“Bağışlama Ölüm kamplarında ölmüştür” V.Jankelevitvh
“Yok kurtuluş yeryüzünde Cellatlar bağışlanabildiği sürece”. P. Eluard
Adlandırmak, Tanımlamak, Anlatmak: Irkçılık, Soykırım…
Irkçılık kavramının izleri 17. yüzyıla kadar sürülebilirse de, İngilizceye 1930’larda girmiş ve Oxford İngilizce Sözlüğünde “belli başlı insani özelliklerin ve yeteneklerin ırk tarafından belirlendiğini öne süren teori” olarak tanımlanmıştır. İnsanların hiyerarşik olarak alt türlere ayrıldığı, bunların her birinin doğal niteliklere sahip olduğu ve biyoloji biliminin verileriyle desteklendiği bu ırkçılık teorisi özcü ve monolitiktir. Bilimsel temellere oturtularak resmi düzlemde de karşılık bulan ırkçı teori; insan gruplarının biyolojik/fiziksel özelliklerle birbirinden farklılaştığı ve bu nedenle de gruplar arasında belli bir hiyerarşik sıralamanın meşru olduğu inancıyla şekillenir (Sumbas, 2009:265). Oturtulduğu temel ne olursa olsun ırkçılık kavrayışın kendisi ideolojiktir. Robert Miles, ırkçılığı, ideolojik bir anlam yükleme süreci olarak tanımlar ve ırkçılığı bir sınıflandırma sistemi kurmak amacıyla insanların bazı “fenotipik veya genetik karakteristiklerine” anlam yükleme süreci olarak görür, ırkçı ideoloji bu sınıflara yerleştirilen insanlara “ek özellikler” atanmasını sağlar. Dolayısıyla anlam yükleme süreci bir gruplar hiyerarşisi yaratmanın, kaynak ve bölüşüm sürecinde insan gruplarını kapsamak ya da dışlamak için kriter yaratmanın temelidir (Miles, 2000: 10).
İnsanların ten rengi, göz rengi gibi biyolojik farklarına bilimsel gerekçeler bularak ırklar arasında hiyerarşi oluşturduğu klasik/eski ırkçılığa bağlı olarak yüzyıllar süren kölelik, insanlık dışı uygulamalar yirminci yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde ulusal ve uluslararası önlemlerle yasaklanmıştır. Amerika’da deri rengine dayanarak, Almanya’da, arî ırkının üstünlüğüne bilimsel kılıflar uydurularak sürdürülen devlet ırkçılığının yarattığı tahribatların bir daha yaşanmaması için 1950’ler itibariyle sınıfa, ırka, etnik kökene, cinsiyete dair ayrımcı pratikler, evrensel insan hakları bağlamında uluslararası ve ulusal yasal önlemlerin konusu haline gelmiş ve ırkçılık suç kapsamına alınmıştır.
Irksal ayrımcılık yasağının insan hakları bağlamında bugünkü anlamını kazanması sürecindeki ilk müdahale, genel ayrımcılık yasağıdır. Bu yasak, 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nden başlayarak, genel nitelikli bütün insan hakları belgelerinde yer verilen bir ilkedir (Alpkaya, 2011:3). Bu sözleşmelerin ardından, ırksal ayrımcılığa yönelik özgül düzenlemeler gelmiştir. Bunların ilki, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından 20 Kasım 1963’te kabul edilen Irksal Ayrımcılığın Bütün Biçimleriyle Sona Erdirilmesine İlişkin Bildirge’dir. 21 Aralık 1965’te ise Irksal Ayrımcılığın Bütün Biçimlerinin Sona Erdirilmesine İlişkin Uluslararası Sözleşme kabul edilmiştir. 1965 Sözleşmesi hem taraf devlet sayısı, hem de ırksal ayrımcılık yasağına ilişkin en kapsamlı düzenleme olması bakımından ırksal ayrımcılıkla uluslararası mücadelenin normatif temelini oluşturmaya devam etmektedir (Alpkaya, 2011:4) Irkçılık ve ayrımcılık karşıtı bu yasalar normatif düzeyde de olsa Birleşmiş Milletlere üye olan 206 devletin hepsi de yasalarının düzenlenmesinde bu sözleşmeleri rehber olarak almıştır.
Öte yandan bütün bu yasal düzenlemelerin ırkçılığı bütünüyle engelleyemediğini, üstelik günümüzde ırkçılık suçlamasından kaçınmayı da sağlayacak bir şekilde yeni bir formu kendine eklemlediğini vurgulamak gerekir. Bu yeni form ile günümüzde ırkçılık daha çok kültürel, stratejik her türlü ayrımcılığı konjonktürel olarak araçsallaştıran, dilde temellenen ve söylemsel bir nitelik kazanan yeni bir ırkçılığa doğru evrilmiştir. Yeni ırkçılık, klasik dediğimiz ırkçılığın, ten rengi, göz rengi, soya çekim gibi biyolojik gerekçelerle, ırksal üstünlüğe dayalı işlemesinden farklı olarak daha çok kültüre odaklanmaktadır. Ötekilerle/Öteki kültürlerle arasında “mutlak” fark olduğunu ileri sürerek ya da Öteki’ne dair tüm fakları görünmez kılarak, farkı inkâr ederek, “asimilasyonculuğun haklılığına dayanan” düşünme biçimleri ile kendini gerçekleştiren bu formların hepsi de “Öteki” olarak Öteki’ni reddederek günümüzde ırkçılığın kültürel farklara dayalı olarak sürdürülmesini meşrulaştırmaya çalışır (Schnapper, 2005: 28).
Yunanca genos (ırk veya aşiret, kabile) sözcüğü ile Latince cide (öldürmek) sözcüğünün birleştirilmesinden oluşturulan Genocide (Soykırım) kavramı ise ilk kez Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin tarafından 1943 yılında, Yahudi halkına yönelik Holokaust uygulamasının, daha önce yaşanmış katliam, pogrom ve benzeri kitlesel imha, yok etme edimlerinden farklılığını sergilemek amacıyla oluşturulmuştur. İlk kez yine Lemkin ‘in 1944 yılında basılan “İşgal Altındaki Avrupa’da Mihver Devletleri Yönetimi” adlı kitabında kullanılmıştır (Zarakolu, 2005: 570). Lemkin’in Soykırım tanımıyla birlikte İkinci Dünya Savaşı’nın teknolojik silahlar eşliğinde gerçekleştirilen yıkıcı ve tarif edilmesi “imkânsız” Nazi şiddeti resmedilebilmiş ve Avrupalı Yahudi nüfusuna yönelik sistematik şiddeti tanımlamaya dair boşluğun doldurulması mümkün olabilmiştir (Süslü, 2021: 486-487). Öte yandan Lemkin, “Soykırım kelimesini, yalnızca Nazilerin, Yahudi ve çingenelerin kökünün tamamen kazıması politikalarını anlatmak için değil, aynı zamanda Nazilerin daha uzun vadeli olan diğer amaçlarını da anlatmak için de kullanmıştır” (Şen, 2009: 16).
Lemkin’in fikirleri ve tanımının ardından uluslararası toplumun soykırım suçunu önlemeye ve bu suçu işleyenleri cezalandırmaya yönelik çabalarıyla 1948 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi (Soykırım Sözleşmesi) imzalamış ve 1951 yılında da yürürlüğe konulmuştur (Süslü, 2021: 487). Sözleşmenin 2. maddesine göre Soykırımın kapsamını içeren eylemler açık bir şekilde tanımlanmıştır (Zarakolu, 2005:570):
Ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle: (a) Grup üyelerinin öldürülmesi, (b) Grup üyelerinin fizik ya da akıl bütünlüğünün ağır biçimde zedelenmesi, (c) grubun fiziksel varlığının tümü ya da bir bölümü ile yok edilmesi sonucunu verecek yaşam koşulları içinde tutulması, (d) grup içinde doğumları engelleyecek önlemler alınması, (e) bir grup çocukların başka bir gruba zorla geçirilmesi
Öte yandan uluslararası sözleşmelerin varlığına rağmen, hukuki olarak bir çeşit cezalandırılmazlık durumunun devam etmesi, soykırım faillerini yargılayacak bir uluslararası yargı mekanizmasının ancak 1998’deki Roma sözleşmesi ile oluşabilmesi gibi nedenlerle geçmişte yaşanan soykırımlara dair tatmin edici bir cezalandırma mümkün olamamış hatta Soykırım sözleşmesinden sonra da Ruanda da olduğu gibi yeni soykırımlar yapılabilmiştir[1]. Örneğin Yahudi soykırımının sorumlularının yargılanması için oluşan Nurnberg Uluslararası Askeri Mahkemesi’nde Soykırım kavramlaştırmasını yapan Lemkin’in de mahkemenin danışmanları arasında yer almasına ve soykırım suçlamasının sanıklarına yapılmasına karşın sanıklara verilen hüküm “insanlığa karşı işlenmiş suçlar” kapsamına sokulmuştur. Bu mahkeme gibi, Ruanda ve Bosna’da yaşanan soykırım sanıklarının yargılandığı iki uluslararası mahkeme daha bulunmakla birlikte işlevsizdir. ABD, bu süreci başlatanlar arasında yer almasına karşın sürekli bir “Uluslararası Ceza Mahkemesinin (ICC)” yetkisini, tanımamaktadır (Zarakolu, 2005:571) ya da Türkiye topraklarındaki Ermenilerin 1915’te Tehciri 20. yüzyılın ilk soykırım örnekleri içinde anılarak incelense de asıl muhatap olan Türkiye, Birleşmiş Milletler Soykırım Sözleşmesini ilk imzalayan devletlerarasında yer alsa da 1915’te yaşananları bir soykırım olarak görmemekte (Zarakolu, 2005: 573) aksine, soykırım iddialarını reddederek soykırımla suçlanmaya şiddetle tepki vermektedir.
Geride Kalanlar, Bir Daha Asla Diyenler, Geleceği Birlikte İnşa Edecekler İçin …
Uluslararası sözleşmelerin kabulü, soykırım geçmişiyle yüzleşme, mağdurlardan özür dileme, yargılama süreçlerinin seyri, faillere verilen cezaların tatmin ediciliği, mağdurların zararına yönelik tazminat meseleleri ve esasen manevi olarak bağışlanmayı talep eden “gerçek” bir özrün niteliği üzerine politik, sosyolojik, psikolojik, felsefi pek çok açıdan önemli tartışmalar da yürütülmektedir. Yazının bundan sonraki kısmında özrün ve bağışlamanın ne’liği üzerine yapılan tartışmalara odaklanılacaktır. Ayrıca ahlaki, dini, kültürel, hukuki ve politik pek çok biçimlerde ele alınabilecek özür kavramı bu yazıda devlet politikalarıyla oluşan ırkçılık, soykırım suçluları bağlamında ele alındığı için politik özür açısından irdelenmektedir.
Yunancadaki apologia’dan türeyen özür (apology) sözcüğü başlangıçta hukuki bir anlamda kullanılmıştır. “Suçlamayı yapan kişinin konuşması “logos”, bu suçlamalara karşı yanıt veren kişinin savunması ise “apo-logos”tur. Pişmanlık, sorumluluk içeren anlamına ise 16. yüzyıldan sonra kavuşmuştur (Özlük, 2015: 53).
1970’li yıllardan itibaren hak temelli toplumsal hareketlerin etkisi, insan hakları alanında yaşanan gelişmeler, demokratikleşme konusunda atılan adımlar ve kamuoyunun, uluslararası toplumun siyasetin yapımı ve yürütülmesinde giderek etkili bir güç olmaya başlaması ve bütün bunların bir sonucu olarak da Öteki’nin politik özne olarak kabul edilmesi geçmişle yüzleşme, özür dileme vb. eylemlerin gündeme gelmesinde etkili olmuştur. 1970’lerden 1990’lara kadar özür dilemenin zemini döşeyen bu gelişmelerle birlikte “özür dileme” üzerine söylem ve eylemler 1990’lar itibariyle hız ve görünürlük kazanmaya başlamıştır. Zohor Kampf (2009), 1990’lı yıllarda başlayan ve giderek artan bu süreç için “özür çağı” kavramlaştırmasını kullanır. Kampf, özür çağını başlatan gelişmeleri şöyle tasnif eder:
Kanada, Macaristan, Katolik Kilisesi örneğinde olduğu gibi geçmişte yaşananlara dair kiliselerin başlattığı özür dileme eylemlerinin bir eğilime dönüşmesi; “Çok kültürlülüğün etkisi ve farklılıkların tanınmasıyla marjinalize edilmiş”, Öteki’leştirilmiş grupların geçmişte yaşananlar için yüzleşme talep etmeleri ve baskı oluşturmaları; kamusal tanınırlığı olan kişilerin bireysel olarak geçmişte yaşanan acılara dair özür dilemeye başlamalarının yarattığı olumlu etkiler; iletişim teknolojisindeki sınırları ölçülmeyen gelişmelerle birlikte kamuoyu baskısının kitle iletişim araçlarında, özellikle da sosyal medya platformlarında baskı yaratma gücü “özür çağı”na geçişin nedenleridir (Kampf, 2009; Olick, 2007; Cunningham, 2008; Gibney ve Rookstrom, 2007; Özlük, 2015: 54-55).
Nitekim “özür çağı”nın açılışı için 7 Aralık 1970 tarihi somut ve görünür bir adım olması açısından önemli bir moment olarak görülebilir. Batı Almanya Başbakanı Willy Brandt, Varşova Antlaşması imzalandıktan sonra Almanya’nın Soykırım konusundaki suçluluk, üzüntü ve sorumluluğunu ifade etmek üzere, Alman bayrağı renkleriyle döşenmiş bir çelenkle Varşova Yahudi Gettosu kurbanları için yapılan anıtın önünde, dizleri üzerine çöker, ellerini birleştirir ve başını öne eğerek tüm dünyanın gözü önünde özür eylemini gerçekleştirir. Brandt’ın dilediği özür sadece sözün değil bedenin de katıldığı ve aynı zamanda hem Varşova’da soykırıma uğrayan kurbanlar hem de hayatını kaybeden bütün Yahudileri kapsayan bir özür olarak özür dileme tarihi açısından önemli bir başlangıç olarak değerlendirilmektedir (Günal ve Özengi: 2013:65). Willy Brandt’ın diz çöküşünün siyaseten etkili olması ise onun hem suça bulaşmamasıyla hem de faşizmin mağdur ettiği kişiler arasında yer almasıyla da ilgilidir (Günal ve Özengi: 2013:74).
Son 30 yıl içinde devletlerin çeşitli nedenlerle gruplar veya devletlerden dilediği özürlerin yaygınlık kazandığı resmi olarak dilenen özürlerden de takip edilebilmektedir. Örneğin 40 yıl inkâr edilen Nazi suçları için 13 Nisan 1990’da yeni Doğu Alman parlamentosu bir özür yayımlar, tazminat ödemeyi kabul eder ve İsrail’le ilişkilerini geliştirmek istediğini belirtir. Aynı şekilde 17 Şubat 2000’de Almanya Cumhurbaşkanı Johannes Rau, İsrail parlamentosunda Soykırım için özür diler. 4 Mart 1990’da Şili Cumhurbaşkanı Patricio Aylwin, ülkedeki diktatörlük dönemi baskılarına maruz kalan kurbanların ailelerinden af diler. 14 Mayıs 1997’de Ulusal Parti lideri Klerk, Güney Afrika Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nda apartheid için bir kez daha özür diler. 1998’de İngiltere Başbakanı Tony Blair, 1972’deki Kuzey İrlanda Kanlı Pazar katliamı için özür diler. 21 Eylül 2011 İngiltere hükümeti, 1972 Kanlı Pazar olaylarında öldürülen 14 kurbanın yakınlarına tazminat ödeyeceğini açıklar. 11 Eylül 2003 Hırvatistan ve Sırbistan-Karadağ Cumhurbaşkanları, 1990’larda eski Yugoslavya’da etnik ve dinsel çekişmeler sırasında ülkeleri tarafından yapılan hatalardan dolayı karşılıklı olarak birbirlerinden özür diler. 25 Kasım 2006 Eski Şili diktatörü Augusto Pinochet, 18 yıllık iktidarı süresince işlenen suçlardan dolayı sorumlu olduğunu kabul eder. 13 Şubat 2008 Avustralya Başbakanı Kevin Rudd, “Çalınmış Kuşaklar” için Aborjinler ve Torres Boğazı Adaları halkından özür diler. 1 Mart 2010 Sırbistan Parlamentosu, devletin Srebrenitsa’da 1995 yılında Sırp Ordusu tarafından 8.000 Bosnalı Müslümanın katledilmesini engellemekteki başarısızlığından ötürü özür dileyen bir kararı kabul eder vb.(Günal ve Özengi : 2013:136-145).
Dilenen özürlerin, diğer bir söyleyişle insanlığa karşı soykırım suçu işleyen egemen güçler ve devletlerin suçlarını kabul etmesinin, işlenen suçlarla yüzleşip özür dileme eyleminde bulunmasının elbette kendiliğinden olmadığını biliyoruz. Hala pek çok kişi, grup ya da devlet de geçmişte yaşanan ve mağduriyetlere yol açan eylemler, politikalar yüzünden özür beklentisi konusundaki taleplerini sürekli güncel tutmaya, bunun için mücadele etmeye devam etmektedir. Öte yandan bütün bu özürler esasen sağaltıcı, bağışlamaya ve birlikte yaşamaya imkân tanıyıcı samimi bir özrün nasıl olması gerekliliği üzerine tartışmaları da beraberinde getirmiştir.
Özür ne için dilenir? Arınma arzusu mudur? Uluslararası toplum nezdinde “işi” kapatarak rahatlamak mıdır? Yoksa geride kalanlarla birlikte uzlaşı içinde eşit ve insan onuruna yaraşır şekilde yaşama talep ederek bağışlanmayı istemek için midir? Aşağıda Geçmişle Yüzleşme Ulusal Komisyon başkanı Michael Dodson’un Aborjinlere yönelik yıllarca süren soykırım uygulamalarından dolayı beklediği özre dair söyledikleri özrün niteliğine dair fikir vericidir:
[Özür dilemek] sadece bizim ulusal gururumuzla ilgili değil, çocuklarımıza ve torunlarımıza bırakmak istediğimiz mirasla da ilgili. Ellerimize yerleştirilen gerçeği inkâr eden Avustralyalı bir kuşak olarak mı tarihe geçeceğiz? Geçmişimizin hatalarıyla yüzleşip onları düzeltmeyi becerememiş bir kuşak olarak mı tarihe geçeceğiz? Yerli Avustralyalıların devam eden mülksüzleştirilmesine ortak olan bir kuşak olarak mı bilineceğiz? Yoksa ulusumuzun yeni yüzyılına dürüstçe, tarihimizin bizi utançla dolduran parçalarının utancını kabullenerek girmekte ısrar etmiş bir kuşak mı olacağız? Ve cesaret – biz cesaret, onur ve olgunluk ve her şeyden önce haysiyetle mi ilerleyeceğiz? (Günal ve Özengi, 2013: 46).
Bu konuşmanın, sembolik olanı aşan, geçmişte işlenen suçlarla yüzleşen, failleri cezalandıran ve fakat bunun ötesine geçerek geleceği de içine alan “gerçek” bir özre işaret ettiği görülebilmektedir. Özrün tarih, kimlik ve haklar konusunda toplumsal ve siyasi mesajlar içermesi, özür dileyen tarafın diğer tarafın aşağılanması ve dışlanması konusunda sorumluluk alması, aynı zamanda bu tarafı tanıması ve saygınlığını onaylamasına aracılık etmesi beklenmektedir (Günal ve Özengi, 2013: 46).
Özür dilemenin nasıl olabileceğine, nasıl olması gerekliliğine dair bugüne kadar yapılan tartışmalarda bazı ilkelerde ortaklaşıldığı da söylenebilir: Devletlerin hem geçmişteki suçları hem de özür dilemeyi bir şarta bağlamadan kabul etmeleri halinde gerçek bir özür işlevi göreceği; özür dilemenin, aynı zamanda konuya ilişkin sorumluluğu kabul etmeyi de gerektirdiği; “Eğer devlet, hem sorumluluğunu kabul edip hem de mağduriyeti gidermeye yönelik bir takım araçları devreye sokuyorsa, özrün gerçekliği, samimiyeti ve geçerliliği” konusundaki şüphelerin ortadan kalkacağı” bu ilkeler arasında sayılabilmektedir (Cunningham, 2004, akt Özlü, 2015: 60). Özellikle de “Devletlerin özür dilerken özrün yasal boyutunda konunun bir uluslararası mahkemeye ya da özel olarak tesis edilecek bir mahkemeye taşınması, konuyla ilgili bir komisyonun kurulması, doğrudan sorumluluğu olanların yargılanması, tazminat ödenmesi” ve el konulan toprakların kazanımlarının geri iadesi de dâhil olmak üzere birtakım araçların kullanılması da özrün gerçekçi olabilmesinin koşulları arasında sayılmaktadır.
Özür dilemek, geçmişte yapılmış birtakım yanlışlıkların giderilmesi noktasında oldukça önemli bir işleve sahip olmakla birlikte önemli unsurlarından birisi de yanlış yapanın cezalandırılmasıdır (David ve Cohoi 2006, akt. Özlük, 2015: 61). Nitekim “suçlu” kabul edilen ulusun bütün bireyleri teker teker ya da toplu olarak özür dileseler de özrün telafi edici olmasını sağlayacak koşul onun resmi olarak dilenmesidir. Daha önce de yazıldığı gibi örneğin Almanlar Yahudilere yapılan soykırımı resmi düzlemde kabul ederek kişisel kurbanlara ve grup olarak yaşamda kalan Yahudileri temsil ettiği için İsrail’e tazminat ödemişlerdir. 1990’larda ise Berlin’de Yahudi Soykırımı için bir anıt yapılmıştır (Wohl ve ark., 2006, akt. Uğurlu ve Soylu, 2015:67). Ayrıca özrün resmi olarak dilenmesiyle ancak “hem soykırımın faili olarak kendini işaret etmesi hem de daha önce bu özrü dilemeyerek, hatta soykırımı tanımayarak yalan söylediğini itiraf etmesi” mümkün olacaktır. Bu açıdan özür dileme eylemi özrün alıcısını söylemine dâhil etmediği sürece tamamlanmayacaktır. “Özür ve bağışlama süreci bir dönüşüm beklentisini içerir; bağışlanma bir katliamın unutulması, onun faillerinin suçluluktan kurtulması değil, özür dileyenin dönüşmesi beklentisiyle bağlantılıdır” (Kılıçbay, 2018: 251).
Bağışlama: İmkânlar, İmkânsızlıklar Üzerine…
Almanya’nın Solingen kentinde 1993 yılında ırkçıların gerçekleştirdiği kundaklamada iki çocuğunu, iki torununu ve yeğenini kaybeden Mevlüde Genç isimli kadının hayatını kaybetmesiyle gündeme gelen haberin[1] başlığı konumuz açısından dikkat çekici ve düşündürücüdür:
Bilge Ana’ Mevlüde Genç: Solingen Katliamı’nın affeden yüzü

Ben mahkemede ırkçılar yargılanırken onların gözlerinin içine baktım. Onlar bana alay eder gibi baktılar ama ben gözümü kaçırmadım, inatla baktım. İçimdeki tüm nefreti, kini, intikamı, acılarımı onların gözüne naklettim. Bunu dışarı hissettirmedim, çünkü ben nefreti dışarıya nakletseydim hiçbir işe yaramayacaktı. Nefret nefreti körükleyecekti. Kan kanla değil, suyla temizlenir. (Mevlüde Genç)
Bu ifadeleri, Derrida’nın koşulsuz bağışlamasına denk düşen bir bağışlama örneği olarak görmek mümkün müdür? “Kim bağışlar ya da kim kimden ne zaman bağışlama diler? Bu hakka ya da kudrete kim sahiptir? ‘Kim kimi bağışlar?’ Buradaki ‘kim’ hangi anlama gelir?” (Derrida, 2015: 19). Yukarıdaki örnek burada asılı kalsın biz, konuyla ilgili derin, sarsıcı, felsefi tartışmalar yapan Vilademir Jankelevitch ve Jacques Derrida’nın metinlerine bakarak özür dilemek ve bağışlamak üzerine düşünmeye devam edelim…
Vilademir Jankélévitch İkinci Dünya Savaşı’nda yaşanan vahşete tanık olmuş ve savaşın neden olduğu acıları derinden hissetmiş bir hukukçudur. Bu nedenle de Nazilerin işlediği savaş suçlarının 8 Mayıs 1965’te zaman aşımına uğrayarak yasalar aracılığıyla hiç yaşanmamış gibi görülecek olmasına öfkelenerek, bugün konu hakkında düşünen, yazan pek çok kişinin başvurduğu yazılar kaleme alır. İlki, 3 Ocak 1965’te Le Monde gazetesinin okur köşesinde yayımlanan ve öfkenin açıkça görülebildiği bir mektuptur. Mektupta dile getirdiklerini ayrıntılandırdığı Zamanaşımına Uğramayan başlıklı makalesi de aynı yıl içinde yayımlanır. Jankelevitch’in bağışlama konusunu daha kapsamlı ele aldığı ve tamamen felsefi olduğunu belirttiği çalışması ise 1967 tarihli Bağışlama (Le Pardon) isimli kitabıdır (Acar, 2016: 208-209).
Aynı konuyu dert edinen ve özellikle de Jankelevitch’in bağışlamak konusunda düşüncelerini eleştirerek yazan bir başka felsefeci de Jacques Derrida’dır. Derrida Bağışlamak başlığı altında toplanan metinleri aracılığıyla Jankelevitch’in bağışlama konusunda yazdıklarını sıklıkla alıntılayarak şöyle sorgular:
Jankelevitch unutmamak gerektiğini ileri sürerek bağışlamaya “hayır” der. Kısacası bize, kurbanlar adına bağışlamaya-hayır (nan-pardon) görevinden bahseder. Bağışlama olanaksızdır. Bağışlama olmamalıdır. Bağışlama gerekli değildir. Bağışlamamak gerekir. “Olanaksız”ın ne demek olabileceğini ve bağışlamanın olanağının -tabii böyle bir şey varsa- tam da “olanaksız olan”ın sınamasıyla ölçülüp ölçülmediğini kendimize tekrar tekrar sormamız gerekecektir. Olanaksız, der bize kısaca Jankelevitch, ölüm kamplarında olup bitenler için bağışlama budur. “Bağışlama,”der Jankelevitch, “ölüm kamplarında ölmüştür (Derrida, 2015:26).
Bağışlama ha! İyi de onlar bizden hiç af diledi mi ki? Bağışlamaya bir anlam ve varlık sebebi verecek tek şey, suçlunun ıstırabı ve terk edilmişliğidir. Suçlu “ekonomik mucizeyle yağ bağlamış, semirmiş, müreffeh, zenginleşmiş olduğunda, bağışlama meşum bir şakadır. Hayır, bağışlama domuzlar ve onların dişileri için değildir. Bağışlama ölüm kamplarında ölmüştür. Anlama gücünün aslında kavrayamadığı şey için duyduğumuz korku acımayı doğduğu an boğar … tabii sanık bizde acıma doğurabilmişse (Jankelevitch ‘ten akt. Derrida, 2015:30).
Derrida’nın Jankelevitch’ten yaptığı bu alıntılar Jankelevitch’in bağışlamanın hem mümkün oluşuna hem de bağışlamanın imkânsızlığına dair çelişkili düşüncelerini eleştirmek içindir. Derrida’nın ilk eleştirisi, “kaynağını İbrahimi gelenekten alan pişmanlık ve vicdan azabına bağlanmış bağışlama düşüncesinin, gerçek bağışlama olan bağışlanamazın bağışlanması olamayacağıyla ilişkilidir”. İkinci eleştirisi Jankelevitch’in radikal kötülüğün bağışlanamaz olduğu, Nazilerin bağışlanmaması gerektiği düşüncesine karşı çıkmakla ilgilidir. Derrida’nın son eleştirisi ise çözümü olanaksız bir aporia[1] olan bağışlamanın, Jankelevitch tarafından insanın olanaklılık sınırlarında görülmesine dairdir (Acar, 2016: 223).
Derrida için de bağışlamak “aslında” imkânsızdır. Çünkü eğer yalnızca bağışlanabilir olanı bağışlıyorsak bu zaten bağışlama olamaz, bağışlanamaz olanı bağışlamak ise gerçekte mümkün değildir, imkânsızdır ama bağışlamaya olanak doğuran ise tam da bu imkânsız oluştur. Bağışlama “merhametten, unutma, barışma, uzlaşma, iyileşmeden, bir durumu değiştirmeye yönelik hesaplı bir çabadan ayrıştırılmalıdır. Kurtulmak için, iyileşmek için bağışladığımızda aslında yaptığımız bir bağışlama sayılmaz. Koşulsuz ve hesapsız olarak bağışlamak gerekir. Derrida mübadele kurallarına tabi bir bağışlama ile “gerçek” bir bağışlama arasında bir ayrım yapıp, bu ayrımı sınırlarına dek sorgular. Derrida’ya göre ancak “armağana/bağışlamaya musallat olan egemenliği ya da egemenlik arzusunu” aşan bir bağışlama, bağışlama adını hak edebilir (Derrida 2015: 14). Nitekim Kılıçbay’ın da (2018: 252) altını çizdiği gibi özür dileme sürecinin bir parçası olan tazminat talebi özür dileneni egemen hale getirecekse ve üstelik bu sürecin gerçek muhatabı olan kurbanlar da sürecin dışında kalacaksa gerçek bir bağışlama mümkün müdür sorusu peşimizi bırakmaz.
Görünen o ki özür dilemek ve bağışlamak meselesi uçsuz bucaksız bir tartışma zeminidir. Bu nedenle Nesrin Uçarlar’ın bu kitapta yer alan Bağışlamanın Politik Acizliği başlıklı yoğun, derin ve sarih yazısındaaltını çizdiği gibi imkân dâhilinde olana bakmak daha anlamlıdır. Uçarlar’ın, devlet politikalarıyla yaşatılan insanlığa karşı suçları bağışlamayı “kişisel değil toplumsal, özel değil kamusal ve politik bir mesele” olarak tartışmak mümkün değildir ve bunu yapmak yerine insanlığa karşı suçları “toplumsal, kamusal ve politik bir mesele olarak politik af ve cezasızlık” kapsamında tartışmak gerektiğine dair önerisi özrün ve bağışlamanın boş bir gösterene dönüşmesini engelleyici görünmektedir. Failler adına özür dilemek ve mağdurlar adına bağışlamak onlar olmadığı için imkânsız ise eğer, geride kalanları sağaltıcı pratik yol belki de Uçarlar’ın Wittig’e atıfla söylediği gibi “geçmişe yönelik kusurlu bir özür değil, geleceğe yönelik kusursuz bir söz”dür ve “bu sözü anlamlı ve bağlayıcı kılmak ise suçun adını, politik gerekçesini ve mahiyetini teslim etmekle mümkün”dür. Bu açıdan Uçarlar’ın tartışmanın “(b)ağışlamanın değil politik affın mümkün olup olmadığı, cezasızlığın hangi şartlar altında makul olabileceği ve geçmişle yüzleşme ve barış bakımından ne tür sonuçlar doğurabileceği yönüne çekilmesi” gerekliliğine ilişkin çağrısına kulak vermek önemli görünüyor.
Sonuç: Üç nokta koymadan nasıl yazılabilir ki…
Geçmişte olduğu gibi bugün de ırkçılık hala çok canlı bir tehdit ve ırkçılar hala her yerde… Ama “insanlık namına” ırkçılığa karşı mücadele de geçmişte verildiği gibi bugün de veriliyor. Nitekim bu yazı da ırkçılığa, ırkçılık suçlarına karşı bir “şey” yapmakla, onu sorgulamakla, ondan kurtulmak istemekle ve elbette ona maruz kalmış mağdurları, ölüleri hatırlayarak “bir daha asla” diyenlere ses vermekle ilgili. Her ne kadar özür dilemek ya da bağışlamak meselesinin ne’liği, nasıl olması gerektiği çok tartışmalı, ırkçılık ve soykırım politikaları nedeniyle öldürülenler, mağdur edilenler için özrün, bağışlamanın imkânsızlığına dair felsefi tartışmalar kışkırtıcı olsa da pratikte özrün nasıl yapılacağına dair ilkeler üzerine düşünmek ve onların uygulanması için çabalamak hayatta olanlar için, geleceğe dair iyi düşler kurabilmek isteyenler için yine de “sağaltıcı” görünmektedir. Bu açıdan geçmiş katliamlar için failler adına dilenen özrün sadece resmi yollardan yazılı veya sözlü olarak içinde özür ifadesi geçen bir açıklamadan ibaret olmaması gerektiği tartışmasızdır. Soykırım faili olan devletlerin suçlarını nasıl gördükleri, nasıl anlattıkları ve nasıl temsil ettikleri meselesi de kanımca bu açıdan, özrün normatif, politik, toplumsal boyutlarını tamamlayıcı en önemli unsur[2] olarak belirmektedir (Özlük, 2015: 58). Aksi durumda yalnızca belirsiz bir açıklamaya dayalı özrün neye iliştirileceği belli olmayan boş bir gösterene dönüşme olasılığı vardır. Bu nedenle Tanıl Bora’nın (2012: 89) Nick Smith’in Hatalıydım, Özür Diliyorum adlı kitabına atıfla altını çizdiği gibi özrün gerçekten anlamlı bir özür olabilmesi için, belirsizliği aşması gerekir:
‘Şöyle şöyle bir şey olmuştur, esef duyuyoruz’ demenin. Kim yaptı peki? Kendiliğinden olmadı ya? Deprem miydi, sel miydi, tufan mıydı? Kim yaptı? Bir de, tam olarak ne oldu? Esef duyulan şey neydi yani tam olarak? Sorumlu kim?’ … Genel özür girişimlerinde en tehlikeli şey bu. “Kötü şeyler oldu, esef duyuyoruz”. Ne oldu? Kim yaptı? Esef duymaktan öte, sorumluluğu kim üstleniyor?
Belirsiz, müphem bir açıklamanın karşılıksızlığı kadar yine Bora’nın örneğin “Yahudi soykırımında olduğu gibi yaşananları, bağlamından koparıp, “bir mutlak kötülük olarak, akıl almaz bir şeytanlık, bir daha tekerrür edemeyecek, insanlık tarihine sığmayacak bir korkunçluk olarak bir büyük paranteze” alarak onu anlamayı imkânsızlaştırmak da sorunludur, tespiti önemlidir (2012: 90-91). Görüldüğü gibi “özür ve bağışlama” imkânı üzerine tartışmalar sonsuza kadar sürebilirse de (hatta ölüler dile gelemeyeceği için özür dilemek ve bağışlamak imkânsızsa da …) yine de pratikte bir şeyler yapıyor olunacaksa eğer kavramların ve eylemelerin boş bir gösterene dönüşmesine yol açmayacak şekilde “gerçeğe” dokunması gerekliliği vardır.
Kaynakça
Acar, Sengün Meltem (2016). “Vladimir Jankélévitch’te Bağışlamanın Olanağı Üzerine”, Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, 2016, sayı: 22, s. 207-226
Améry, Jean (2022). Suç ve Kefaretin Ötesinde, İstanbul: Metis Yayınları.
Arendt, Hannah (2009). Kötülüğün Sıradanlığı, Adolf Eichmann Kudüs’te, İstanbul: Metis Yayınları.
Barca, Emre (2017). “Derrida, Necip Fazıl ve ‘Bağışlamak’” http://postdergi.com/derrida-necip-fazil-ve-bagislamak/
Başer, Selin (2022). “Ruanda Soykırımı’nın Uluslararası Hukuktaki Soykırım Tanımı Kapsamında Değerlendirilmesi”, Güv. Str. Dergisi, 18(41): 225-256 .
Berktay, Fatmagül (2021). “Arendt-Heiddeger İlişkisinin İzdüşümünden Bağışlama, Dostluk ve Aşk”, Düşünme Etiği, İstanbul_ Metis Yayınları, s.112-148.
Bora, Tanıl (2012). Geçmişle Hesaplaşma: Niçin ve Nasıl? İçinde Türkiye’de Sürmekte Olan Toplumsal Travma ile Başetmede İlk Adımlar, (Haz. E. Düzel, S. Altuğ), THİV yay.
Derrida, Jacques (1993). Aporias, (Çev. Thomas Dutoit), Stanford, Stanford University Press, 1993.
Derrida, Jacques (2008). İsim Hariç, (Çev. Didem Eryar) İstanbul, Kabalcı Yayınevi.
Derrida, Jaques (2015) Bağışlamak, İstanbul: MonoKL Yayınları.
Gökçen Alpkaya (2011) . “BM’de Irksal Ayrımcılık Yasağı, Erken Uyarı ve Soykırım Suçunun Önlenmesi”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Cilt 66, No. 3, 2011, s. 1-27
Günal, Asena ve Özengi, Önder (2013). Bir Daha Asla Geçmişle Yüzleşme ve Hesaplaşma, İletişim Yayınları: Ankara
Kampf, Zohar (2009). “The Age of Apology: Evidence from the Israeli Public Discourse”, Social Semiotics, Cilt 19, No.3, 2009.
Kılıçbay, Barış (2018).“Ulusal Arşiv ve Yalan” içinde Yeni Türkiye, Hakikatsiz Siyaset, Soylu Yalan (Ed. Betül Yarar), Ankara: Phoenix Yayınevi, ss. 235-252.
Liddell, H. G. ve Scott (1996). A Greek-English lexicon. New York: Oxford University Press.
Michael Cunningham, “It Wasn’t Us and We Didn’t Benefit: The Discourse of Opposition to an Apology by Britain for its Role in the Slave Trade”, The Political Quarterly, Cilt 79, No.2, 2008, s.252-258.
Miles, Robert. (2000). Irkçılık. (Çev. Sibel Yaman). İstanbul: Sarmal Yayınevi.
Mücahit. Mustafa (2019). “Ahlâki Bir Değer Olarak Özür Dileme ve Özür Etiği”, Cumhuriyet İlahiyat Dergisi – Aralık 2019, 23 (3): 1189-1208
Olick, Jeffrey K., (2007). The Politics of Regret: On Collective Memory and Historical Responsibility, New York, Routledge.
Özlük, Erdem, “Uluslararası İlişkilerde Özür Dilemek: Özrün Kuramı”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 11, Sayı 44 (Kış 2015), s. 51-78.
Roman David ve Susanne Y. P. Choi, “Forgiveness and Transitional Justice in the Czech Republic”, The Journal of Conflict Resolution, Cilt 50, No.3, 2006
Schnapper, Dominique (2005), Sosyoloji Düşüncesinin Özünde Öteki İle İlişki, İstanbul Üni.Yay.
Smith, Nick (2010). Hatalıydım, Özür Diliyorum Özürlerin Anlamları, (çev. Kıvanç Tanrıyar), İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Sumbas, A. (2009) “Batı Avrupa’da Yükselen Yeni Irkçılık Üzerine Bir Deneme”, Alternatif Politika, Eylül 2009, Cilt 1, No:2, ss. 260-281.
Süslü, Bilal (2021). “The New York Times’ın Soykırım Yasağı Normunun Oluşum Sürecindeki Haberleri Üzerine Çerçeveleme Analizi”, Kültür ve İletişim, 2021, 24(2): 482-515.
Şen, Semin Töner (2009:). Uluslararası Hukuk Ve Sözleşmelerde Soykırım, Etnik Temizlik Ve Saldırı Kavramları Yayınlanmamış,Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi.
Sakallı-Uğurlu, N. ve Soylu, B. (2016). “Kollektif Suçluluk: Öncülleri, Çıktıları ve Kaçınma Yolları”, Nesne, 4(7), 59-87.
Vladimir, Jankélévitch (2002). Forgiveness (çev.Andrew Kelley), Chicago: The University of Chicago Press.
Verdeja, Ernesto, “Official Apologies in the Aftermath of Political Violence”, Metaphilosophy, Cilt 41, No 4, 2010.
Wohl, M. J. A., Branscombe, N. R. ve Klar, Y. (2006). Collective guilt: Emotional reactions when one’s group has done wrong or been wronged. European Review of Social Psychology, 17, 1-37.
Zarakolu, Ragıp (2005). “Soykırım” içinde Kavram Sözlüğü Söylem ve Gerçek (Ed., F. Başkaya), Özgür Üniversite Kitaplığı :54, Maki Yayınları: Ankara, ss.569-578.
[1] Aporia kavramı, çıkış yolu olmayan, çıkmaz, açmaz, güçlük ve problem gibi olumsuz anlamlara gelen eski Eski Yunanca bir kavramdır (Liddell ve Scott, 1996,: 215). Derrida tarafından olumsuz anlamlara gelen aporia kavramı “yapısöküm”e uğratılırak olumsuzluktan olumluluk da çıkarmaya olanak verecek şekilde ikili bir anlama kavuşturulur. Aporia kavramını çöl metaforuyla açıklayan Derrida şöyle der: “Çöl, aporia’nın paradoksal bir figürü değil midir? Belirlenmiş veya güvenilir bir geçit yok, her durumda bir yol yok, olsa olsa güvenilir yollar olmayan patikalar; yollar henüz açılmamıştır, tabii eğer çoktan üzerleri kum tarafından örtülmediyse. Fakat açılmamış yol, aynı zamanda yolu açma, aşma ve böylelikle öteye gitme kararı veya olayının koşulu değil midir? Yani aporia’yı aşmanın?”( Derrida, 2008: 46). Böylece Aporia hem bir açmaz hem de yola devam etmek için gerekli bir anlam kazanarak bize bir seçim şanı verir (Derrida, 1993:8).
[2] Özlük, Siyasal/Diplomatik özrün, materyal/pratik, normatif, pragmatik ve yasal olmak üzere dört temel boyutu olduğunu tespit eder (2015:53).
[1] https://t24.com.tr/haber/bilge-ana-mevlude-genc-solingen-katliami-nin-affeden-yuzu,1069557
[1] Soykırım Suçunun Önlenmesi ve Cezalandırılması Sözleşmesi’nin kabulünden sonra ggerçekleşmiş, “en açık, en çarpıcı ve en yıkıcı şiddet” olaylarından biri Tutsi etnik grubunu hedef alan Ruanda Soykırımıdır. Soykırım sırasında, Tutsiler katledilmiş; fiziksel ve zihinsel şiddet, işkence ve tecavüz gibi, suç tanımında belirtilen diğer ihlâllerin hepsine maruz kalmışlardır. Bu kapsamda Ruanda Soykırımı, “uluslararası hukukta yer alan soykırım tanımını net bir şekilde somutlaştıran, adeta tipik bir soykırım olayı”dır (Başer, 2022:225).
[1] Bu yazı ilk olarak 2023 yılında F. Saygılıgil tarafından derlenen Affetmenin Politikası isimli kitapta yayımlanmıştır.
