Bu coğrafyada ahlaki, politik toplumun inşasına dayalı mücadele, yüzbinlerce canın, sürgününe, işkenceden geçirilmesine, toprağından, kültüründen, kimliğinden belleğinden ve tüm aidiyetlerinden koparılmasına mal olsa da onurlu yaşamın barışını geliştirmeye değerdir…
Aşîtî-Barış; bitmeyen türlü soykırımların kıyısında hakikate yol almak, yaşamda ısrar etmektir.
Barışa; onurlu ve insanca bir yaşam için su, hava, toprak ve ekmek kadar ihtiyaç duyduğumuz bir zaman diliminde, 1 Eylül Dünya Barış Günü'ne girdik yine. “Barış” bir güne sığdırılamayacak, sembolik kutlamalarla geçiştirilemeyecek, dilek ve temennilerle romantize edilemeyecek kadar değerli ve hayati bir yaşam biçimidir. Doğadaki sonsuz döngünün gözle gürülmeyen zekası gibidir. Birbirini doğuran, besleyen, büyüten zıtlıkları, farklılık ve zenginlikleri yani din, dil, ırk, etnik ve kültürel hiçbir ayırım yapmaksızın tüm toplumsal dinamikleri bir arada yaşatabilme sanatıdır.
"Barış-Aşîtî" ne güzel kelime! Kısa, sade, yalın ve huzur verir insana.
Aşîtî için özünde Kurnaz Enkî’nin çaldığı 104 ME’nin altın anahtarıdır diyebiliriz. Ya Savaş? O da beş harften oluşan kısa bir kelime. Sert, yıkıcı, huzuru kaçıran, yaşamdaki tüm dengeleri sarsarak alt-üst eden bir kelime. Yani erkek devletin 104 ME’nin altın anahtarını gasp ettiği günden bu yana, sürekli bıçak sırtında kötülüğü yaşama hali. Savaş ve Barış zıtların çatışma hali. Kadın ve erkek, doğa ve insan arasındaki uyum ve ahengin bozulma hali. Ahlaki ve vicdani toplum terazisinin dengeden düşme hali. Ve gelinen aşamada barışın savaşa, toplumsal huzurun çatışmaya, vicdan ve ahlakın zorbalığa, iyinin kötülüğe, güzelliğin çirkine, özcesi yaşamın ölüme kurban edildiği çürümüş bozuk düzenin terazisinde belirsizliğe savrulan halklar ve kadınlar varolma mücadelesini verirken, erkek devletlerin doyumsuzluk savaşlarının kıyısında bir yüzyılı yaşıyoruz.
Kapitalist modernite çöküşünün kıskacında doğanın, halkların, toplumlar ve insanlığın maddi-manevi tüm değerlerinin savaşın hedefi haline getirildiği bu yüzyılda kadın kırımının giderek derinleştiği bir dönemeçten geçiyoruz. Sahi yaşamdaki dengenin ahengini kim bozmuştu, insan ile doğa, kadın ile erkek arasındaki muhteşem tılsımı kim çalmıştı? Tabii ki Erkek Devlet aklı! Sahip olamadığı her şeyi tüketme, yok etme çılgınlığı bu aklın adetindendir. Ne güzel ifade etmiş Neruda; "İnsan ulaşamadığı her şeyin delisi, ulaştığı her şeyin nankörüdür" diye. Yaşadığımız yüzyılın özeti tam da budur; gasp etme deliliği ve nankörlük çılgınlığı, doyumsuzluk ve paylaşamama savaşları. Fiziksel, tarihsel, toplumsal, kültürel tüm değer ve yaratımların soykırım çemberinden geçirilme savaşları ve en nihayetinde yaşam ile ölüm arasındaki sonsuz döngü akışını tıkatma hali…
Barışı tesis etmenin bedelini kadınlar omuzladı
Doğanın toplum ile kadının erkek ile insanın insan ile ahlaki ve politik temele dayalı bir yaşam biçiminin tesisi için onurlu bir barışa ihtiyaç var. Belli ki bunun sorumluluğu da kadınların omuzlarına yüklenmiş. Bu sorumluluğun kadınlara yüklenmesi elbette ki kadının yaşamda durduğu yerle derin bir bağı olmasında fakat barışı tesis etmenin bedelini sadece kadınlara yüklemek başka bir çılgınlık ve tüketme halidir, haksızlıktır. Diğer taraftan erkeğin gasp ettiği konfor alanlarından vazgeçmemesidir ki, bu da erkekliğin yaşamda olmak istediği yerle ilgili bir durumdur.
Tarihin hiçbir döneminde kadının çıkardığı, yol açtığı bir savaşa rastlamıyoruz çünkü kadının doğa, toplum ve insan ile kurduğu bağ ve ilişkilenme biçiminde üretme, besleme ve beslenmeye dayalı uyum sanatı ve mücadele emeği vardır. Bu ilişkilenme biçimi kadının vicdani ve ahlaki karakterini oluşturarak fedakar ve gözü tok yaşama bakmasını ve katkı sunmasını sağlamaktadır.
Bunu hayata ilk gözümüzü açtığımızda en yakın ilişkilendiğimiz anne ve babalarımızdan biliriz. Kadın anne, kendi açlığı karşılığında on çocuğu doyuracak kadar gözü tok ve paylaşımcı, mutsuzluğu karşılığında herkesi mutlu etme, emeğini verecek kadar yüreği zengin, bitmez tükenmez yorgunluk ve uykusuzluk karşılığında herkesi rahat ettirecek kadar fedakar ve huzurludur. Ya baba ve abilerimiz? Aç ve uykusuz kalmayacak kadar bencil, paylaşmayacak kadar gözü aç, kendi mutluluğu, huzuru ve rahatı için en ufak bir sorun duymayacak kadar tahammülsüz ve aksi hallerine hep maruz kalarak büyüdük ve tüm bu sıkıntılarımızı aşmak için hep annelerimizin hoşgörü ve sınırsız fedakarlığına sığınarak yaşama tutunduk. Tıpkı ahlaki ve politik toplum arayışının kadın mücadelesi ve kadın direnişine yaslandığı bu yüzyıl gibi. Çünkü savaşın yürütücüleri hala erkek-devlet güçleridir. Daha çok kazanma açgözlülüğü için daha çok yıkma ve yok etme çılgınlığı ve nankörlüğü… Kadına barışın ağır sorumluluk ve bedelini yükleme gerçekliği tam da budur. Kadın hiçbir savaşın kaynağı ve sebebi olmayabilir ama barışı tesis etmenin tarihsel sorumluluğuyla karşı karşıyadır. Tüm savaş ve çatışmaların tarihsel akışında barışı tesis etmenin bedelini kadınlar omuzladı.
Barış kadınların mücadelesiyle mümkün
Kürdistan’da yakın tarihin 50 yıllık şiddetli çatışmanın sarmalında kadınların yürüttüğü mücadele, sergilediği direniş ve fedakarlık sayısız örneklerle dolu. Binlerce faili meçhullerin ilk arayıcıları olan Cumartesi Anneleri, çatışma ortamlarında birden fazla çocuğunu yitiren Barış Anneleri İnisiyatifi’nin kesintisiz mücadelesi, Ortadoğu ve dünya kadınlarına esin kaynağı olan Kürt kadın hareketinin mücadele geleneği ve mirası, tüm toplumsal ayrışmaları bertaraf ederek ortak mücadele hattını oluşturma deneyimi olarak Barış için Kadın Girişimi, kadına ve çocuğa yönelik her türlü şiddet biçimlerine karşı toplumsal refleksi oluşturan Kadınlar Birlikte Güçlü zemini ve kadın mücadelesinin evrensel deneyimi olan Dünya Kadın Yürüyüşü verilecek en somut ve değerli örneklerdir.
Erkek devletlerin üçüncü dünya paylaşım savaşlarını sürdürdüğü bu yüzyılda, bu çılgınlığa karşı duracak kadın mücadele deneyimlerinin önemi bir kez daha açığa çıkıyor ki daha çok kadın mücadelesi ve direnişi etrafında barışı tesis etmek çağın altın anahtarı değerindedir. Bu sorumluluğun sadece kadınların omuzlarına yüklenmesi büyük bir haksızlık olsa da barış, erkek devlet aklına emanet edilemeyecek kadar önemli ve kıymetlidir. “Ulaşamayanın delisi, ulaştığının nankörü” olmayanların mücadelesi ve çabasıyla onurlu bir barış tesis edilebilir ancak. Bu da kadınların doğası gereği sınırsız fedakarlığı, çıkarsız ve hesapsız mücadelesi, her koşulda direnişten vazgeçmemesiyle mümkündür. Bu coğrafyada ahlaki, politik toplumun inşasına dayalı mücadele yüzbinlerce canın sürgününe, işkenceden geçirilmesine, toprağından, kültüründen, kimliğinden, belleğinden ve tüm aidiyetlerinden koparılmasına mal olsa da onurlu yaşamın barışını geliştirmeye değerdir…
Onurlu bir barışın mücadelesine onca yaşam adanmışken hangi örgütlü, vicdanlı kadın ve anne bu değerlerler mücadelesinden vazgeçebilir ki?