşibendi tarikatının Xalidiye kolunun Barzani’nin köyünde kurulması, Kürt dönmeciliğinin o dönemde kurumlaştığını ve Barzanilerin o zamandan beri bugünkü role soyundukları anlaşılıyor.” diyerek tarikatın kuruluş amacına dair kimi ipuçları verir. Tarikatın Kürdistan’daki kurucusu Mevlâna Halid’dir. Bu dönem, Güney Kürdistan’da emirliklerin ve Kadiri tarikatının zayıfladığı bir dönemdir. Nakşibendilik de şeyhlik kurumu olarak, bu artık isyanlar sonrası zayıflayan aşiret otoritesinin yarattığı boşlukta ortaya çıkar. Tarikatın Osmanlı’nın başkenti olan İstanbul’a, daha II. Mahmud dönemiyle geçmesi ve burada devlet otoritesi ile güçlü ilişkiler içine girmesi de hakkında fikir uyandırıcı olaylar olmaktadır. Nakşibendi tarikatı, kurulduğu andan itibaren Kürtsüz Kürtlüğü yaratma projesi olarak yapılandırılıp, günümüze kadar da bu rolü oynamaya devam eden bir tarikat olmaktadır. Nakşibendi tarikatı, Kürdistan’da özel olarak güçlendirilir ve dönemin Kürt isyan liderlerinin Nakşibendi olması da bununla bağlantılıdır. Nakşilik, Kürtlerin Sünni İslam’a angaje edilmesi ve Kürtlerin bu yolla denetim altına alınması üzerine kurulu bir ideolojidir.
19.yüzyılla birlikte Kürdistan’ın her yerine nüfuz etmeye başlayan bu ideoloji ile Alevilere de müdahale edilmesi ilginç olmaktadır. Bir devlet politikası olarak Alevileri Sünni İslam’ın içine çekebilmek için Nakşibendi tarikatından Kürt şeyhlerinin II. Abdülhamid döneminde Dersim’e gönderilmesi; bu şeyhlerin devletle çalıştıklarının da bilinçli olarak halktan gizlenmesi, bu politika ile alakalı olmaktadır. Abdullah Öcalan da Bingöl ve Dersim arasındaki çelişkiyi ele alırken, ikisi arasındaki çatışma kaynağının Nakşibendilik ve Alevilik üzerinden inşa edildiğini söyler. Kürtlüğün Alevi ve Sünni inanç kimliği ile örtük hâle getirilip, bu ikilikle çatıştırılması Kürtlere karşı bir politika olarak hep devrede tutulmuştur.
Abdülhamid Döneminde Rea Haq Süreğine Dönük Operasyonel Müdahalecilik ve Müslümanlaştırılan Aleviliğin İnşası
Kürt ideolojisinin mimarı Abdullah Öcalan’ın Alevilik kavramı üzerine yaptığı tespitler, önemli tartışmalara yol açmıştır. Hem Aleviliğin hem de Nakşiliğin Kürt inkârı üzerine inşa edilmiş uydurma kavramlar olduğunu savunmaktadır. Bu görüş, Kürt geleneksel varlığının inkârı ile bağlantılı sonuçlar doğurmaktadır. Tarih sosyolojisi ile ulaşılan bu hakikat, ancak tarihsel süreçlerin derinlemesine analizi ile anlaşılır. Abdullah Öcalan’ın Alevilik ve Nakşilik üzerine attığı bu taş, inşa edilmiş kimlikleri dalgalandırarak, Kürt kimliği ve tarihsel varoluşu üzerine önemli bir tartışmanın zeminini yaratmıştır.
Kürt varlığına dönük ideolojik müdahaleciliğin yoğunlaştığı bir dönem olarak 19. ve 20. yy’a projektör tutulursa, daha II. Mahmud dönemi ile sürecin başlatıldığı görülür. II. Abdülhamid dönemi ile daha keskin bir kulvara girilir. Bu süreç, Balkan Savaşları ve Osmanlı-Rus savaşları sonucu hem ciddi toprak kaybının hem de 1 milyonu aşkın Türk olmayan Müslüman’ın Osmanlı’ya göç ettiği bir dönem olma özelliğindedir. Osmanlı topraklarının daha fazla parçalanmaması için İslam çatısı altında homojen bir kimlik inşasına yol alınır. Merkeziyetçi devlet politikasını esas alan Abdülhamid, İttihad-ı İslam ideolojisini bu dönemin ana parametresini oluşturan zihniyetlerden biri olarak yapılandırır.
Abdülhamid’in İttihad-ı İslam politikası kapsamına aldığı topluluklardan biri de Alevilerdir. 18. yüzyılla beraber Kürdistan’a yoğunlaşan misyonerlerin Rea Haq inancına sahip Kürtleri Hristiyanlaştırma politikası karşısında Abdülhamid kaygıya düşer. Amerikalı, İngiliz, Fransız ve Alman misyonerlerin Kürdistan üzerindeki yoğunlaşması saha araştırmalarına dayanır ve amaç da toplum mühendisliği politikaları için gerekli bilgileri toplamak ve onları Hristiyanlaştırmaya yöneliktir. Yürütülen bu ajanlaştırma faaliyetinin temelinde yatan zihniyet, sömürgecilik politikasına dayanır. Abdülhamid de bu politikaya karşı Alevilerin Müslüman olduğunu, Hristiyan olamayacağını ortaya koymaya çalışır.
1.yüzyıla kadar 40 bin Kızılbaşı katleden, hakkında ölüm fetvaları veren, sapkın ilan edilen ve sürekli pejoratif kavram ve sıfatlarla tanımlanan bir topluluk, II. Abdülhamid dönemiyle beraber yeniden tanımlanmak istenir. Abdülhamid, bir devlet politikası olarak kendi Kızılbaşını yaratmak ve onları İslam dairesinde tutmak ister. Bu amaçla geçmişin pejoratif algısını kırmak, kendi Kızılbaş topluluğunu sahte olarak yaratmak için Alevi kavramlaşmasına gider. Mevcut kaynak ve arşivler, Alevi kavramının Kızılbaş topluluklar için ancak 19. yy ile kullanılmaya başlandığını ortaya koyar. Alevilik, Osmanlı döneminde Kızılbaş topluluklarına dışarıdan verilen bir isimlendirme olarak ortaya çıkmıştır.
II. Abdülhamid’in pragmatik politikaları, bu toplulukları Kızılbaş yerine Alevi olarak adlandırarak onların Hz. Ali soyuna bağlılıklarını vurgulayan bir çerçevede İslam dairesine çekmeyi hedeflemiştir. Bu isimlendirme, devletin Pan-İslami ideolojisi doğrultusunda Alevileri Müslüman kimya altında birleştirme çabasının bir parçasıdır. Abdülhamid’in Alevi politikası, Arap, Türk, Kürt ve diğer Kızılbaş topluluklarının etnik ve kültürel farklılıklarını eriterek homojen bir Müslüman kimliği oluşturmayı amaçlamıştır. Bunları belirtirken, Abdülhamid’in bir devlet politikası olarak Alevilere karşı güven politikası oluşturduğunu düşünmemeliyiz. Kızılbaş topluluklar, İslam toplumuyla kıyaslandığında cahil, Müslümanlıkla uyumsuz topluluklar olarak görülmektedir. Abdülhamid, Kızılbaşlara karşı doğrudan zor kuvveti kullanmak yerine kendi Kızılbaşını yaratmayı tercih eder. Abdülhamid, ideolojik bir müdahaleyle Kızılbaşları Alevilik kavramı etrafında birleştirerek bu topluluğu İslam içinde bir mezhep olarak tanımlamaya çalıştıysa da bunu asla resmiyette kabul etmemiştir.
Aynı dönemde Abdülhamid’i hem Ermeni-Kızılbaş topluluğunun ilişkisine dair hem de Rea Haq toplumuna dair politika geliştirmeye teşvik eden dönemin Dersim raporları da dikkat çekicidir. Bu raporlarla devlet, ilk defa Tanzimat Fermanı’ndan sonra Dersim’le de ilgili olmaya başlamıştır. Dersim artık devletin kontrol altına alması gereken bir yer hâline gelir. 1861’de Dersim’e sefer yapılır, ancak sonuç alınmaz. Devlete yakın aşiretlerden vali ve kaymakam atansa da sonuç alınmaz. Öyle ki, II. Abdülhamid Dersim’i zapt edebilmek ve buradaki aşiretleri birbirine düşürmek için Hamidiye Kürt Alaylarını bölgeye sokup Kürtlerin birbirine düşürülmesini amaçlar. Tüm bunlara rağmen devletin Dersim’i zapt edebilmesi gerçekleşememiştir.
Rea Haq inancına dair bölgedeki valilerin saraya sundukları raporlar, devletin Kürt politikasına dair yaklaşımını tanımlamaktadır. Tarihsel önyargılar ve konjonktürel etkilerle sorunsallaştırılan Rea Haq inanç topluluğunun içinde bulunduğu cehaleti aşması, batıni inançlardan sıyrılması, ıslah edilmesi için artık devletin yüzünü bu topluma dönmesi, onları eğitmesi öncelikli kılınmıştır. Raporlarda Kızılbaşların yaşadığı köylere okul ve mescit yapılması önerilerek, yolunu kaybetmiş bu topluluğun İslam’a uygun hâle getirilmesi için camiler yapılması, buralara imamlar gönderilmesi önerilir. Dersim bölgesinde temel otorite olan pirlerin denetim altına alınması, denetim altına alınamayanların sürgün edilmesi; topluluk içinde etkin olan kişilerin denetim altına alınması ve bu yolla hem bunların hem de çocukların namaz kılmasını sağlatmak, çocukların ürkütülmeden okullara gönderilmesini hedeflemek, Dersim için sunulan “çözüm” planları içinde olmuştur. Bu plan, 1938 Tertelesi’ne kadar bölgede başarı sağlamamış, ancak bu Tertele ile beraber devlet, Abdülhamid döneminde hedeflenen asimilasyon politikalarını devreye sokarak sonuç almaya başlamıştır.
II. Abdülhamid sadece kendi Alevisini yaratarak yol almak istemez. Kürtlerden korkusu derin olduğu için hem Rea Haq süreğine sahip Kürtleri hem de Bedirxan ve Ubeydullah gibi isyancı ailelere karşı da tedbir alır. Judenrat dediğimiz ideoloji bu dönemde de devreye sokulur. Bir yandan Nakşilik ile, öte yandan Hamidiye Alayları ve Aşiret Mektepleri ile yine isyan etmiş Kürt aşiretlerinin aileleri üzerinde yürütülen politikalarla bu ideoloji devreye girer. Hamidiye Alayları, Sünni Kürt aşiretlerinden oluşturulmuş, prestijli, ücretli ve imtiyazlı bir alan olarak Judenrat ideolojisinin en etkin kurumlaşması rolünü oynamıştır. Yine Bedirxan ve Ubeydullah ailelerinin önde gelenleri İstanbul’da tutulmuş, bunlara kimi resmî görevler verilmiştir. Abdülhamid, Kürtlerin İslami değerlere bağlılıklarını bilerek İslam kardeşliğini politik bir nosyon hâline getirerek Kürtleri kendine bağlamaya çalışmıştır. Rea Haq inanç topluluğu ise bilinçli olarak Hamidiye Alaylarına alınmayıp, iyi bir Sünni olması için Aşiret Mekteplerine alınır. Bu bölgelerden Hamidiye Alaylarına kısmi düzeyde katılım talebi olsa da devlet, beslediği güvensizlikle bu talepleri kabul etmemiştir.
Görüldüğü gibi II. Abdülhamid dönemi, Kürtlerin resmî İslam’a ve devlete asimilasyon odaklı olarak entegre edilmesini amaçlar. Rea Haq inancı için Dersim bölgesi hedeflenerek geliştirilen politikalarsa o dönem için karşılığını bulmamıştır. İdeolojik olarak yapılan müdahaleler ile sahte bir Kürtlük ve sahte bir Alevilik yaratılarak Judenratçılığın da temeli güçlendirilmiştir.
İttihat Terakki Döneminde Türkleştiren Köprü Kavram Olarak Alevilik İnşası
Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş süreciyle beraber İttihat ve Terakki Cemiyeti, kurulacak yeni ulus devletin inşası için rol üstlenen yapı hâline gelerek Beyaz Türklük ideolojisinin mimarı hâline gelir. Daha 1912 yılında İTC’nin Selanik’te yapmış olduğu kongrede gayrimüslimlerin Müslümanlaştırılması ve Müslümanların da Türkleştirilmesine dair karar alınır. Ziya Gökalp’in de önerisi ile bu amaç doğrultusunda Kürdistan’da yaşayan nüfusun da incelenmesi kararlaştırılır.
Milliyetçi bir vizyonla ‘Sosyal Darwinci’ ideoloji ile yapılan nüfus mühendisliği planlamasının başını çeken Ziya Gökalp:
“Biz siyasi bir inkılap yaptık. Yani meşruti bir yönetim oluşturmakla kalıp değiştirdik. Oysa en büyük devrim toplumsal devrimdir. Sosyal yapımızda, kültür alanında yapabileceğimiz devrimler en büyüğü ve en verimli olacaktır. Bu da ancak Türk toplumunun morfolojik ve sosyolojik yapısını tanımakla mümkündür. Bunların başında Anadolu’nun çeşitli dinsel inançları, tarikatları ve aşiretleri gelir. Bu kurumları incelemek üzere bizim gücü tam olan arkadaşları bu kutuyu açmaları için görevlendirmemiz gerekir.”
der.
Bu öneri üzerine Talat Paşa, 1917 yılında Kızılbaş Alevileri incelemek için Baha Said’i, Kürtleri incelemek için Habil Adem olarak bilinen Naci İsmail Pelister’i, Ahileri incelemek için Bursalı Mehmet Tahir Olgun ve Hasan Fahmi Turgal’ı, son olarak Ermenileri incelemek için de Esat Uras’ı görevlendirir.
Bu isimler içinde yer alan Habil Adem’in durumu, nüfus mühendisliğine soyunan ekibin nasıl bir zihniyet içinde olduğunu özetler. Habil Adem, Arnavut kökenli bir şahsiyettir ve Kürt diye bir milletin olmadığını, bunların “Dağ Kürdü” olduğunu ‘ispatlayan’ raporlar hazırlar. “Alman bilim adamı Dr. Friç” adıyla yayımlanan bu raporların asılsızlığı, kullandığı düzmece isimlerden ve bu isimleri Alman bilim adamı diyerek ikna edici olma arayışından da anlaşılmaktadır.
Özelde Kürdistan’da yaşayan Rea Haq inancına sahip Kürtlere dönük toplum mühendisliği çalışması, ilk önce 19. yüzyılda Hristiyan misyonerlerle başlar. Bu misyonerler, Alman, Amerikan, İngiliz ve Fransız Hristiyan topluluklarından ikame edilmiştir. Asıl amacı sömürgeleştirme ve ulus devlet inşası için yerelde yaşayan toplulukları tanıma ve Hristiyanlaştırarak ajanlaştırma politikası olan bu yapıların, Rea Haq inanç sahibi Kürtlerin Ermenilerle iç içe yaşadığı yerlere odaklanması dikkat çekicidir. Misyonerlerden sonra saha araştırmasını yapanlar, II. Abdülhamid tarafından görevlendirilen valilikler olmuştur. Peşi sıra İTC hükümeti de yaptığı saha araştırması görevlendirmesi ile iktidar mekanizmaları, toplumu disipline etme, denetleme, teftiş etme için nüfusbilimi de kullanarak biyopolitik müdahalecilik yapar.
M. Foucault’nun tanımı ile biyopolitika; düzenleyici, denetleyici, disipliner sistemle yaşamın sorumluluğunu her alanda üstlenen bir iktidar sistemi hâline gelir. Nitekim tüm bu birikmiş saha araştırmaları sonucunda yeni kurulan Türk ulus devleti, ideolojik bir Türklük oluşturarak öteki kıldığı tüm halk ve inançları, farklılıkları soykırım kıskacına almıştır. Foucault’nun deyimiyle:
“Biyo-iktidar rejimi, yaşaması gerekenle ölmesi gereken arasındaki kesinti olan ırkçılıkla işler. Aşağı ırk yok edildikçe, üstün ırk da kendini daha iyi yaşatmış olur.”
Bir diğerinin yaşatılması için ötekinin öldürülmesi gerekir düsturu ile ölüm hakkını kendinde gören iktidar güçleri, Dersim Tertelesi’nden tutalım aynı süreçlerde yaşanan birçok Kürt ayaklanmasında ve Ermeni Soykırımı’nda bu çarkı işletmişlerdir.
Nüfus mühendisliği çalışmasında yer alan Baha Said de ortaya koyduğu hakikat dışı araştırmalar ile Kürt soykırımının taşlarını döşemiştir. Baha Said (1882–1939), Çanakkale doğumlu olup, askerî okullarda eğitimini alan aktif bir İTC üyesidir. İTC Merkez Komitesi olarak Teşkilat-ı Mahsusa’da görev alır. Yapılan görevlendirme ile 1916 yılında Alevilere dair araştırmalar yapmaya başlar. Bu araştırmalar kapsamında dönemin milliyetçi dergi ve gazetelerine yazılar yazar. “Memleketin İç Yüzü: Anadolu’da Gizli Mabetler” şeklinde yazdığı seride ağırlıklı olarak Hristiyan Protestanların Alevileri de gayrimüslim nüfusuna dâhil etmesine karşı tez oluşturur.
Bu kitabında Kürt, Nesturî, Êzidî, Kızılbaş, Sünni, Ermeni gibi istatistiklerin hepsini reddeder. Alevilerin ne Ermeni Hristiyan ne de Kürt olmadığını, Türk-İslam menşeli bir topluluk olduklarını ispatlamaya çalışır. Aleviliğin Türklerin eski inançlarından olduğunu ortaya koyarak Aleviliği Türk millî kültürünün ana damarlarından biri kılmaya çabalar. “Atam gök, anam yer” idealine adanmış eski Türk dininin varlığını gösteren inançlar olarak Aleviliği gösterir. Anadolu’yu Turan olarak tanımlar ve Dürzi, Nusayri, Kızılbaş ve Bektaşi gruplarını da Turanî olarak ele alır.
Kızılbaşlar için:
“Göreceğiz ki şimdiye kadar bütün varlığıyla Türk özgürlüğünü koruyan bu cemaat, bir nokta-i nazardan, millî vicdanımızın temel taşlarının en kuvvetli direğidir.”
der. Kendisi Türklüğü İslamiyet öncesine dayandırarak öne çıkardığı için, Aleviliğin Şaman Türk inançlarıyla olan bağını kurmaya önem verir.
Baha Said, Alevi gruplarını Türk millî kültürünün omurgası olarak övgüye değer bulur. “Su katılmamış Türkler” olarak tanımladığı Alevileri ele alırken de onları dinî olarak sadece Şamanizm ile ilişkilendirip öne çıkardığı husus, onun kültürel öğeleridir.
Cumhuriyet dönemiyle beraber başlatılan Türklük inşasında gerekli olan millî kültürel değerlerin kaynağı, yüzyıllarca bu topraklarda yaşamış olan Türk, Kürt, Arap Alevi denilen inançlar olmaktadır. Baha Said, laik seküler düşüncenin etkisiyle cumhuriyetin kuruluş sürecine Alevi toplumunun entegrasyonunu sağlayacak argümanlarını da oluşturmuş olur. Radikal İslamcılığın karşıtı olarak “Aleviler kadını tesettüre koymadı” diyerek, modern kültürel özelliklerin temsil gücü olarak Aleviliği tanımlar. Böylece Alevilik, laik Cumhuriyet rejiminin kuruluşunda görevlendirilen bir inanç hâline getirilir. Erken Cumhuriyet döneminden itibaren geliştirilen Alevilik kavramı, Kürt Alevilerinin dışarda bırakılması ve Rea Haq inancının Alevi kavramsalı içinde ilga edilmesi, erken Cumhuriyet döneminin Türklük ideolojisini yansıtır. Artık Alevilik, Türklüğü temsil eden, Kürtlükten uzaklaştırılan bir kavram hâlini alır.
Habil Adem, Baha Said’den farklı olarak, Türk addettiği Alevi inancının tarihsel köklerine dair ortaya koyduğu savlarla Aleviliğin İslamiyet’le olan bağını muğlaklaştırır. Bir yandan Aleviliği İslam’ın bir mezhebi sayarken, diğer yandan iki inanç arasında köklü farklılıklar var diyerek kafa karışıklığı yaşar. Aleviliğin köklerini İslamiyet’e dayandırır; ancak bu inancın İslamiyet’le olan yapısal uyumsuzluğunu da tarif edemez. Son noktada Aleviliğe karşı yaşadığı muğlaklıkla bu inancı pejoratif bir dille tanımlayıp “mum söndürme” karalamasını devam ettirir.
Ziya Gökalp ile aynı çizgide bir Türk-İslam milliyetçi çizgisi ve sosyolojik yaklaşımına sahip olan Adem, tıpkı Gökalp gibi kentlileri modern, kırda yaşayan aşiretleri de modern hayata dâhil edilmesi gereken iptidai gruplar olarak görür. Türkmenlerin kırsal göçebe yaşamdan kurtarılıp uygarlaşması için şehirli Türklerle ilişkiye geçirilmesini önerir. Kızılbaşlık, sapkın, modern dışı, tedip edilmesi gereken bir topluluk olarak tanımlanır. Bu nedenle Kızılbaşların şehirli Sünni İslam Türklerin içine iskân ettirilip asimile edilmelerinin nasıl olması gerektiğini ayrıntılı olarak projelendirir. Bu toplulukların eğitilerek Türkleştirilmesini öneren Adem:
“Türkmenlerin muasırlaşmaları için bağlı bulundukları başarısız akideleri terk etmeleri elzemdir. Bunun için nazarî din dersleri takip olunmalı ve mektepte amelî din teçhizatı men olunmalıdır.”
der.
Adem’in Kızılbaş denilen toplulukları Türk olarak tanımlamadığı açıktır. Bu toplulukların Türkleşmesi için Müslüman kentli yapılması gerektiğini düşünür ve Türklük ideolojisinin ana karakterini de serimler. Kızılbaş inancını sorun olarak gören Adem, tek çözüm olarak bu toplulukların İslam içine alınıp Türkleştirilmesi gerektiğini savunur.
Türklük ideolojisinin iki mimarı arasında yaşanan görüş ve tanım farklılığı, günümüze kadar gelen Türk-İslam çizgisi ve Beyaz Türklük ideolojisini tanımlamaktadır. Biri Türklüğü İslam’a dayandırırken, diğeri bunu Turancılığa dayandırıp Türklüğü laik çizgide ele alarak tarihsel sürekliliğini Aleviliğe dayandırır. Güncel anlamda bu iki çizgi, AKP’nin “yeşil Türklüğü”, CHP’nin de “beyaz Türklüğü” ile devamlılığını korur.
Ortaya çıkan tabloda, Aleviliğin Abdülhamid döneminden itibaren tasarlanmış bir kavram olarak kimlik hâline geldiğini görüyoruz. İslam dışı toplulukları İslam içine çekme, Türk olmayan yapıları Türkleştirme politikası ile Alevilik de sahte bir kavram hâline getirilmiştir. Kürt ideolojisinin mimarı olan Abdullah Öcalan, Aleviliği eleştirirken bu kavramın “köprü bir kavram” olduğunu ve Kürtlüğü Türklüğe taşıma özelliğine sahip olduğunu dile getirir. Rea Haq süreğine dönük operasyonel müdahalecilik, yerine Alevi kavramının konulması ile gerçekleşir. Yakın döneme kadar Kürt Rea Haq topluluklar, Sünni Kürdü Türk olarak tanımlarken, Kürdü kendinden saymaktaydı. Ancak günümüze gelindiğinde bu gerçeklik kendini ters yüz ederek, Alevilik kavramı Rea Haq kavramını ve Kürtlüğü örten bir kavram hâline gelmiş; Alevilik, etnik kimliği ötelemiştir.
Dersim Tertelesi ile Yaşanan Kürtlük İnkârı
H. Arendt, totaliter sistemlerin uydurduğu hakikatleri “zorunluluğa” dayandırarak uyguladığını, totaliter yasaların “irrasyonalitenin rasyonel kılınması” şeklinde işlediğini belirterek soykırım gerçekliği karşısında yaşanan akıl tutulmasını tanımlamaya çalışır. Şark Islahat Planı ile devreye giren ve “Tunceli Yasaları” olarak devam eden totaliter rejim uygulamaları, Kürt inkâr ve imha politikaları olarak devreye sokulmuştur. Dersim, bir çıbanbaşı olarak modern Türk ulus devletinin mükemmel, disiplinli ve ilerici ulusu karşısında bir istisna olmuştur. Modern çağın ulus devlet yasaları karşısında Dersim, ehlileştirilmesi gereken, itaate zorlanan, suçlu bir halk olmaktadır. Bu nedenle 1938’de Dersim’in tümden imha edilmesi kararı alınır ve bu hayata geçirilerek tarihin en kanlı kıyımlarından biri yaşanır. Bu tertele sonrası ortaya çıkan yeni toplumsal gerçeklik, kendine yabancılaşan ve Kürtlük değerlerinden kaçan özelliğiyle çözümlenmeyi gerekli kılmaktadır.
“1938 Dersim Tertelesi sonrasında Kürtlüğe dair ne varsa yok edilmesi için her şey yapıldı. Dil yasaklandı, çok yönlü asimilasyon devreye sokuldu ve Dersim’de ideal bir Türklük ortaya çıkarıldı. Kendi tarihinden, toplumundan ve özdeğerlerinden kopmakla kalmıyor, bir de Kürtlüğe dair en ufak bir değerin bile gelişmesine karşı korkunç bir saldırıya geçen Judenrat yapısı da oluşmuştur.”
diyen Abdullah Öcalan, Dersim’in nasıl Tunceli hâline getirildiğini Judenratçılıkla da çözümler.
Dersim tertelesi ile inkâr edilen Kürtlük yerine sahte bir Alevilik yerleştirilir. Kemal Kılıçdaroğlu’ndan Cem Vakfı’nın kurucusu İzzettin Doğan’a kadar bazı şahsiyetler, Kürt kimliğini inkâr ederek Aleviliği temsil etmeye çalışan ve bu doğrultuda güç devşiren işbirlikçi Aleviler olarak tanımlanabilir. Bu kesimler, Dersim soykırımı sonrası Kürtlüğünü ve Rea Haq inancını inkâr eden, iktidarın sahte ve uydurma Aleviliğinin ardına saklanarak devlet içinde yol alan Judenratçılar olmaktadır. Bunlar, Dersim soykırımı sonrası kendi ailelerini yaşatabilmek için toplumsal değerlerine, hakikatine sırt çeviren ve devlet içinde güç, makam ve para elde edebilmek için uğraşan; bununla da kalmayıp kendilerini “gerçek Alevi” gibi gösteren özel bir ekiptir.
Bugün de devam eden Kürtsüz Alevilik politikası nedeniyle ne Dersim ne de Dersim Tertelesi’nin Kürtlükle bağı kurulmamaktadır. Oysa Dersim sadece Alevilikle sınırlandırılacak bir mekân değildir. Buranın yaklaşık 5–6 bin yıllık bir geçmişi var. Kürtlüğe dair tarihî kökleri var. Kürt kültürünün ilk formlarının mekânıdır. Rea Haq süreği de bu kökler üzerinde şekillenmiştir. Yine Seyit Rıza, Elazığ’a gittiğinde onu idama götüren savcı Kürtlüğünü inkâr ederse affedileceğini teklif eder ve Seyit Rıza buna karşı Kürtlüğünü savunarak idama gider.
Abdullah Öcalan, Dersim gerçeğinde yaşanan hakikat yitimini ele alırken şunları söylemektedir:
“Fethullah Gülen Gladio’ya bağlı bir görevlidir. Said-i Kurdi’nin yanına özel olarak gönderiliyor. Kişilik olarak tam bir Kürt karşıtı milliyetçi birisidir. Said-i Kurdi’nin Kürtlüğe dair ne kadar söylem, tespit ve ifadesi varsa tümünü ayıklıyor, çarpıtıyor. Tıpkı Şeyh Said ve Seyit Rıza’ya yaptıkları gibi yapıyorlar. Şeyh Said’in Kürtlüğü inkâr ediliyor ve çarpıtılıyor, yokmuş gibi değerlendiriliyor ve geriye sadece bir Nakşi birey kalıyor. Seyit Rıza’nın Kürtlüğü ve Kürdistani nitelikleri Cem Vakfı kurucularınca inkâr ediliyor. Öz nitelikleri yok sayılıyor ve geriye kuru bir Alevilik kalıyor. Bunu da Kemalizm’e bağlıyorlar. Aleviliğin İttihatçıların inşa ettiği bir şey olduğunu gizliyorlar. Böylece özü yok edilmek isteniyor ve Rea Haq inancını da yok ediyorlar.”
Kürtlerin varlık sorunu, yaşanan isyanlar sonrası ortaya çıkan soykırım gerçeği ve yasası ile aynı zamanda bir özgürlük sorunu hâline gelmiştir. Seyit Rızalar ve Şeyh Saidler bu gerçeğe itiraz ederek direnen Kürt gerçekliğini temsil etmektedir. Bu gerçekliğin doğru anlaşılmaması, Kürtsüz Kürt politikasını yaratan iktidarın ve Judenratçılarının tarihsel hakikatleri Nakşicilik veya Aleviliğin çeperine sıkıştırarak Kürtlüğün üstünü örtmesine neden olmaktadır.
Oysa Kürt halk önderi Abdullah Öcalan:
“Şeyh Said ve Seyit Rıza’nın son sözleri kurumsallaşmalıdır. Onlar Kürtlükten geriye kalan onur ve iradeyi temsil eder. Ancak böylece özgür Kürt iradesini geliştirebilir ve onlara layık oluruz.”
demektedir.
Ortada 1925’lerde ve 1938’lerde katledilenlerin son sözleri ve vasiyetleri varken, kimsenin Kürtlük değerlerinden vazgeçmesi ve Kürdün varlık sorununu yok sayması beklenemez.