Mülteci kadınların hâlihazırda yaşadıkları zor yaşamın yükselen ırkçılıkla nasıl daha da içinden çıkılmaz bir şiddet ve dışlanma döngüsüne dönüştüğüne, tekil yaşamları nasıl etkilediğine bakalım biraz…
Suriye'de yaşanan savaş sebebiyle Türkiye'ye gelen mülteci kadın Emani El Rahmun, Sakarya'da 7 Temmuz 2017'de iki erkek tarafından tecavüze uğradı. Hamile olan Emani ile birlikte yanında 10 aylık bebeği de öldürülmüş olarak bulundu.
Ugandalı göçmen Jesca Nankabirwa, Sultangazi’de bir tekstil fabrikasında çalışıyordu. 6 Eylül 2014 günü kayboldu. Kaybolduktan dört gün sonra bir hastanenin morgunda bulundu. Jesca, Fatih’te bir erkek tarafından camdan atıldı.
Afganistanlı Fatıma’yı eski kocası, Afganistanlı Zekiye’yi “ikinci eş olma teklifini” reddettiği erkek öldürdü. Faslı Samira’yı, Rusyalı Tatyana’yı öldüren de yakınları, sevgilileri.
Emani, Jesca, Fatıma, Zekiye… Mülteci ya da ekonomik göçmen olarak yaşadıkları Türkiye’de erkek şiddetinin hedefi oldular.
Peki, binlerce mülteci göçmen kadın yeni bir yaşam kurmak için geldikleri Türkiye’de neler yaşıyor? Sistematik hale gelen erkek şiddeti karşısında hangi mekanizmalara erişebiliyor? Ancak öldükleri zaman haberimizin olduğu (birçok olayda haberimizin dahi olmadığı) mülteci kadınlar yükselen ırkçı, milliyetçi dalgadan nasıl etkileniyor?
Türkiye 2011 yılından bu yana ciddi bir göç akınıyla karşı karşıya kaldı. Büyük çoğunluğu kentlerde yerleşik olan toplam göçmen/mülteci sayısının yarısına yakını kadın olmak üzere 7 milyonun üzerinde olduğu sanılıyor. Dış politikada yürütülen yayılmacı siyaset ve buna bağlı olarak hiçbir altyapı hazırlanmadan uygulanan açık kapı politikası; iç politikaya uzun yıllardır damgasını vuran kutuplaştırma siyasetiyle birleşince bugün yaşadığımız tablonun karşımıza çıkması hiç de sürpriz değil. Siyasi iktidarın mülteci meselesini iç ve dış siyaset malzemesi yaptığı, tutarlı ve derinlikli bir göç politikasından yoksun olduğu ve konunun iktidarını etkileyen ciddi bir krize dönüştüğü de herkesin malumu. İktidar cephesinin son 10 günde yaptığı çelişkili açıklamalar istikrarlı göç politikalarının yoksunluğuna ve panik haline işaret ediyor.
Öte yandan, ana muhalefet de popülist hamaset konusunda iktidardan geri kalmıyor, uluslararası hukukun kaidelerini ve insan hakları çerçevesini görmezden gelerek kolay siyaset yapma yolunu seçiyor. Gerek iktidar gerek muhalefet, ana akım siyasetlerin hak temelli yaklaşımdan yoksun olması ırkçı söylemler için elverişli bir zemin hazırlıyor. Türkiye’de yükselen yeni-ırkçı siyaset Le Pen’in Fransa’da yüzde 40 oy aldığı bir dünya konjonktüründen bağımsız düşünülmemeli. Ancak geçmişiyle yüzleşmekte, sorumluluk almakta her zaman başarısız olan ve bu yüzden de güncel siyasette popülist hamaset dilini kullanan siyasetçilerin peşine kolayca takılanların bu yeni-ırkçı söylemler karşısında teslim olması her ne kadar üzücü olsa da pek de şaşırtıcı değil.
Kültürel ırkçılık, neo-ırkçılık ya da postmodern ırkçılık olarak da adlandırılan yeni-ırkçılık, biyolojik farklılık iddialarına dayanan ırkçılıktan farklı olarak etnik gruplar arasındaki kültürel farklara dayanır ve bu kültürel farkların topluluklara içkin ve aşılmaz olduğuna inanılır. Ancak kültürel temelde yapılan ayrımcılık aynı biyolojik ırkçılıkta olduğu gibi ayrımcılığa, sömürüye ve şiddete yol açar. Yine klasik ırkçılıkta olduğu gibi insanları bireysel kimliklerinden soyutlar, onların insanlıklarını hedef alır.
“Irk” gibi biyolojik bir niteliğe atıfta bulunmayan kültürel ırkçılık daha sinsidir, dolayısıyla fark edilmesi daha güçtür. Son zamanlarda sıkça duyduğumuz “Ben ırkçı değilim, ama…” diye başlayan, bir etnik gruba mensup bireylerin kendi içindeki farklılıklarını dikkate almadan, toptancı kalıp yargılarla devam eden cümleler tam da bu yeni-ırkçılığa karşılık düşen ifadelerdir. Bu tür bir bakış, insanların somut olarak neler yaşadıklarını, örneğin mülteci kadınların geldikleri ülkede ya da göç yollarında kadın olmaları nedeniyle maruz kaldıkları şiddet deneyimlerinin üzerini örter ve şiddet döngüsünden çıkmalarını zorlaştırır. Mülteci kadınların hâlihazırda yaşadıkları zor yaşamın yükselen ırkçılıkla nasıl daha da içinden çıkılmaz bir şiddet ve dışlanma döngüsüne dönüştüğüne, tekil yaşamları nasıl etkilediğine bakalım biraz.
Yoksulluğun, savaşın göçe zorladığı kadınlar göç yollarında tacize, tecavüze uğruyor; insan tacirleriyle boğuşuyorlar. Vardıkları ülkelerde de kendilerini bekleyen tehlikeler hiç eksilmiyor. Sokakta ya da evde, Türkiyeli ya da değil, erkek şiddetine uğradıklarında ya da ucuz ve güvencesiz işlerde, oldukça zor koşullarda çalıştıkları işyerlerinde uğradıkları cinsel şiddet, taciz, ayrımcılık sömürü ve kötü muamele karşısında herhangi bir makama başvurmaktan, şikâyetçi olmaktan çekiniyorlar. Sınır dışı tehdidiyle korkutulan kadınlar uğradıkları haksızlık karşısında erişebilecekleri başvuru mekanizmaları hakkında ya bilgi sahibi değiller ya da yükselen ırkçılık nedeniyle karşılaştıkları ayrımcılık onları başvurmaktan alıkoyuyor.
Bir şekilde bu döngüden sıyrılmayı başaran kadınlar resmi makamlara başvurduklarında da dil bariyerine takılıyor, zaten mevcut mekanizmalar da kadınlara bir kurtuluş planı sunmuyor. Dil bariyeri yıllardır aşılamıyor, nitekim düşünülenin aksine, hükümetin göçmenleri “entegre” etmek için bütüncül politikaları yok. Ayrıca, yükselen ırkçılık ve nefret kampanyasıyla birlikte, mahallelerinden sürülen ve sosyalleşme imkânları sınırlanan kadınlar daha çok yalnızlığa itiliyor, dışlanıyor, açık hedef haline geliyor. Aynı mahallede oturdukları komşularına gidip gelmiyor, yıllardır aynı sokakta kapı komşusu oldukları halde birbirlerinin kapısını çalmıyor.
En izbe mekânlar için istenen yüksek kiralar, ırkçılık nedeniyle kiralama güçlüğü çekilen evler kadınların barınma sorununu da yakıcı bir şekilde gündeme getiriyor. Türkiye’de bulunan her bireyin yaşadığı ekonomik sıkıntılar, mülteci kadınlar özelinde dil bariyeri, cinsiyetçilik, mesleki beceri yetersizlikleri gibi nedenlerle daha da katmerli bir şekilde yaşanıyor. Irkçı ayrımcılık bunların üzerine eklenerek şiddet döngüsünden çıkılmasını imkânsız hale getirdiği gibi, bu kadınları aile içinde ya da dışında cinsel sömürü ve şiddete daha açık hale getiriyor. Ekonomik krizle bir baş etme stratejisi olarak kız çocuklarının kendilerinden yaşça çok büyük olan erkeklerle ikinci veya üçüncü eş olarak evlendirilmesi sanıldığının aksine salt kültürel bir olgu değil. Çoğu durumda bu çocuklar da evlendirildikleri erkek ya da bu erkeğin kendinden büyük çocukları tarafından şiddete maruz kalıyor ve şiddet döngüsü bir sonraki nesle taşınıyor.
Sanki aile planlamasına yönelik bir politika varmış ya da erkekler olayın öznelerinden biri değilmişçesine doğum oranının yüksek olmasının faturası kadınlara kesiliyor. Özellikle sağlık sektöründe bazı çalışanların bu konuda ırkçı ve cinsiyetçi bir tutum takınması, örneğin bir sağlık çalışanının doğum yapmak için gelen genç bir mülteci kadına “bunlar da devamlı ürüyorlar” gibi bir cümle sarf etmesi, mülteci kadınların resmi sağlık kurumlarından uzaklaşarak merdiven altı, hijyenik koşullara sahip olmayan yerlere yönlendirilmesine neden oluyor. Yani ırkçılık aynı zamanda önemli bir sağlık sorunu. Zaten mültecilerin sağlık haklarından vatandaşlar gibi faydalandıkları konusu da bir mitten ibaret. Geçici koruma statüsüne sahip mülteciler ancak kayıtlı oldukları ildeki sağlık hizmetlerinden ücretsiz yararlanabiliyorlar. Ancak, iş olanaklarının çoğu yerde kısıtlı olması nedeniyle büyük şehirlerde bir yığılma var, dolayısıyla acillik bir durum olmadığı sürece çoğu kişi, geçici koruma statüsüne sahip olsa bile sağlık hizmetlerinden faydalanamıyor. Bu konuyu özellikle vurgulamak gerekiyor, çünkü son zamanlarda yeni-ırkçılığın en önemli motiflerinden biri, mültecilerin sağlık ve eğitim konusunda vatandaşlarla aynı haklara sahip olduğu. Bu durum ancak geçici koruma statüsüne sahip mültecilerin kayıtlı oldukları ille sınırlı, ancak çoğu kişi kayıtlı olduğu ilde yaşamıyor ve ülkemizde geçici koruma statüsüne sahip olmayan çok sayıda göçmen de var.
Sağlık hizmetlerine erişimi olan az sayıda geçici koruma statüsüne sahip mülteci dışında kalanlar sağlık hizmetlerinden sağlık turizmi kapsamında faydalanabiliyor, o da normalin çok üstünde ücretler karşılığında. Sonuç olarak, çoğu mülteci -yasal statüsü ne olursa olsun- ya sağlık hizmetlerinden faydalanma hakkına sahip olmadığı için, ya çalıştığı yerden izin alamadığı için, ya da karşılaştıkları ırkçı, cinsiyetçi ve ayrımcı tavırlar nedeniyle sağlık hakkına ücretsiz erişemiyor.
Geri gönderme tartışmaları, kutuplaştırma, ırkçılık ve beraberinde getirdiği ayrımcılık, nefret kampanyaları, yerel toplumla mültecileri karşı karşıya getirmekten başka bir amaca hizmet etmiyor. Suriyeli, Afganistanlı ya da siyah oldukları için ırkçılığa, kültürel ve sınıfsal bakımdan ayrımcılığa, kadın oldukları için sistematik olarak erkek şiddetine maruz kalan kadınlar, sokakta ve iş yerinde cinsiyetçilik üzerinden inşa edilen ırkçı davranışların nesnesi haline geldikçe ev içi ve ev dışı şiddet döngüsü katlanarak varlığını sürdürecek. Unutmayalım ki ırkçılık benzer koşulları paylaşan, ortak deneyimlere sahip yerli ve mülteci kadınlar arasında doğabilecek dayanışmayı engellemekte, böylece mülteci ve yerli erkekler arasında zımnî bir işbirliği kurarak patriyarkanın ekmeğine de yağ sürmektedir.
*HDP Kadın Meclisi Üyesi