Peki ama bizler de bu kara tablo karşısında, posası çıkarılmış toplumun başında ağıt yakıp, metanet mi dileyeceğiz? Yoksa nasıl yaşamalı, ne yapmalı, nereden başlamalı sorularıyla demokratik komünal bir ekonomi inşasına girişerek çözüm mü arayacağız?
Nan’ın ana ocağında nan’sız kalan kadınların, çocukların, ailelerin, halkların anayurdunda yaşananlara bakıp anlamaya, düşünmeye, yapmaya ve yazmaya çalışmak kolay olmasa gerek. Tüm başlangıçlara, kutsallıklara, iyi güzel ve doğru olana dair ne varsa hepsine birden ana ocağı olmuş bir coğrafyanın kadınlarıyız bizler… ilk taşı atan, ilk otu toplayan, ilk ateşi yakan, ilk çömleği yapan bizim analarımız. Analarımız, buğdayın büyüsüne kapıldılar; buğdayı ektiler, biçtiler, öğüttüler, mayaladılar, yoğurdular, pişirdiler ve nan’ın ocağından bir toplumsallık çıkarmayı başardılar.
Beslenme, barınma ve savunma; canlılık için olmazsa olmaz temel yaşam dürtüleridir. Bu dürtüler tüm canlı türleri için geçerlidir. Fakat kendi farkına varan doğa olarak insan, bu temel yaşamsal dürtüleri biyolojik bir olgu olmaktan çıkararak kültürel bir aşamaya getirmiştir. Beslenme, barınma ve savunma dürtüleri ikinci doğa denilen toplumsal insan için bir amip ile kıyaslandığında ihtiyaçlar ile orantılı biçimde çok da karmaşık bir hal alır. Bu ihtiyaçlar tek başına insan yavrusunun başa çıkabileceği ihtiyaçlar değildir, ‘ben’ dışında başka bir canlının varlığına ihtiyaç duyulur. O canlı da yavrunun ondan doğduğu ana’sından başkası değildir. Ana-çocuk ilişkisi insan türü için temel bir belirleyendir, kültürel evrimimizin başat dinamiğidir, sosyalite kazandığımız ana okuldur. Bu okulda çocuk beslenme, barınma ve savunmayı yani yaşamayı öğrenir. Öğretmen de toplumsal ve biyolojik anadır.
Bu aşamada tarihsel yolculuğumuzu dar tutup beslenme dürtüsüne bakalım.
Bilindiği gibi insan tanımları ekseriyetle ‘üretim’ yapabilme kabiliyetini esas almıştır. Örneğin Homo Habilis: yetenekli insan, alet yapabilen insan anlamlarında kullanılır ya da Homo Sapiens: kendinin farkında olan, düşünen, düşünce üretebilen insan olarak kullanılır. Ve çağımızın ‘ultra modern insanı(!)’ için ‘Homo Economicus’ kavramı kullanılır. Geçmişten günümüze pozitivist bilimciliğin at gözlüğünden sıyrılıp bakmayı başarabilirsek eğer, bu tanımın hakikati perdeleyen bir tanım olduğunu görebiliriz. Kısmen de olsa bu tarihsel akışı ele alacağız.
Öncelikle ekonomi olan ve ekonomi olmayan nedir? Günümüz modern insanı için ekonomi denilen şeyin ekonomi olanla bir ilgisi var mıdır? Ekonomi kimin işidir? Sorularına Sayın Abdullah Öcalan’ın bir değerlendirmesi ile bakalım: “Ekonomi kelimesinin Yunanca anlamı ‘aile yasası, ev yasası, evi geçindirme kuralları’ demektir. Sözcük olarak Antikçağ Grek-Helen dünyasına aittir. Eko-nomos; ev yasası, kadının yaptığı işler, ev işleri, kadına ait işler anlamına geliyor. Ekonomos ekonomi; kadın işidir, üretime dayalıdır, ekonomist de bu işi yapandır, ekonomist ise kadındır. Ailenin maddi geçim kurallarını, çevresini, malzeme ve diğer materyallerini ifade etmektedir. Ekonomiyi sosyolojik açıdan anlamlı değerlendirmek istiyorsak, en doğru yaklaşım, ekonomi biliminin de kadın biliminin bir parçası olarak geliştirilmesi olacaktır. Ekonomi baştan beri kadının asal rol oynadığı bir toplumsal faaliyet biçimidir. Çocukların beslenme sorunu kadının sırtında olduğu için, ekonomi kadın için hayati anlam ifade eder. Namus, Eko-nomos’tan geliyor. Bunun da kadının temel işi olduğu açıktır. Kadının ekonominin merkezinde rol oynaması anlaşılır bir husustur. Çünkü çocuk yapmakta ve beslemektedir. Ekonomiden kadın anlamayacak da kim anlayacaktır! Uygar toplumda kavramı daha da genelleştirirsek, küçük toplulukların ‘geçim kuralları’ olarak ifade edilmesi mümkündür. Ekonomik sorun esas olarak kadının ekonomiden dışlanmasıyla başlar.”
Dikkat edilirse ortada para, kar, sermaye, parabilite, hisse, çek, senet, enflasyon, faiz, derecelendirme kurulları, merkez bankası..vb gibi sayısız kavram yoktur. En sade ve doğru hali ile ekonomi evrenseldir, konusu beslenmeye dair her şeydir, yaşamı idame etmenin bilimidir. Yaşam üstü, toplum üstü, kadın üstü bir bilim değildir; bir avuç devletli, kentli, sınıflı, iktidarlı erkeğin egemenlik sahası olan ve onlar dışında kalan ötekiliklerin anlayamayacağı bir bilim hiç değildir.
Ekonomi olmayan, ekonomi kılınıp ve kadın ekonomi dışı bırakılınca, ekonomik ve toplumsal sorunlar çığ gibi büyüdü. Şimdi bütün saha kelli felli, ne dediği pek anlaşılmayan, ama herkesin dört gözle beklediği, ağızlarından çıkan her kelime sanki evde sofraya konulan zeytin miktarını arttıracakmış gibi dinlenen, resmi verisi ve çarşı- pazarı-sofrası pek de birbirini tutmayan Homo Economicus’un çağında, ve yarattığı devasa sorunlarla yaşıyoruz. Homo Economicus çağında yaşanan suni işsizlik, yapay ekonomik buhranlar, aç insanlardan oluşan devasa yığınlar, felaketler üstüne felaket yaşayan çevre, fiziksel ve kültürel soykırımlar ve daha nicesini ekleyebileceğimiz geniş bir icraat listesi var. Bu icraat listesi modern çağın insanlık için vaat ettiği refah toplumu, herkesin emeğinin karşılığını aldığı toplum, açlık ve yoksulluğun bitirildiği toplum gibi vaatlerin bir safsatadan ibaret olduğunu göstermemektedir.
Peki ama bizler de bu kara tablo karşısında, posası çıkarılmış toplumun başında ağıt yakıp, metanet mi dileyeceğiz? Yoksa nasıl yaşamalı, ne yapmalı, nereden başlamalı sorularıyla demokratik komünal bir ekonomi inşasına girişerek çözüm mü arayacağız? Ortadoğu geleneğinde bir işe başlarken o işin mutlaka bir besmelesi olmuştur, Ortadoğu bilgelik akademisi bizlere böyle bir zihni miras devretmiştir. Peki demokratik komünal ekonominin besmelesi ne olabilir?
Gerçek bir çözüm arıyorsak cevabımız yeganedir ve içimizdedir, insanı insan yapan şeydir: KOMÜN. KOMÜN; bizim hayrımız, kimliğimiz, başlangıç, çıkış ve yeniden inşa zeminimizdir. Komünden çıktık, komüne dönmek zorundayız. Komün insanlık için bir zodyak çemberidir, yaşam merkezidir, ondan başlanılan ve ona dönülen ana ilke gibidir. Hayatidir, onsuz olunamaz. Çünkü insan türü varlığını komünal yaşama borçludur. Yeni bir şeyden söz etmiyoruz. Ontolojik olarak toplumsalız. Tekil yaşamlar yaşayamıyoruz ya da kısa vadeli çıkar birliği olan geçici topluluklar bizi ayakta tutmaya yetmiyor. En olmadı, örneğin; babun sürüleri gibi salt güdüsel bir aradalık haliyle insanlaşamazdık. Varlığımızı uzayın üstünden atomun altına kadar her yere, ‘kom’ olarak yaşama kabiliyetimiz ve zorunluluğumuz sayesinde nakşettik. Dolayısıyla Kom’dan, komünden başlamalı dersek toplumsal tarihin gözünden hakikate yakın bir yerden başlamış oluruz. Komünü, birden fazla kişinin oluşturduğu ortak toplum olarak yani Ben’den Biz’e akan yaşam tarzı, çoğul yaşamın temel birimi olarak ele alabiliriz. Biz olma hali bir arada yaşamanın temel ilkelerini doğuracaktır. Bu temel ilkeler zamanla ortak bir zihniyeti, hevpar olunmuş bir anlam dünyasını, düşün ve anlam dünyasının forma kavuşacağı eylemsel kılınmış; örgütlenmiş hakikat bir aradalığını şart kılar. Zira komün sıradan insanların, sıradan işler ve sıradan çıkarlar için bir araya geldiği geçici ve tesadüfi topluluklar değildir. Üzerinde uzlaşılan, kolektif vicdan olarak ahlakın ve toplumsal akıl olarak da politik kararlaşmaların harcıyla yoğrulmuş toplumlardır. Ancak böyle bir anlam-düşün-eylem birlikteliği oldukça toplum, klan ya da komün dediğimiz birim ayakta kalabilir, seller afetler atlatabilir, kendisini savunabilir, her üyesini besleyebilir. Bollukta ve darlıkta, sevinçte ve acıda, felakette ve berekette, yaşamda ve ölümde yan yana olan Ben’ler, biz olmaktan doğan güç ile hareket eder, kom olmanın avantajlarını kullanır. Boşuna büyüklerimiz ‘birlikten kuvvet doğar, bir elin nesi var iki elin sesi var’ gibi sayısız deyimle çokluğun gücünü kutsamamıştır. Çünkü onlar öz yaşam aralıklarında belki de sayısız kez Biz’in kudretini görmüş ve yaşamışlardır. Biz olma halinden güç almış, sorun çözmüş, korunmuş ve hayatta kalmışlardır.
Komünü olmayan bir topluluk ne tek tek üyelerini ne de hangi büyüklükte olursa olsun tüm toplumsallığını besleyemez, koruyamaz. Dahası komünal yaşam derdi olmayan bir topluluğun tüm bireylerine yetişmek gibi bir derdi de olmaz. Kaldı ki günümüz Homo Economicus insanının yurttaşı olduğu kapitalist düzen ve devletlerin böylesi bir derdi olmadığı herkesin malumudur. Tekelci sermayenin dışında kalan kadınların, etnisitelerin, sıradan halkın, gençlerin hatta çocukların itaat etmesi için açlıkla terbiye edildiği, aslında temel yaşamsal dürtüleri ile oynanarak insan olmaktan çıkarıldığı, primatlaştırılmaya çalışıldığı demlerden boşuna geçmiyoruz. Bu acımasızlık karşısında çıkış yapılmak isteniyorsa komüne yeniden dönüş tartışmalarının canlanması, güncellenmesi, yeni form arayışları çok elzemdir. Komün bilinci olmayan hiçbir toplulukta ekonomiye ahlaki ve politik normlar uygulanamaz. Kar, sermaye, doyumsuzluk, bencillik, hırs, sürekli ihtiyaç fazlasına güdülenmek, ihtiyaç fazlasını biriktirmek, bu amaca giden her yolu mübah görmek, adil olmayan rekabet, ekolojik tahribatı önemsemeyen teknoloji kullanımı, doğayı da bireyler gibi sömürü aracı olarak görme gibi arttırabileceğimiz sayısız özellik kapitalizmin temel davranış kipleridir. Bu davranış kodları toplum için değil toplum karşıtlığı için kodlanmış, meşrulaştırılmış otomatiğe bağlanmıştır. Ötesi her davranış çağdışılık, enayilik, saflık aptallık vs.…’dir. Kapitalizmin inşa ettiği ruh budur, komünalliğin karşıtlığı üzerinden inşa edilmiştir. Komünal yaşamın temel ilkesi “her şey hepimize, hepimiz için” dir. Birey karşısında toplumu alaşağı etmeyip bireyciliği kutsamadığı gibi, tersi olarak bireyi topluma da kurban etmez. Birey ve toplumun yani Ben ve Biz’in uyumlu bir aradalığını esas alır. Bu düsturla hareket eden sayısız Orta Doğu komün hareketleri olmuş, Orta Doğu kültürel iklimi komün yaşam ve felsefesinin sayısız kahramanına beşiklik etmiş, hamurunu komün bilinci ile yoğurmuştur.
Dikkat edilirse komün derken bütünsel bir yaşam kavramından söz ediyoruz, ekonomi bu yaşamın olmazsa olmazıdır. Ekonominin ana ocağı komündür. Komün evinde toplumsal anamızın temel işi ekonomidir. İlk ekonomist olan toplumsal anamız klanını beslemek, hayatta kalmasını sağlamak, bunun için gerekli işleri belirlemek, bu işleri aksatmadan herkesin dahiliyetini sağlayacak şekilde bölüştürmek hem emeği hem de ürünü- birikimi-bereketi kolektifleştirmek için gerçek bir bilim yapar. İşte ekonomi dediğimiz şey tam da budur. Onun klanında açlık da tokluk da ortaktır, dinlenmek de iş yapmak da herkes için aynıdır, artı ürün biriktirmek için değil iyi-güzel ve doğru olanı yaşamak için çalışılır, kimse işten muaf değildir, imtiyazlı gruplar yoktur. Biri yiyip biri bakmaz, ondandır ki kıyamet de kopmaz. Karıncaların bile işsiz kalmadığı doğal gerçeklik içerisinde onun klanında da kimse işsiz değildir, herkes yeteneği oranın da dahil olur ve ihtiyacı oranında da beslenir.
Arz talep toplum için üstten belirlenmez, toplum kendi ihtiyaçlarını kendisi en yerelden, yerinden belirler ve ihtiyaçlarını bu temelde örgütler. Ekonomi, özünde demokratik bir faaliyettir. Hatta denilebilir ki iyi bir demokrasi okuludur. Zira anlık doğru karar almayı ve incelikli uygulamayı dolayısıyla da sürekli tartışma halinde olmayı, fikir farklılıklarını anlayıp ona rağmen ortak eylem alanları yaratmayı, öncelikleri belirlemeyi, açık olmak kadar en iyisini yapmada kararlı olmayı gerektirir. Demokrasi, öz tanım itibariyle söylenenlere tekabül eder. Kendin için en doğru olanı belirleme ve yapma, tüm bunları yerinden ve en yerelden icra rejimidir. Kendi kendini yönetmek ancak böyle bir iklimde maya tutar. Kısacası ekonomi aynı zamanda bir demokrasi okuludur, siyaset alanıdır. Günümüzde abartılı yüklenimlerle ekonomi, siyaset üstü hatta ulus üstü bir konumda tutulur. Kesinlikle öyle değildir, aksine devletler adeta bir avuç tekelci sermayedarın elinde oyuncağa dönüşmüş durumdadır, devletler tüm yapı ve kurumları ile bu bir avuç tekelci sermayedarın çıkarlarını garantilemenin tüm yol ve argümanlarını toplum zararına kullanır. Tercih asla toplumdan yana olmaz. Toplum demokrasisiz dolayısıyla nefessiz bırakılır. Hangi ürünün ekileceğinden tutalım, fiyat belirlemeye, emek-değer teorisi gibi ucubeliklerden tutalım, serbest piyasa zırvalıklarına kadar sürekli dışardan ve üstten belirlenen ekonomi toplumu yutmaya ve daimî açlık, sürekli işsizlik, canavarca rekabet halinde tutmaya özen gösterilir. Oysa ilk ekonomist olan toplumsal anamız, ocağında ekmeği pişirdiği kadar demokrasiyi de katığından eksik etmezdi.
Trajik olan durum ise ilk ekonomist olan toplumsal anamız ve anamızın temel ekonomik faaliyetlerinin günden güne ekonomi dışı ilan edilmesidir. Ekonomik faaliyetin tanımı ve içeriği değiştirilerek erkeğe özgü bir bilim mühendisliği yapıldı. İngiliz ekonomi politiği emek değer teorisi ile kadın emeğini bir yan ürüne dönüştürdü, dolaylı bir ekonomik veri yaptı hatta parasal bir faaliyet alanından çıkarıp sözde ‘doğallaştırarak’ yeni iş bölümü halinde sundu. Kadın işini ekonomi dışı bir faaliyet haline getirince ekonominin özü olan ailenin, klanın, çocuğun özcesi toplumun temel beslenme işleri bir angaryaya dönüştürüldü. Çünkü yeni nesil Homo Economicus için bu ihtiyaçlar esas olamazdı, zira paradan para kazandıran işler değildi. Toplum için ve toplum yararınaydı, demokratikti, komünaldi dolayısıyla da ekonomik değildi- tabi kapitalist sermaye düzenine göre ekonomi değildi-.
Demokratik-Komünal ekonomi, kadının ocağından çalınan ekonominin yeniden ve daha gelişmiş olarak kadın tarafından inşasına dayanır. Kadın elinden çalınan ekonomi yeniden kadınlarla, toplumla ve kadın komünleri ile buluştukça topluma ait olacak, toplum için ve toplum yararına olacaktır. Komünler kendi ekonomik ihtiyaçlarını yerinde ve yerelden belirledikleri demokratik kooperatiflerle, iş ve aş ortaklıkları, anlam ve düşün birliktelikleri, toplumsal proje ve örgütlü ekonomik eylemliliklerle karşılayabilir; bu ihtiyaçları karşıladıkça toplumun kılcal damarlarına nüfuz edip yayılma zeminleri bulabilir. Komünler çoğalıp yayıldıkça yerel özerkliklerini yitirmeden gevşek bağlarla diğer komünlerle ortaklıklar geliştirip özerk ekonomik topluluklar oluşturabilir. Tabi sınırımız her komünün ahlaki-politik-demokratik-ekolojik bir çerçevede büyüyüp gelişmesidir. Bu temel ilkelerden yoksun her komün, kooperatif girişimi zamanla vahşi kapitalizmin CEO, limitet şirket, AVM, holding gibi cafcaflı, gösterişli ve ölümcül yapılarının içinde dağılmaya uğramaktan kurtulamaz. Şunu asla unutmamak gerekir, her toplumsal boyut birbiri ile ilişkilidir ve birbirini gereksinir. Ekonomik ihtiyaçlarını demokratik komünal bir ekonomi ile giderebilecek seviyeye gelen her toplum kendi öz savunmasını da gerçekleştirebilir. Ya da öz savunmayı çok yönlü, çok boyutlu ele alıp her alanda gerçekleştiren bir toplum demokratik komünal ekonomisini yeniden inşa ederken karşılaştığı zorlukları öz savunma ile aşabilir. Birbirinden kopuk toplumsal olgular olmadığı gibi toplumsal inşalar da söz konusu olamaz. Öz savunmasız demokratik komünal bir ekonomi yeniden inşa edilemez, burada her komünün temel öz savunması kendi öz gücü, ayakları üzerinde durma kapasitesi, teorik-pratik ideolojik hattaki netliği olmaktadır. Böyle bir komün bilinç ve eylemliliği her türlü kapitalist saldırı karşısında köklerini sağlam saldığı toprağından güç alıp her rüzgara dayanabilir.
Son olarak, Orta Doğu kültürü demokratik komünal ekonomi ile on binlerce yıl yaşadı, gelişti, büyüdü. Ekonominin can damarı oldu. Verimli Hilal olarak tarım, hayvancılık, madencilik, çömlekçilik, zanaatçılık, mimari, mühendislik gibi günümüzün de sayısız ekonomik iş ve alanına beşiklik etmiştir. Evet! Kadının ev düzeni karşısında devletli-iktidarlı erkek ev düzeni geliştikçe demokratik uygarlığın ana nehrinden sapmalar olmuş, demokratik uygarlığın maddi ve manevi alanı daralmıştır. Kadının ev yasaları yani eko-nomos erkek evi tarafından dejenere edildikçe ekonomi bir ortak paylaşım ve çoğalma alanından çıkartılıp açlıkla terbiye etme eylemine dönüştürülmüştür. Ama umutsuz değiliz, boyun eğemeyiz, ekmeksiz, aşsız, işsiz kalamayız… Dahası kadınlar olarak bize ait olanı, bizden gasp edileni geri kazanmadıkça varlığımızdan gelen toplumsal öz gücümüze yeniden kavuşamayız. Demokratik komünal ekonomiyi yeniden inşa etmek zorundayız… Ve komünden, ana ocağımızdan başlamak zorundayız. Nan’ın yurdunda nansız kalmaya hayır deyip, inşa için kollarımızı sıvamak zorundayız…