Erkek egemenliği yükseldikçe kadını, kapitalizm yükseldikçe doğayı nesnesi haline getirdi… Patriyarkanın en küçük ama en yaman evladı kapitalizm; kadını doğadan ve toplumdan kopararak yeni bir karakter yaratmak istedi
"Merak ediyoruz ki gökyüzünü ve toprağın sıcaklığını nasıl satın alabilir ya da satabilirsiniz? Bunu anlamak bizler için çok güç. Bir zamanlar insanlarımız bu topraklara tıpkı rüzgarda kıvrımlanan deniz dalgalarının kabuklu kum yüzeyleri kapladığı gibi yayılmışlardı. Çok uzun zaman geçti ve o büyük kabileler artık hüzünlü bir anı oldu. Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır. Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu; halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır. Ormandaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız."
1854’te Kızılderili şefi Seatle, ABD başkanı Pierce’in toprak talebine bu sözlerle karşılık veriyor. Bu sözler ve daha nicesiyle binyılların hafızasını para denen kağıt parçasıyla alabileceğini sanan "beyaz adama" tarihsel-toplumsal bir gerçeği izah ediyor. Doğanın ve onun mükemmel efsununu yaşam düsturu edinmiş toplumsal doğanın kapitalizme karşı hayretini kendisi kadar doğal sözlerle ifade ediyor.
Doğanın alınıp-satılması, insanın süper egosunun sınırsız hizmetine sunulması, doğa-kadın soylu yaşamın kadim savunucuları için kıyamet alameti niteliğinde sayılmıştır. Kapitalist modernitenin azami kâr kanunu, insan-bireyin süper faydası uğruna, doğaya dair ne varsa sömürüye açarak kıyametin kendisine kapı aralamıştır. İnsan mefhumunu merkeze koyan ve geri kalan her şeyi onun nesnesi, ötekisi haline getiren kapitalizm ve onun modern -lojileri doğa talanını meşru hale getirmiştir. Aydınlanma ideolojisinin yoğun tartışma konularından biri olan doğa ve bilim ilişkisi bu konuda pragmatizmin kapılarını sonuna kadar açan ve bu noktada belki de kapitalizmin sınırsızlık ve ölçüsüzlüğünden bin kat daha yeğ tutulabilecek toplumsal ahlakı yerle bir etmiştir. Francis Bacon’ın doğayı deney ve gözlemle anlama yöntemi, doğaya her türlü müdahalenin yolunu açmış ve aynı zamanda yegâne güç görülen "modern bilim" her türlü bilmelerin merkezine konulmuştur. Yeni özne bilim, evrenin doğal ve muazzam ahenginden geriye kalan her şeyi, kadının tarihsel gücünden geri kalan her şeyi yeni nesnesi haline getirerek, doğa üzerinde her türlü tasarrufu kendine hak görmüştür.
Yaşadığımız modern(!) dünya ve onun "yeni dünya düzeni"nin sonuçlarını günlük olarak yaşamaktayız. Doğanın doğal döngüsü gün geçtikçe bozuluyor, doğal kaynaklar tükeniyor, mevsimsel ve iklimsel dengeler değişiyor, canlı türleri yok oluyor… Örnekleri çoğaltabiliriz ama özcesi mevcut durum her yerinden sürdürülemezlik sinyalleri veriyor. Silah ve nükleer sanayiden, kozmetik ve ilaç sanayine, kapitalizmin maymun iştahlı bireyinin günlük tüketim alışkanlıklarına kadar, modern insanın her bir yaşam momenti doğanın tüketilmesi üzerine kuruluyor. Sanırım günümüzü en güzel özetleyen sözcük de bu; tüketmek…
İnsan toplumsallığı üretim üzerine kuruldu. İlk doğal toplum klan-kabile yaşamsallığında var olmanın temel ölçütü üretime-yaşama katılmaktı. Yaşam ve üretim bu temelde özdeş kavramlardı. Ahlak ve politikanın üretimi, günlük yaşam ihtiyaçlarının karşılanması ve yaşamın devamlılığının bu eksende sağlanması temel bir aradalık ilkesi olarak kabul gördü, devamında ilk köy yaşamından tutalım kapitalist modernitenin yükseliş yıllarına kadar üretmek fakat aynı zamanda doğayla uyum halinde yaşamak toplumların temel yaşam biçimi haline geldi. Merkezi iktidar ve uygarlıkların çağlar ve dönemler boyu yükselen dikta ve yönetim biçimleri ne olursa olsun, doğanın kutsallığı ve doğayla eşgüdümlü yaşam ilkesi aşınmalar yaşasa da çok büyük bir bozuma uğramadı. İnsan doğadan öğrendi, doğayla öğrendi, doğayla toplumsallaştı, doğayla büyüdü… Ve sürekli üretti. Maddi ve manevi kültür oluşturuculuğu diye de adlandırabileceğimiz insanlığın yaşam öyküsü inişli-çıkışlı da olsa bu doğayla uyum ve üretim ilkesinden kolay kolay geri düşmedi.
Üretimden kopuş, her şey insan içindir ilkesinin temel yaşam ve politika kanunu olarak benimsenmesi kıyametler çağının da başlangıcı demektir. Yaşam oluşturucu özelliğinden yaşamı kurutan bir ölçüsüzlük ve ilkesizliğe savrulan insan o andan itibaren her şeyi tüketmeye başladı. Binlerce yılın maddi ve manevi kültür yaratımları, toplumsallığın muazzam gücü, toplumsal ahlakın adeta çimento gibi yaşamı ayakta tutan özelliği ve daha niceleri… İnsanın en yüksek faydası, kapitalizmin azami kâr kanunu uğruna ayaklar altına alındı, çiğnendi, yok olmayla yüz yüze geldi.
Doğa ve toplum birlikteliğinin ve muazzam uyumunun zihniyet oluşturucusu kadın bu hususta doğa kadar sömürüyle yüz yüze kaldı. Erkek egemenliği yükseldikçe kadını, kapitalizm yükseldikçe doğayı nesnesi haline getirdi. Patriyarkanın en küçük ama en yaman evladı kapitalizm; en büyük darbesini toplumsallığa vururken, onun kimlik ve ahlak oluşturucu gücü kadını doğadan ve toplumdan kopararak yeni bir karakter yaratmak istedi. Patriyarka ve kapitalizm sarmalında ilk toplumların hafızasında özdeş kimlikler olan kadın ve doğa, yeni tip sömürgeciliğin ilk adresi oldu. Erkek, sermaye ve hegemonik iktidarlar kümülatif güç depolarken, evrenin ve insan toplumsallığının özgür aklı ve ruhu kadın ve doğa sürekli olarak talana maruz kaldı. Doğanın muazzam dengesi bozuldukça kadın yalnızlaştı, aklı ve özgür ruhu sömürüye açıldı, kadının özgür ruhu ve aklı sömürüldükçe toplumsallık dağıldı, toplumsallık dağıldıkça kapitalizmin zafer bayrağı yükseldi. Bu döngü son 400 yıla damgasını vuran temel çağ karakterine dönüşmüş, son 200 yıldır pek çok bilimci ve cinsiyetçi argümanlarla meşru hale getirilmiştir.
Kadın ve doğanın yaşamı kuran muazzam uyumu tekrar yaşamsallaşmadan, insan mefhumu bu uyumun etrafında yeniden yoğrulmadan, mevcut -lojilerin esaretinden ana-kadının üretken aklına ve bilmelerine yönelmeden patriyarka ve kapitalizm sarmalından kurtulmak da mümkün görünmemektedir. Evren her yerinden SOS işaretleri verirken, bu noktada güçlü bir zihniyet değişimine ihtiyaç olduğu açıktır. Sümerler döneminden erkek egemenliğinden ve iktidar zorbalığından mustarip halkların kullandığı bir söz çokça bilinir; Amargi hem özgürlük hem de Anaya dönüş anlamında kullanılan bir sözdür. Özgürlüğü ana-kadın zihniyetine dönüşte görmektedir. Bugün de en çok buna ihtiyacımız var, aksi tıpkı Şef Seatle’ın belirttiği gibi;
"Şu gerçeği iyi biliyoruz: Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki her şey, bir ailenin fertlerini birbirine bağlayan kan gibi ortaktır ve birbirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır. (…) Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağları örten ormanlar yok olmuş, yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş. İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı olacak."