'Hepimizi aldılar. Bizden önce kaçanlara gerillalar yetişmişti. Ama biz onların elinde kaldık. Binlerce insan vardı. Bir mermi patlasaydı belki hepimizin kaderi değişirdi'
Êzidîler ferman yüzünden gittikleri her yere, inançlarına ve kültürlerine ait sembolleri işlemiş ve mekanlarını orjinaline göre yapmışlardır. Her fermanda Êzidîleri koruyan Çilmera Dağları yani en yüksek, meleklerin ilk ayak bastığı dağlar, Êzidîlerin her yere götürdüğü en kadim dağlarıdır. 74. fermanda da tüm Êzidîler, özellikle Êzidî kadınlar yönünü Çilmera Dağı’na verdi ve Çilmera, Êzdalığı korudu. Fakat binlerce Êzidî, Çilmera’ya ulaşamadı, Kandil’in yelkenlerine tutunamadı. Kadın, çocuk, erkek, genç ve yaşlı binlerce Êzidî, ince bir yolun kıvrımları gibi dizilerek, göz bebeklerinde dağların silueti kaybolana kadar uzaklara götürüldüler. O vahşette esir düşen binlerce Êzidî kadından biri de Neco’ydu.
Neco genç, asiliğiyle göz kamaştıran bir kadın. Fermanı, yaşadığı kırımı ifadelerinin altında saklamayı öğrenmiş. Orta boylarında kumral tenine Şengali renklerini sürmüş. 31 yaşını göstermeyecek kadar genç ve güzel görünüyor. Kendisiyle barışık ve yaşamın her detayını düşünen güzellikte bir kadın. Neco’nun hikayesini Neco'dan dinliyoruz…
“Ben Gir Zerik’te dünyaya geldim. Çok küçük yaşta Şengal’e yerleştik. İki kız kardeşim ve üç erkek kardeşim vardı. Şengal’de kardeşlerimle, özellikle benden büyük olan erkek kardeşimle arkadaş gibiydik. Kız kardeşlerimle de arkadaşlığım vardı fakat abimle olduğu gibi değildi. Abim şu an DAİŞ’in elinde. Birlikte DAİŞ’in eline geçtik, ben kurtuldum ama o kaldı, nerede olduğunu bilmiyoruz.
Genç yaşımda aşık oldum. Aşık olduğum kişi bizim komşumuzdu. Bir yıl arkadaş olarak kaldık. Ailelerimiz uzun yıllardır birbirlerini tanıyorlardı. Onlar da Gır Zerikliydi. Ben daha 15 yaşındaydım. O dönem çok da öyle küçük yaşta evliliğin vereceği zararların farkında değildik. Evde ben ve annem tektik, o gün kaçtım. Evlendiğim kişinin adı Kasım’dı. Evlendikten bir buçuk yıl sonra, ilk çocuğuma hamile oldum. Bir oğlum oldu ismini Raşit koyduk.
DAİŞ’in eline geçmeden önce beş çocuğum oldu. Ben DAİŞ’in eline geçtim ve geri geldim, biz (eşi) yine kaldığımız yerden devam ettik. Tabi yine iyi arkadaş olduk ama yaşam ve ben artık eskisi gibi değildik.
Küçük yaşta evlilik biz kadınlara çok büyük bir zarar verdi. Fermanlar, toplumda biz kadınlara evlilik dışında bir şans bırakmadı. Etrafımız Araplarla çevriliydi ve yaşadığımız fermanlar bizi her şeye karşı daha temkinli ve ürkek kılmıştı. Biz kadınları ev hapsine almışlardı. Fermanlarda hep kadınlar gitti. Her Êzidî, kadınların hedef olduğunu biliyordu ve bu durum da biz kadınları daha fazla zorluyordu. Hayat ben daha ona alışmadan önüme çok şey çıkardı.
Kurtuluşun yeri dağlardı
Eşimin kardeşleri ve yine bir sürü tanıdığımız Gir Zerik’te kalıyordu. Gece yarısı bize telefon geldi ve ‘DAİŞ Gir Zerik’e saldıracak’ dediler. Gece saat 2’de Gir Zerik'te halk ile DAİŞ arasında çatışma çıktı. Sabaha kadar direndiler. Biz de çok korktuk, ‘gelirlerse kendimizi öldürürüz’ dedik. Komşularımız Arap’tı. Metelta aşiretindendiler. Birçoğuyla kirvelik yapıyorduk, bize ‘size bir şey olmayacak’ dediler. Biz de onlara inandık. Onları dinlememiş olsaydık, bize haber geldiği gibi çıksaydık, DAİŞ’in eline geçmemiş olacaktık. Gir Zerik’ten tekrar telefon geldi, ‘evden çıkın, köyden çıkın canınızı kurtarın’ dediler. Eşim ve kardeşlerim Bağdat’taydı. Onlar orada çalışıyorlardı. Erkeklerden benim babam, kayın pederim ve büyük abim evdeydi, diğerleri biz hepimiz kadındık. Bizim yanımızda iki araba vardı. Dağlara gitmeye karar verdik. Bize anlatılan her hikayenin sonu dağlarda bitiyordu. Tüm fermanlardan kaçışın, kurtuluşun yeri dağlardı. Yaşadıklarımız bize tarihin doğruluğunu göstermiş oldu ve biz Êzidîleri yine dağlar kurtardı.
Sekizinci ayın üçünde, sabah erken saatlerde, babam bizi arabaya aldı ve tam çıkacaktık ki komşularımız önümüzü kesti. Babam, ‘eğer önümüzden çekilmezseniz sizi ezer geçerim’ dedi. Bir tek kayınpederim evde kaldı. Ben yaşlıyım bana bir şey yapmazlar dedi ve kaldı. Sonra bizim komşularımız onu evde katlettiler. Evlerimizi talan ettiler. Onlar alttan alta DAİŞ’li olmuşlardı.
Bir mermi patlasaydı hayatımız değişirdi
Sabah saat 7:30’da biz oradan uzaklaştık. Direk yönümüzü dağlara verdik. Yollar tıklım tıklımdı. Geçmeye mecal yoktu. Arabalarımızdan bir tanesi bozuldu. Abim de ‘arabadan inin yürüyerek dağlara çıkacağız’ dedi. Yürümeye başladık, kısa bir süre yürüdükten sonra DAİŞ önümüzü kesti. Hepimizi aldılar. Bizden önce kaçanlara gerillalar yetişmişti. DAİŞ onlara ulaşamadı. Gerillalar onları korudu. Ama biz onların elinde kaldık. Binlerce insan vardı. Belki de üç bin insan vardı. Bir mermi patlasaydı belki hepimizin kaderi değişirdi.
Bizi arabalara bindirdiler. Hepimizi Şengal’de nüfus dairesine ait olan merkeze götürdüler. Erkekleri içeri aldılar, biz kadınları da bahçede bıraktılar. Bizi akşamüstü saat 6’dan sabah 6'ya kadar orada tuttular. Dört çocuğum yanımdaydı. En küçük kızımı kız kardeşimin yanına bıraktım, çocuğu olanları götürmüyorlardı. Ben de onu korumak için ona kızımı verdim. Geceden sabaha kadar, aramızda evlenmemiş genç kızları arıyorlardı ve bulduklarında, onları ayıklayıp götürüyorlardı. Yüzlerce genç kızı saçlarından sürükleyerek çığlıklar eşliğinde götürüyorlardı. Ellerinde fenerler vardı. O gece biz bütün kadınlar karanlıkta kalmak için canımızı verirdik. Yüzümüze vurulan fener ışıkları kaderimizi belirliyordu. Benim ailemden kimseyi götürmediler. Hepimiz evliydik ve çocuklarımız vardı.
İki gün sonra bizi Şengal askeri üssüne götürdüler. Yanımızda yeni ameliyattan çıkmış bir kadın vardı. Onun durumu çok ağırdı ona çok kötü davranıyorlardı. O kadın ikinci günün sonunda yanımızda öldü. Onu sonra nereye götürdüler bilmiyorum. İki tane çocuğu vardı, ikisi de kızdı ve küçüklerdi. Saatlerce o çocuklar orada ağladı. Onlar ağladı, biz ağladık, biz ağladık yeryüzünün kuraklığı gözyaşlarımızda sulandı.
Şengal kadınların çığlıklarıyla yıkıldı
Üçüncü günün sonunda bulunduğumuz yerin yakınına uçaklar vurdu. O vuruştan sonra erkeklerin gözlerini bağladılar ve götürdüler. Biz kadınları ve çocukları da otobüslere bindirip, Baduş Zindanı’na götürdüler. Babamı ve abimi en son Şengal’de nüfus dairesinden çıkarken gördüm. Abimi gördüğümde ona kenetlendim, onu bırakmak istemedim. Onun hayatımdaki yeri o kadar önemliydi ki nasıl ifade edeceğimi bilmiyorum. Var gücümle çığlıklar attım. Kulak zarlarım sesimden patlayacak gibi oldular. Abimin çığlıklarını hiç unutamıyorum. Beni çok etkilemişti. Abim çığlık atıyordu, ‘bizi alın ama kadınlara bir şey yapmayın, onları bırakın gitsinler’ diyordu. Gözlerinin önünde olanlar onu sarsmıştı. Günlerce içimizde olan onlarca genç ve güzel kadınları alıp götürdüler, gözümüzün önünde onlara tecavüz ediliyordu. O gün Şengal o kadınların çığlıklarıyla yıkıldı. Abim bu durumda ölmenin daha iyi olacağını düşünüyordu. Abim onlara yalvarıyordu, ‘onları bırakın bizi öldürün’ diye bağırıyordu. Kadınları Ezdalığın sembolü olarak görüyordu.
Yedi gün boyunca bizi Baduş Zindanı’nda tuttular. Yedinci günün sonunda kaldığımız zindana daldılar, yaşlı kadınları ve 7 yaşın üstünde olan çocukları aldılar. Benim büyük oğlum 8 yaşındaydı. Ben de oğlumu oturduğumuz battaniyenin altına yatırdım ve biz kadınlar onun üzerine oturduk. Gelip yanımızdan geçtiler, altımızda sakladığım oğlumu görmediler. Yaşlı anneler lorikler söylüyor, ellerini göğe kaldırıp yürekten Şe Şemsten yardım diliyorlardı. Onları götürdüler, bir süre daha sesleri geldi ve sonra uzaklara karıştılar. Ben de onlar gittikten sonra oğlumu battaniyenin altından çıkarttım. Oğlum nefessiz kalmıştı elimde ölü gibi duruyordu. Yüzüne vurdum göğüs kafesine biraz masaj yaptım, sonra biraz su döktüm, yarım saat geçtikten sonra kendine geldi. Daha önce bir DAİŞ’linin dikkatini çekmiş, yanımda oğlumu fark etmişti, gelip oğlumu sordu. ‘Gözleri yeşil, kızıl saçlı çocuk nerede’ diye sordu. Ben de ‘siz daha önce gelip aldınız’ dedim. Araya bir saat girmişti ki uçaklar gelip bizim bulunduğumuz zindanın bahçesini vurdular. Vurmanın şiddeti ve basıncıyla içerde bir sürü çocuk yaralandı. Bizi oradan apar topar alıp, Telafer’de bir okula götürdüler. Yolda önümüzü kestiler, bize ‘kimler evli ya da kimin çocuğu varsa onlar kalsın, diğerleri çıksın’ dediler. Genç kadınları tekrar zorla alıp götürdüler. Onların elinde oyuncak gibiydik, kim almak istiyorsa bizi alıp satıyorlardı. Değersizliğin dibine vurmuşlardı bizi. Alınıp satılacak eşya gibi olmuştuk.
Oğluma yemek vermiyordum
Ben otobüste de oğlumu sakladım. Orada paketler verdiler, eşyalarımızı koyalım diye. Ben de oğlumu o paketin içine sıkıştırdım. Oğluma doğru düzgün yemek vermiyordum. Zaten o zaman onlarda bize öyle çok yemek vermiyorlardı. Verdiklerini ben oğluma kontrollü veriyordum ki kilo almasın. Zayıf kalırsa onu saklamam daha kolay oluyordu. Bizi okula getirdiklerinde bizden ayırdıkları herkes oradaydı. Yani yaşlı kadınlar ve çocuklar oradaydı. Okulda bir tek nöbetçiler vardı. Bize gelip gidip ‘kafir’ diyorlardı. Her dilden konuşuyorlardı. Günde bir kez yemek veriyorlardı. O yemeği de uzaktan önümüze atıyorlardı. Bize ‘gelin Müslümanlığı kabul ettiğinizi söyleyin size bir şey yapmayacağız’ diyorlardı. Hiçbirimiz onların dediğini kabul etmedik.
‘Telafer’e yakın Kesra Mihra adında bir köye sizi bırakacağız, orada bize hizmet edeceksiniz, biz ne zaman istersek sizi o zaman gelip alacağız’ dediler. Beni ve ailemi oraya götürdüler. Babamı ve abimi orada gördüm. O gün dünyalar benim oldu. Gittiğimiz köyde kaçmanın yollarını bulup onların elinden kurtulmamız gerekiyordu. Tabi köyün etrafı sarılıydı. Ara ara gelip tüm evleri dolaşır, kontrol eder ve giderlerdi. Bize verdikleri evler Şiiler’in evleriydi, oradan giden insanlar can havliyle kaçmışlardı, eşyaları olduğu gibi duruyordu. Onların bıraktığı televizyonu, babam bir biçimde ayarladı ve oradan olan biten her şeyin haberini alıyorduk. Onlar bize PKK’den bahsedince, onların kim olduklarını, savaşın nasıl seyrettiğini biliyorduk fakat onların yanında sanki hiçbir şeyden haberimiz yokmuş gibi davranıyorduk. Babam üç ay boyunca her haberlere baktığında büyük bir heyecanla, ‘geliyorlar bizi kurtarmaya az kaldı’ diyordu. Aslında bizi satmak için orada tutuyorlardı. Üçüncü ayın sonunda büyük kamyonlar getirdiler bize, ‘burada savaş olacak, PKK buraya yakınlaştı, bizimle savaşacak, onun için sizi buradan çıkaracağız’ dediler. Oysa biz bir umutla PKK gerillalarını bekliyorduk. Onlar bize yetişmeden bizi oradan alıp götürüyorlardı ve bu durum hepimizi çok derinden yaraladı.
Kadınlara bekaret kontrolü yaptılar
Büyük kamyonlara kadın ve erkek hepimizi bindirdiler ve Musul’a büyük bir salona götürdüler. Bitişik birçok salondu. Her salona yirmi ya da otuz aileyi koyuyorlardı. Salonlar tıka basa doluydu. Ben de ailemle birlikte kaldım. Sonra ilerleyen saatlerde bir tür cihaz getirdiler ve dediler ki bu cihazla kadınları kontrol edeceğiz. Kadınların bakire olup olmadığını anlamak için tüm kadınları testten geçiriyorlardı. Bu işlem birkaç gün sürdü. Bu süre zarfında birçok bakire kadın o salonlarda evlendi, DAİŞ’in eline geçmemek için evlendiler. Her aile kızı için o salonda bir Êzidî eş arıyordu. Kucağında çocuk olanlara test yapmıyorlardı. Götürülen kadınların sayısını ve nereye götürüldüklerini bilmiyorum ama çok fazla kadın içimizden alınıp çıkarıldı. O saate kadar da benim ailemden kimseyi götürmemişlerdi. Yaşlı kadınları alıp Duhok’a elektrik karşılığında sattıklarını söylüyorlardı. Bizi o salonda yirmi gün tuttular. Sonra bizi tekrar otobüslere doldurdular ve Telafer'e bağlı Heyya Xıdra köyüne götürdüler. Orada da bizi ailece konumlandırdılar. Babam ve abimi de getirdiler. Köyde 2,5 ay tutulduk ve sonra bir sabah saat 6’da erkekleri çağırdılar. Biz kadın ve çocukları da bir araya topladılar. Erkeklere siyah elbiseler giydirip, ellerini arkadan plastik kelepçelerle bağladılar, yüzlerini siyah bandajlarla bağladılar ve sonra hepimizin gözü önünde onları tek tek, iterek arabalara doldurup götürdüler. Belki bir gün tekrar bir başka köyde bizi toplarlar sandık, hiçbirimiz onları son görüşümüz olduğuna inanmadık. O günden sonra babamı ve abimi hiç görmedim. Onları sürükleyerek arabalara dolduruşlarını hiç unutmadım. ‘Yasın kokusu yoktur’ derler oysa o gün her şey acı ve yas kokuyordu.
Tüm erkekleri götürdükten sonra, biz kadınları topladılar, otobüslere bindirip Telafer’de olan okula geri götürdüler. Sayı olarak çoktuk. DAİŞ’lilerin sayısı da çoktu. Kadınlar onların elinde sigara paketlerine, telefon kontörlerine değiştirilen en ucuz eşyaya dönüşmüştü. Bizi okula götürdüklerinde artık kadınların evli ya da çocuklarının olup olmadığına bakılmıyordu. Emirleri onlara talimat veriyor, ‘kim parasını verirse istediğini alabilir’ diyordu. Sahaya atılmış top gibiydik. Kadınlara hem şiddet yapılıyor hem de tecavüz ediliyordu. Bizi okulun bahçesine götürüp sopalarla saatlerce işkence yapıyorlardı.
Fotoğraflarımıza fiyatlarımızı yazmışlardı
Ara ara gelip çocuk topluyorlardı, özellikle de erkek çocuklar götürülüyordu. Ben geçirdiğim süre zarfında oğlumu hep sakladım. Onu yine paketin içine iyice yerleştirdim. Oğlumu hemen hemen o paketten hiç çıkartmıyordum. Bizi otobüslere bindirdiler sonra içeri girip erkek çocuklarını çok küçük olanları değil ama diğerlerini alıp götürüyorlardı. Zaten oğlum bir büklüm kalmıştı onun zayıflamasına seviniyordum. Çocukları aldıktan sonra otobüsler yola çıktı ama bu kez ki yolculuk uzun sürdü. Bizi bu kez Suriye’ye götürdüler, o uzun yolculuk boyunca oğlumu paketten hiç çıkartmadım. O da pakette yaşamaya alışmıştı. 3 gün boyunca yolda kaldık. Bize yol boyunca hiçbir şey vermediler. Toplamda 600 kadındık, sayı olarak bilmiyorum ama bir sürü küçük çocuk da vardı. Bizi Rakka’ya götüreceklerini söylüyorlardı.
Rakka’da Kesra Ceema köyüne, Türkiye’ye giden yolun hemen üstünde bir okula götürdüler. Oraya ulaştığımızda hepimiz yarı ölü gibiydik. Çocukların durumu çok ağırlaşmıştı. Orada bir hafta kaldıktan sonra gelip sizin fotoğraflarınızı çekeceğiz dediler. Fotoğraflarımızı çektiler ve fotoğrafların üzerine fiyatlarımızı yazdılar. Sabaye pazarında biz Êzidî kadınlar için bir vitrin yapılmıştı ve orada pazarlığa çıkartılıyorduk. Pazarları bizim bedenimizle açıldıktan sonra yanımıza gece gündüz bir sürü DAİŞ’li uğrardı. Öyle ki saat başı onlarca Êzidî kadın satılır ve alınırdı. Bu durum günlerce sürdü, öyle bir hâl almıştı ki hiçbirimiz kaldıramıyorduk. En son biz 53 kadın kaldık. Ailemin hepsini orada sattılar. Bir tek ben ve halamın kızı kalmıştık.
İs makyajımız olmuştu
Ben DAİŞ’in eline geçince etraftan topladığım isleri bir kutuya koymuştum ve her sabah yüzüme sürüyordum. Rakka’ya kadar hemen hemen hiç yüzümü yıkamadım. Üzerimdeki elbiseler yırtık ve çok kirliydiler. Öyle ki DAİŞ’liler benim kokumdan yanımdan geçemiyorlardı. Onun için gelen hiçbir DAİŞ’li beni beğenmiyordu. Hemen hemen birçok kadın böyle yapmıştı. Makyajımız sakladığımız isler olmuştu. Her kadının paketinde o isten vardı. Tabi bir de yüzümüzü iğnelerle delip sonra isleri o deliklere yediriyorduk. Yüzümüz öyle bir hal alıyordu ki bazen çocuklarım benden korkuyordu. Ama o halimiz bizi koruyordu. Beni o güne kadar korumuştu. Ve ben o durumda çocuklarımı da koruya bildim. Bir tek bir çocuğumu alıp götürdüler. Kız kardeşime verdiğim kızımı alıp götürdüler. Kız kardeşimi aldıklarında onu da götürdüler. Engel olamadım. Bebeğimi o gaddarların elinden kurtaramadım. Kalan çocuklarımı korumanın başka yolu yoktu.
Bir buçuk ay 129 çocuk 53 kadınla o okulda bizi tuttular. Sonra bizi başka yere götürdüler. Ayrıca bizim yanımızda genç bir kadın vardı. Aslında biz kalanların birçoğu gençti fakat öyle bir hal almıştık ki yaşımız hiç yansımıyordu. Genç kadın DAİŞ’liler geldiğinde kendini deli gibi yapıyordu. DAİŞ’liler onun deli olduğuna inandı. Yanımda 4 çocuğum kalmıştı. Orada kimsesi olmayan 14 yaşında bir kız çocuğunu vardı onu yanıma aldım. İsmi Lina’ydı. Saçlarını erkek gibi ama biçimsiz kestim. Üzerindeki elbiseleri yırttım, isten ve yerlerin tozundan yüzünü kirlettim, ellerine bacaklarına biraz yaraları andıracak kirler yaptım. Ona DAİŞ’liler geldiğinde deli gibi davranmasını söyledim. O da her söylediğimi yapıyordu.
Bizi tuttukları okulu bir buçuk ay sonra uçaklar vurdu. DAİŞ’lilerin kaldığı bölüm vurulmuştu. Ama basıncı ve parçaları bize de değdi. Yanımızda kalan kadınlardan 8 tanesi yaralandı. Bir tanesinin bacakları kesildi ve bir tanesi de başından ağır yaralandı. Bizi o vuruştan sonra Rakka’nın dışında olan bir zindana götürdüler. Aşağı inerken merdivenleri saydım, tam 32 merdiven aşağıya iniliyordu. Bizi yer altı zindanında tutuyorlardı. Bize ‘sizi satın almak isteyen birileri bulununcaya kadar burada kalacaksınız’ dediler. 129 çocuk ve 53 kadın biz o zindanda kaldık. Yaralı olan kadınlar da bizimle kalıyorlardı. Biz o durumdan memnunduk çünkü daha kötüsü olabilirdi. O güne kadar kimseye satılmamış ve bize kaba şiddet dışında el uzatılmamıştı. Biz Êzidî kadınlar arasında en çirkinleri ve en kötü kokanlarıydık.
Mam Zeki telefonda
Bizi o zindanda 10 ay tuttular. Bir yolunu bulup çıkmak için sürekli düşünüyordum. Onlar ‘sizi satın almak isteyen olursa veririz’ demişlerdi. Ben de o zaman ailelerimizin bizi satın alabileceğini düşündüm. Bunu paraya zaafı olan bir DAİŞ’liye söylemeliydim. Tabi bunun için öncelikle bir yolunu bulup, bir kereliğine bu zindandan çıkmam gerekiyordu. Bir gün yüzüm hafif yandı. Zindanın küçük bir köşesi alev aldı, onu söndürmek için uğraştığımda yüzüm yandı ve bana ‘gel seni doktora götüreceğiz’ dediler. Beni bir DAİŞ’li doktora götürdü. Ben de bunu fırsat bilip ona ‘bizi ailelerimize satın, onlar bizi alır ve size istediğiniz kadar para verirler’ dedim. Ona teklifte bulunduğum DAİŞ’li bana dönerek öfkeli yüz ifadesiyle ‘bu nasıl olacak, onlara nasıl ulaşılır ki’ diye sordu. ‘Benim Bağdat’ta çalışan bir kardeşim var, onun telefon numarasını biliyorum onu verebilirim’ dedim. Aslında verdiğim numara kardeşimin değil eşimin numarasıydı fakat onlara eşimin onların elinde olduğunu ve nerede olmadığını bilmediğimi söylemiştim. Eşleri DAİŞ’in eline geçmeyen kadınlara çok kötü davranıyorlardı. Onlara ‘eşleriniz sizin için şimdi PKK’ye katılmış, o dağlarda bize karşı savaşıyor’ diyorlardı. Birçok kadına bunun üzerinden işkence yaptılar.
Bir süre sonra bize ‘artık siz diğerleri gibi değilsiniz, siz bizim elimizde esirsiniz, biz sizi pazarlıklarda kullanacağız' dediler. Telefon numarasını verdiğim DAİŞ’li o numarayı aldı ve hiçbir şey söylemedi. Onlarla Arapça konuşuyordum. Bir hafta geçtikten sonra bir gün beni çağırdılar. ‘Neco siyah elbise giysin ve öyle gelsin’ dediler. Genelde bizi dışarı çıkarttıklarında bize siyah elbise giydirirlerdi. Beni bir arabaya koyup Rakka merkeze götürdüler. Beni götürdükleri yer DAİŞ’in merkeziydi ve pek çok DAİŞ’li vardı. Beni bir odaya götürdüler. Elime telefon verdiler, ‘al konuş’ dediler. Telefonun diğer ucunda Mam Zeki ve eşim Kasım vardı. Telefonun sesini dışarıya vermişlerdi fakat benim konuşmama izin vermediler. Sonra benim bir videomu çekip onlara gönderdiler. Gerillalar Şengal’de DAİŞ emirini ve eşi Azize’yi yakalamışlardı. Azize ve eşinin tam olarak kim olduklarını bilmiyordum fakat DAİŞ’liler için çok önemli kişiler olduğu belliydi. DAİŞ’liler telefonda Mam Zeki’ye, ‘bize Azize ve Emirimizi verin, biz de size Neco ve yanındaki tüm kadınları verelim’ dediler. Onlar takas üzerinden karşılıklı birbirlerine ses gönderiyorlardı. Takas konuşmaları bitmemişti beni tekrar zindana götürdüler. Yol boyunca içim kıpır kıpırdı, mutluluktan uçacak gibiydim. Zindana ulaştığımda tüm kadınlara müjdeli haberi verdim. Herkes çok heyecanlandı.
Onları çok bekledim
Araya kısa bir zaman girdikten sonra, benim ve çocuklarımın da içinde olduğu 10 kadın ve 43 çocuğu aldılar. Bizi otobüslere bindirdiler. Onlara ‘bize ne yapacaksınız’ diye sorduk. ‘Sizi eve gönderiyoruz’ diye cevapladılar. Ne olur ne olmaz diye her şeye karşı yüreklerimizi sağlam tutuyorduk. Yanımda kızım olarak koruyup kolladığım Lina’yı da götürdüm. İki gün boyunca yolda kaldık. Birçok kez yanımızda telefonla konuşuyorlardı ve biz de konuşulanları duyuyorduk. Mam Zeki, DAİŞ’lilere ‘yanınızdaki insanların bir parmağı kanarsa elimizdeki hiçbir esiri vermeyiz’ diyordu. Onun için bize çok iyi davranıyorlardı. İlk defa bize doğru dürüst yemek verdiler. Haseke sınırında değiş tokuş olacaktı.
DAİŞ’liler, biz ve gerillalar arasındaki mesafeye bir sürü mayın döşemişlerdi. Sonra ‘anlaşma Neco üzerine olmuş, o önde olsun, bir mayın varsa onda patlasın’ dediler ve beni öne verdiler. Yürümeye başladım ve arkamda diğer kadınlar ve çocuklar. Aklımın hiçbir yerinde mayın yoktu, bir tek bir an önce hevallere ulaşmak istiyordum. Onları çok bekledim, bu süre zarfında hiç umudumu yitirmedim ve sonunda geldiler. Mutlu ve sağlam adımlarla karşıya doğru ilerledim. Bize siyah çarşaflar giydirmişlerdi. Bizimkiler de Azize’nin saçlarını açmış, ona bir puşi bağlamış ve pantolon giydirmişlerdi. Arkadaşlara çok az bir mesafe kala Azize yola çıktı. Öyle güzel bir kadın, DAİŞ’in barbarlığına nasıl katılmış ve inanmıştı. Bizden sonraki grup da geldiğinde Azize DAİŞ’in eline ulaştı. Onlar Azize ve eşini alır almaz, oradan ayrıldı. Biz de mutluluktan uçacak gibiydik. Kanatlarımız olsaydı uçardık. Bizi karşılamaya, bir grup YPG-YPJ'li gelmişti. Tam 23.03. 2016 günüydü ve toplam 2 yıl DAİŞ’in elinde çocuklarımla kaldım.
Mam Zeki hepimize tek tek sarıldı
Qamışlo’ya gittik. Karnımızı doyurduktan sonra bir güzel yıkandık. Üzerimde tam iki yılın kiri vardı. Kendi yüzümü unutmuştum. Hepimiz tertemiz Şengal’e gittik. Bizi, Sinune’nin Geliye Kerse’ye doğru olan tarafında bulunan bir salona götürdüler. Salonda bir sürü insan kalıyordu. Yanılmıyorsam birçoğu bizim gibi DAİŞ’in elinden kurtarılmıştı. Bize ‘yaşadıklarınızı bir bir anlatabilirseniz anlatın, biz de onları kayıt altına alacağız, belki bir gün DAİŞ yargılanır ve anlattıklarınız da birer belge olur’ dediler. Arşiv için konuşacaktık. Her birimiz başımızdan geçenleri bir bir anlattık. Tabi anlatılması hepimiz için zordu. Hiçbirimiz yaşadıklarımızı tüm detaylarıyla hatırlamak istemiyorduk. Bana ve tüm kadınlara yapılanları unutmayacaktım ama yine de her detayını hatırlamak acı veriyordu. Neyse ki o anlatımlar bittikten sonra pek kimse yaşadıklarımızı tüm detaylarıyla sormuyordu. Kimse canımız acısın istemiyordu.
Şengal’e ilk gittiğimizde bizi Mam Zeki karşıladı. Her birimize tek tek sarıldı. Bizi kurtardığı için çok mutlu olmuştu fakat geride kalan kadınlar için de derinden üzüntülü ve yaralıydı. Mam Zeki benim alnımdan öptü ve bana, ‘ben ölünceye kadar sen benim kızımsın, seni ve tüm kadınları her koşulda koruyacağımıza söz veriyorum. Sen ve senin gibi kadınların, DAİŞ’in vahşetine karşı direnişi, bizim mücadelemize umut ve cesaret veriyor. Senin sayende bu takası yaptık’ dedi.
Biz yaralarımızı sarmayı öğrendik
Sabah gözlerimi açtığımda Şengal’de olduğumuzu görünce, tüm Şengal’e sarılmak istiyordum. Yüreklerimiz yaralı olabilir ama biz yaralarımızı sarmayı öğrendik ve eskisinden daha güçlüyüz. Savaşın, fermanın izlerini zafer silmeye başlıyor, sildikçe hayat yeşeriyordu. Yaşananların izleri topraktan silinmez ama aynı toprağa zafer ağacı ekilebilirdi. İşte Şengal’de bu olmuştu. Zafer ağacı ekildi, ona bakmak ve onu büyütmek bize kalıyordu.
Tekrardan yaşamımı kurdum, yıkılan evimi onardım. En büyük hedefim DAİŞ’in elinde esir olan tüm Êzidî kadınlar için mücadele vermekti. Esir kadınlar ve yetim çocuklara yardım vakfında yer aldım. Bu çalışmayla, bugüne kadar gelen her esir kadını, sınır kapısında karşılamak ve onu ailesine kavuşturmak benim için çok önemli. Yaşadıklarımızdan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Özellikle biz kadınlar için asla eskisi gibi olmaz. DAİŞ’in elinden kurtulan her kadını karşıladığımda kendimi hatırlıyorum. Kendimi bu topraklarda verilen mücadele ve beni iradeli kılan yeni Şengal düzeni sayesinde toparladım. Onlara kendilerini nasıl iyileştireceklerini anlatıyor ve gösteriyorum."