1789 Fransız Devrimi sonrası hazırlanan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”ne bakmak gerekir. Bu bildirgenin önemi, ilk defa bireysel haklar noktasında ele alınmış olmasındandır. Uzun süren savaşlar ve ihlaller sonrasında “özgürlük” kavramını ele alması tüm dünyada büyük yankı uyandırmış ve etkileşime neden olmuştu. Ancak tıpkı Atina Demokrasisi gibi “yutttaş” ve “insan” olan yine erkelerdi!
İlk toplumsal aşınma kadın şahsında yaşanan kırılma ile başlar. Burada Abdullah Öcalan’ın kastik katil diye adlandırdığı avcı erkek ile başlayan ve sonrasında onun kurumsallaşıp moderniteye kapitalizm olarak damgasını vurmasıyla devam eden süreç, bu kırılmanın başlangıcını ve geldiği aşamayı işaret eder. Kadının “ötekileştirilmeye” başlamasıyla, toplum da aynı kaderi yaşamaya başlamıştır. Kuşkusuz bundaki en önemli etken kadının toplum ile kurduğu diyalektik bağdır. Kadın toplumsal inşada önemli bir rol oynarken aynı zamanda komünal yaşam değerlerini oluşturan ana kaynaktır. Bu gücün ortadan kalkması demek; doğa- toplum, kadın-toplum, erkek-kadın gibi bağların da giderek zayıflaması anlamına gelmektedir. Bundandır ki ilk kurumsal kastik katil yapılanması olan “uygarlıklar” da bu zayıflığın ya da zayıflatılan değerlerin üzerinde kendini yaratmıştır. Abdullah Öcalan bu konuyla ilgili şu değerlendirmeyi yapmaktadır: “Kastik katilin ortaya çıkışı, ilk büyük kırılmadır. Anacıl toplumda büyük kırılma yaratıyor. Toplumsal gelişimde büyük bir yarılma ortaya çıkarıyor. Belki de tarihin en büyük karşı-devrimidir. “Tarih nedir” diye de bir soru sorsak, tarih işte kastik katilin toplumu yarması, toplumu büyük kölelik sistematiği altına alması; hem onun düşünce sistemine hem de pratik yaşamına müdahale etmesidir.”
Uygarlıklardan bu yana oluşturulan “toplumsal kurallar” doğal toplumun yazılı olmayan ahlaki kurallarının aksine hem kadın hem de toplum aleyhine yazılı hale getirilmiştir. Bilinen ilk yazılı yasalar da “Hammurabi Kanunları”dır. Hammurabi Kanunları’nın çoğu maddesinin kadının “namus!”unu korumaya yönelik olduğu bilinmektedir. Yine tek tanrılı dinlerdeki kutsal kitaplar da dönemin anayasası olarak görülebilir. Tevrat’ta tanrı Yehova kadınların nasıl yaşaması, kadına nasıl yaklaşılması yönünde bolca tavsiye verir. Öyle ki kadını regl döneminde bir nevi murdar kılarak kutsal yerlere girmesini, dokunmasını yasaklar. Hatta evden çıkmasını bile istemez. İslam dünyasında da durum farklı değildir. Kadın İslam kuralları gereği miras alımında, şahitlik durumunda hep ikinci konumdadır. Erkek kudret sahibi görüldüğü için kadından daha fazla imtiyazlı kılınmıştır. İncil’de ise her ne kadar toplumsal yan daha ağır bassa da İsa’dan sonra, dünyanın dört bir yanına dağılan havarilerin öğretileri ile zıtlık taşımaya başlar. Özellikle Doğu Roma ile yayınlan Hristiyan öğretinin Avrupa’da giderek kurumsallaşması ile güç kazanan kilisenin kadına olan bakışı 15. ile 18. Yüzyıl arasında katledilen yüzbinlerce “cadı” ile kadın düşmanlığının zirvesini yaşamıştır.
Ortadoğu’nun giderek güç kaybetmesi ve maddi manevi tüm birikimlerin batıya yani Avrupa’ya akması ile yeni bir dönemin kapısı aralanmış olur. Mezhep savaşları yerini ulus savaşlarına bırakmış, prenslikler birleştirilerek ulus-devlete adım adım gidilmeye başlanmıştır. İlk örneğini Sümerler’de gördüğümüz kanunlar, ulus-devletlerde anayasa ve bitmeyen maddeleri ile karşımıza çıkar. Çünkü toplumu baskı altına almak, kendine hem tanrı katında hem de dünyevi yaşamda meşruluk kazandırmak için yegane yol, her bir kelimesinde kendi zihniyetini yaşatacak olan toplumu “demir kafese” alacak yasalar olacaktır.
Peki burada kadın nerededir? “Ana-yasa” olarak adlandırılmasına rağmen içinde kadına dair hiçbir şey olmayan, tamamen kastik katil düşüncesi ile şekillenen ulus-devlet ideolojisini besleyen bu yazılar bütünlüğünü nasıl okumalıyız? Sorular daha da çoğaltılabilir. Ancak buraya geçmeden önce ilk insan hakları bildirisi olarak bilinen ve 1789 Fransız Devrimi sonrası hazırlanan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”ne bakmak gerekir. Bu bildirgenin önemi, ilk defa bireysel haklar noktasında ele alınmış olmasındandır. Uzun süren savaşlar ve ihlaller sonrasında “özgürlük” kavramını ele alması tüm dünyada büyük yankı uyandırmış ve etkileşime neden olmuştu. Ancak tıpkı Atina Demokrasisi gibi “yutttaş” ve “insan” olan yine erkelerdi!
Fransız Devrimi sonrası yaşanan gelişmeler oldukça çarpıcıdır. Kendilerini “yurttaş” konumunda görmeyen ancak devrime giden yolda büyük fedakarlık yapan kadınlar yine yok sayılmıştı. Böyle bir ortamda ilk adım Olympe de Goues’ten gelir. Olympe bir şeylerin ters gittiği anlar ve kadınlara ait bir bildiri yayınlar. Adını da “Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” koyarlar. Bu bildiri kendisinin giyotine gitmesine yol açar ancak tarihe not düşecek şu söylemiyle Avrupa’da kadınların besleneceği güçlü bir tarihi mirası da geride bırakır: “Kadının giyotinde öldürülme hakkı varsa, kürsüde konuşma hakkı da vardır.” Ancak o hak sadece giyotinde kullanıldı ve Olympe, 1791 de yayınladığı bildiriden sonra 1793’te giyotinde katledilir. Olympe gibi birçok kadın, sesini yükselttiği anda “cezalandırma” mantığı ile ortadan kaldırılmaya çalışılır. Bu ve buna benzer örnekler oldukça yoğundur. Çünkü var olan düşünceye karşıt olmak zaten bir cezalandırma gerekçesi iken bir de bunu savunan kadın olunca bu cezalandırma hemen ve en acımasız bir biçimde devreye girer. Bu nedenle de kadının mücadele tarihi ödenen bedeller ile doludur ve erkek egemen düşünce karşısında, en modern diye adlandırılan dönemde bile zorluğundan bir şey kaybetmeden ilerlemiştir.
Kadınların hak arayışı uzun soluklu bir maratondur. 18. Yüzyıl ile gelişmeye başlayan “kadın hakları” kavramı ancak 1990 tarihinde Birleşmiş Milletler’de kullanılır ve 1993 Viyana İnsan Hakları Konferansı’nda “Kadının İnsan Hakları” adı ile kabul edilir. Yaklaşık iki yüzyıl sonra ortaya çıkan Suffrageler ve sonrasında gelişen sol-sosyalist akımlar, kadın aktivistleri ile bu kavram giderek yaygınlaşacaktı. “Kadın hakları insan haklarıdır” söylemiyle gelişen hak elde etme mücadelesi bugün hem özel devlet hukukunda hem de genel birleşmiş milletler ya da farklı oluşumlarda halen tartışma konusudur ve bu yönlü mücadeleler devam etmektedir.
Kapitalist modernitede yasalar, toplumsal değil ulus-devlet ideolojisinin aynasıdır. Doğal olan ise tüm halkların, cinsinlerin ve her inancın kendini içinde bulacağı toplumsal sözleşmelerdir. İnsanlık binlerce yıl, yazılı olmayan ve herkesin uymakta gönüllü olduğu ahlaki toplumsal kurallar çerçevesinde yaşamını devam ettirmişti. Yasa gibi araçların uygarlık ile ortaya çıkması tesadüfi değildir. Yine ilk hukuk maddesinden bugüne, kadının içinde olmadığı ya da salt belirli noktalarda olduğu, yani tamamen mülkleştirmeye dönük yazılı kuralların olması da tesadüfü değildir. Çünkü anayasalar isminin tam aksine erk yasalarıdır.
Anayasal çerçevede gelişen hak arama arayışı aslında kendi içinde bir paradokstur. Çünkü doğal hakların ihlali tam olarak bu yazılı kurallar bütününden kaynağını almaktadır. Kadın, bu yazılı kurallar ile resmen toplumdan dışlanmış, insan olmadığı düşünüldüğü için kendisine dair hiçbir şey bunlara dahil edilmemiştir. Ulus-devlet yasalarının kendinden olmayan uluslara, aynı inancı paylaşmayan diğer kesimlere uyguladığı tekçi anlayış gibi, bu yazılı metinlerin (her ne kadar artık “kadın” ibaresi olsa da) ruhu da pratiği de erildir. Bu nedenle de salt anayasal kazanımların tek başına bir anlam ifade etmeyeceği, mevcut kadın lehine gelişen yasaların işlerliğine daha doğrusu işlemezliğine bakıldığında daha net anlaşılacaktır.
Yasaların olduğu yerde haksızların fazla olduğu söylenebilir. Kapitalist dönemde en fazla yapılan şey kural koymak ve yasa çıkarmaktır. Bir ihtiyaç haline gelmiştir. Çünkü çoğalan suçların önünü almak (oysa gerçek tam tersidir) ancak bu anayasal kurallar ile sağlanmaya çalışılır. Oysa tüm sorunların kökeninde bizzat kendi ideolojieri vardır. Hatta teşvik eder. Örneğin; yasaya göre çalmak suçtur (ki bu devletlerin değil toplumun ahlaki kuralıdır). Ancak devlet, toplumu açlık sınırına getirendir. Paradoks değimiz şeylerden biri de budur. Yasalar ve suçlar birbirine paraleldir. Yani suçun kendisini bizzat üreten devletin kendisidir ve bunun suç olduğunu söyleyen de yine kendisidir! İnsan hakları veya kadın hakları gibi başlıkların çokça işlenmesi de aslında o konuda yaşanan sorunların büyüklüğüne işaret eder. Ve bu sorunlar yumağının çözümü, salt yazılı hukuk ile telafi edilemeyecek kadar derin ve çok yönlüdür.
Sonuç olarak; Toplumun hücrelerine sızan eril kodları temizlemeden, kadına olan bakış açısını değiştirmeden; kadın-doğa ve toplum diyalektiği yeterince anlaşılmadan; demokratik bir yönetimde kadının öncülüğü ve komünal yaşamın olmazsa olması olarak görülmeden yazılı kurallar konulsun, yazılsın değişen hiçbir şey olmayacaktır. Bunun için de toplumun demokratikleşmesi önemlidir. Kuşkusuz kadın olmadan ne demokrasi olur ne de komün yaşamı. Konuyla bağlantılı olarak kadın olmadan demokrasi, demokrasi olmadan da tam anlamıyla özgür, demokratik toplumsal kurallar diye adlandıracağımız yasalar oluşturulamaz. Mevcut ulus-devlet veya birleşen devletler hukukuna göre oluşturulan her anayasa kadının sadece sistem ile bağını güçlendirecek adımlardan öteye gitmeyecektir. Bu konuda en önemli örnek kadına bir lütuf gibi verilen ve bolca reklamı yapılan seçme ve seçilme hakkıdır. Neredeyse yüzyıl geçmesine rağmen halen dahi kadınlar kolay kolay seçilememektedir. Bunun nedeni de yukarıda saydığımız nedenlerden ötürüdür. Kadın seçilse dair kendi cinsinin yarattığı doğal karakterinden, kendi renginden ziyade tamamen eril alan haline gelen siyasette bir erkek gibi düşünmeye, konuşmaya hatta giyinmeye başlar. Yani kadının siyaset alana girmesi onun “erkekleşmesi” ile mümkün hale gelmiştir. Tıpkı ezilen bir halkın, egemen ulus kimliğini kabul ettiği oranda yaşama imkanı tanınması gibi!
Özcesi; haklar mevcut durumu kurtarmak için gündelik gözümler üretebilir ancak asıl mesele demokratik, ekolojik ve kadın özgürlüğüne dayalı komünaliteyi yeniden inşa etmektir. İşte o zaman “hak” “hukuk” diye bahsedilen hiçbir argümana da gerek kalmayacaktır. Demokratik sosyalizm ile inşa edilen bu komünal yaşam içerisindeki kadın, adına kural konulan değil, bizzat inşa edici, oluşturucu özüne geri dönüş yapacaktır.

