Duruşmalarda 'takım elbiseliydi', 'sakin ve efendice bir görünümü vardı', 'namusumu temizledim diye savunma yaptı' denilerek serbest bırakılan erkeklerden farklı olarak sistematik şiddet gören kadınlar tıkıldıkları evlerde yaşadıkları işkenceye boyun eğmeyip ‘özsavunma’ya başvurdukları için dört duvar arasına tıkılarak ömür boyu cezalandırılmaya çalışılıyor
Adı 19 Aralık 2000'deki cezaevi katliamlarıyla özdeşleşen dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, Kastamonu'daki bir hapishaneyi ziyaret etmektedir. Kadın koğuşuna girer. Koğuşta 16 kadın kalmaktadır. Hepsine sırayla sormaya başlar: “Sen neden geldin?” İlk kadın “kocamı öldürmekten…” yanıtını verir. İkinci, üçüncü, dördüncü… yanıtlar hep aynıdır. Son kadın önüne geldiğinde, aklınca espri yapmayı dener, “sen de mi kocanı öldürdün?” diye sorar. Kadın mahkûmun yanıtı ibretliktir: “Öldürmeyeceğim de ne yapacağıdım?”
Ömür boyu şiddet gören kadınlar, her taraftan kuşatılıp çıkışsız kaldıklarında, artık hiçbir şeyin çare olamayacağını düşündüklerinde kendilerine bunu reva gören erkekleri, kocalarını öldürüyorlar. Hapishanede adli tutuklu ve hükümlü kadınlarla kalan siyasiler bilir: Kocalarını öldürmekten gelen kadınların çoğu, aslında geleneksel ölçü ve anlayışla hareket etmişlerdir. Yıllarca şiddet gördükleri halde çevre baskısı başta olmak üzere birçok nedenle dişlerini sıkıp sessiz kalmışlardır. Ama koca şiddeti, kendilerini başka erkeklere pazarlama noktasına varınca eyleme geçmişlerdir. Bazıları ise, şiddet kendilerini de aşıp çocukları üzerinde de sistematik bir hal alınca bu yola yönelmişlerdir. Yaşadıklarının çocukları tarafından da yaşanması onlar açısından kabul edilemezdir. Bu noktada geleneksel annelik bilinci ve refleksleri harekete geçer.
Şimdi kritik soru şudur: Neden bu durumda bazı kadınlar kocalarını öldürürüyor da diğerleri buna yönelmiyor? Genelleme yapmak doğru olmaz elbette fakat her iki seçeneğe de -kuşbakışı da olsa- bakmaya çalışacağım.
Yağmur Birdal'ın “Erkek Adalet Kıskacında Kadınlar” başlıklı tez çalışması -özellikle veriler yönüyle- işimi çok kolaylaştırdı.
İnsandan sayılmayan kadının şiddet tarihçesi
Kadına yönelik şiddetin tarihçesi çok eskilere kadar gider; bu tarihçe, mitolojik hikayelere konu olmuştur. Sözgelimi, Yunan Mitolojisi’nde istediği kadını kaçırıp tecavüz etmesiyle bilinen Zeus'un şiddeti dönemin duvar yazıları ve çizimlerinde bile doğal görünüp kutsanır. 1600’lere gelene kadar Avrupa’nın birçok yerinde bir erkek karısını öldürebilir ve ceza almazdı. Kocasını öldüren bir kadın ise hain muamelesi görerek cezalandırılırdı. ABD, 19. yüzyılın başlarında bir erkeğin eşini dövme hakkını resmi olarak tanıdı. 1910’a gelindiğinde ise 46 eyaletten sadece 35’i, erkeklerin eşlerini dövmesini saldırı olarak sınıflandıran mevzuatı kabul etti. Demek ki, kadına karşı yüzyıllardır devlet eliyle normalleştirilen şiddetle örülü bir sistemden söz ediyoruz.
Kadınlar da bütün bunlara karşı yol ve yöntem geliştirerek kendilerini “koruma” altına almaya, hayata tutunmaya çalıştılar. Erkeklerle bir nevi “pazarlık” anlamına gelen bu ilişkiler zinciri içinde kadınlar -Deniz Kandiyoti'nin söylemiyle- bu sistem içinde korunma amacıyla, annelik gibi toplumda değer verilen rolleri benimseme karşılığında özgürlüklerinden vazgeçtiler.
Şiddet gören kadınlar, boşandıkları durumda -eğer boşanabilirlerse- “dul kadın” olarak daha fazla mağduriyet yaşıyorlar, artık dönebilecekleri bir evleri de olmuyor. Öyle bir sistemde yaşıyoruz ki, birincisi kadınların iş bulması -resmi istihdam verilerine göre bile- hayli güç, iş bulacak olurlarsa da bunlar genellikle vasıfsız işler oluyor; her koşulda erkeklerden daha az ücrete mahkûm ediliyorlar. Bulabildikleri “iş” genellikle ya yarı zamanlı ya parça başı oluyor, aldıkları ücret kölelik koşullarında dahi yaşamaları için yetmiyor.
Sineye çekilen işkence
Bir kadının kocasından ayrılıp çocuklarıyla yeni bir hayat kurabilecek kadar para kazanması çoğunlukla mümkün değil. Çoğu kadın işte bu yüzden, kocaları ya da partnerleri olan erkeklerin şiddetini, onurları ezile ezile, kişilikleri örselene örselene sineye çekiyorlar.
Kadınlar şiddet gördüklerinde ne yargıya güvenebiliyorlar ne de adına “hukuk devleti” denilerek kendilerine “koruma” sağlayacağı sözü verilen devlete!.. Mahkemeler katilleri sokağa salıyor, bir süredir üzerinde fırtınalar koparılan “yoksulluk nafakası”, sözüm ona mağdur erkekleri koruma kalkanına çevrilmeye çalışılıyor. Kısacası bütün mekanizmalar kadınların aleyhine…
Yüzyıllara dayanan mücadele ve bunun sağladığı deneyimle kadınlar artık “erkek şiddeti”nin hiçbir zaman hiçbir koşulda haklılık payı olamayacağı fikrini daha çok benimsiyorlar. Bu yüzden de birbirlerine daha çok sarılıyor, daha çok ses çıkarıyor, örgütlenmelerini ve öz savunmalarını güçlendiriyorlar; onlar bir süredir kadın mücadelesinin öne çıkan dinamiği olarak tarih sahnesinde.
Örselenmiş Kadın Sendromu
Literatürde Örselenmiş Kadın Sendromu* olarak adlandırılan ve kadının sistematik olarak şiddet gördüğü cehennem koşullarında kadınlar başlıca iki yola başvuruyor: Ya şiddeti sineye çekip bu işkence deryasında ayakta kalmaya çalışıyorlar ya da daha fazla tahammül edemeyeceklerini düşündükleri noktada tacizcilerini, tecavüzcülerini, katillerini öldürüyorlar.
İstanbul Tıp Fakültesi'nde yapılan bir araştırmaya göre psikiyatri kliniklerine başvuran kadınlar arasında 80 vakanın 74'ünün örselenmiş kadın sendromundan muzdarip oldukları saptandı. Örselenmiş kadın sendromu yaşayan kadınlar, çaresiz oldukları ve kendilerine şiddet uygulayan erkekler ölmedikçe bundan kurtulamayacaklarını düşünüyorlar.
Ölmemek için öldürmek
Bu sendromdan muzdarip kadınların hepsi cinayet işlemiyor elbette! Peki, kendilerine sistematik şiddet uygulayan erkekleri öldürdüklerinde ne oluyor dersiniz?
Sistematik şiddete uğradığı için kocasını öldüren Çilem Doğan haksız tahrik indirimi uygulanarak 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. 18 yıl boyunca sistematik şiddetine maruz kaldığı kocasını öldüren Hülya Tuncer müebbetle yargılanıyor. Kendisine silah zoruyla tecavüz eden Nurettin Gider'i öldüren Nevin Yıldırım'a müebbet verildi. Buna karşın kadınlara yıllarca eziyet, hatta işkence ve tecavüz etmekle kalmayıp onları katleden erkeklere verilen cezalar ise kadınlara verilenlerin yanında devede kulak!..
Ölmemek için öldüren kadınlar söz konusu olduğunda “öz savunma” dikkate alınmaz. Duruşmalarda 'takım elbiseliydi', 'sakin ve efendice bir görünümü vardı', 'namusumu temizledim diye savunma yaptı' denilerek serbest bırakılan erkeklerden farklı olarak sistematik şiddet gören kadınlar tıkıldıkları evlerde yaşadıkları işkenceye boyun eğmeyip “özsavunma”ya başvurdukları için dört duvar arasına tıkılarak ömür boyu cezalandırılmaya çalışılıyor.
Özsavunma, direnerek yaşanabileceği gerçeğinin ayırdına varılmasıdır. Hayatımıza yönelik bir saldırıyı önlemek için girişilen insani bir haktır. Hayatta kalma yolculuğuna konulan çimentodur. Şiddete boyun eğmeyeceğimizi gösteren derinlemesine bir mücadeledir.
Tacize, tecavüze, sistematik işkenceye uğrayan, sudan ucuz canlar gibi kolaylıkla katledilen kadınlar, her yandan kuşatıldıklarında, soluk alamaz hale geldiklerinde, özsavunmaya başvurarak ölmemek için öldürüyorlar.
Dolayısıyla, özsavunma haktır cezalandırılamaz!
* İlk kez feminist psikolog Lenore E. Walker tarafından 1970’lerde kullanılan bu kavram, aile içinde yahut yakın ilişki dahilinde uzun süreli şiddete, istismara maruz kalan kadınların bir dizi davranışsal ve psikolojik reaksiyonlarını ifade etmektedir.