Kadınların isyanı kadar geleceğe dair istemlerini de özetleyen sade bir formül. Hangi dilde söylenirse söylensin akılda kalan, insanı kavgaya çağıran kalıcı bir davettir
Küçükken şanslı biri olmadığımı düşünürdüm. Ama yaşama bakışım değiştikçe, bilincim açıldıkça hayatın bana bağışlayabileceği en büyük lütfa sahip olduğumu anlar oldum. Yaşıtım olan ve birlikte aynı yolu yürüdüğümüz tüm kadınların böyle düşündüğüne eminim. Çünkü “kadınların en güzel tarihi”nin örülüşüne şahitlik ettik, ediyoruz.
Bu tarihin yapıcısı ve yazıcısı yüzlerce, binlerce kadının dağlarda bize çağlar boyu yetecek bir inancı, felsefeyi, güveni nasıl aşıladı. Çoğu aramızda olmasa da evrenin sonsuz döngüsünde huzurla ve mutlulukla bize eşlik ediyor. Hayatın en büyük lütfudur onları tanımak. Yitirmek ise hâlen tanımsız. Asla tanımanın karşıtı ya da şanssızlık olamaz. Onlar çağın karakterini değiştirecek adımlar attı ve bize çağlar boyu yetecek değerler ve kazanımlar bıraktılar.
Zınarin Dersim, Meryem Çolak, Zelal Botan, Sorxwin Munzur, Gülnaz Ege, Armanc Goşkar, Ekin Ceren Doğruak, Arjin Garzan, Delal Amed ve henüz taze yaramız Emine Erciyes…
Her biri kadınların en güzel tarihinin yapıcıları, yazıcısı oldular. Öngörüyle, sabırla, kararlılıkla ve her zaman naif bir biçimde. Sonsuz bir aşkla ve coşkuyla yaptılar işlerini. Yaşarken tarihin yönünü değiştirdiler ve attıkları adımların büyük sonuçları olacağını kadına has bir önseziyle anladılar. 1998 yılında yazdığı mektubunda “Kürt kadınlar önümüzdeki yüzyıla damgasını vuracak” diyen Fatma Özen / Rojbin Arap gibi.
Çağa giriş yaparken ilan edilen Kadın Kurtuluş İdeolojisi ve 2000’li yıllarda gelişen kadın partisi, toplumsal sözleşmesi ve 2004 yılından itibaren bünyeye zerk edilmeye çalışılan kadın konfederalizmi tarihin rotasını değiştirecek stratejik adımlar oldu. Sonrasında her şey kartopu misali büyüdü.
Artık bilimsel dayanağı (jineolojî), araçları (kadın partisi, öz savunması ve konfederal sistemi) olan, her şeyden öte yaşamın her alanına nüfuz eden bir yaşam felsefesi olan bir kadın hareketiyiz. Ki çarkı döndüren esas dişli bu oluyor. Bir slogandan öte kadınların iddiası ve ilkelerinin aslını öğrendikleri bir turnusol kâğıdı, başka bir deyişle üç kelimelik “sihirli bir formül”.
Girizgâhı neden bu kadar uzun tuttum? Jin Jiyan Azadî sadece Jina Mahsa Amini’nin saç teliyle tutuşmuş bir isyanın sloganından öte bir şey. Kadın özgürlüğüne dair tüm değerleri ve kazanımları içine katarak büyüyen bir kartopudur. Ya da güneşin yeryüzünü ısıtması gibi bir şeydir. Güneş ışınlarının her mekâna farklı bir zaman diliminde ulaşması gibi Jin Jiyan Azadî de Kürtlerin ve kadınların yaşamına böyle dokunmuş ve değiştirmiştir. Tıpkı güneş ışınları gibi bu felsefe de dağlardan şehirlere, oradan farklı mekânlara ve şimdi dünyaya yayılıyor.
Sihirli bir formüldür. Çünkü yol açtığı sonuçlar dönemsel bir sloganın ötesindedir. Kadınların isyanı kadar geleceğe dair istemlerini de özetleyen sade bir formül. Hangi dilde söylenirse söylensin akılda kalan, insanı kavgaya çağıran kalıcı bir davettir. Bir insanın nabzı ömrü boyunca 2,5 ila 3 milyar kez atarmış. Jin Jiyan Azadî Kürt kadın hareketi için bir nabız atışıdır. Dünya kadınları içinse güneşin ışını.
Neden mi Bizim İçin Bir Nabız Atışı?
Abdullah Öcalan, jin-jiyan arasındaki güçlü bağa otuz yılı aşkın bir zaman önce işaret etmişti. Kürt kadınlar ile Abdullah Öcalan arasında içinde olmayanın sırrını çözemeyeceği diyalektik baskın geldi. Bu bağlantı ve bizim pratiğimiz rezonansa girdi. Her şeyi önüne katıp değiştiren, dönüştüren büyük patlama yaşandı. Kimin ne zaman, nasılına dair farklı anlatılar var. Ama kesin bir hakikat; 2000’li yıllardan bu yana eylemlerde, mitinglerde, direniş mevzilerinde, direnişi, coşkuyu ve isyanı anlatan bu üç kelimeyi milyonlarca kişi, milyarlarca kez söyledi. Günlük yaşamlarına, selamlarına, kesip atmalarına, sevinçlerine hatta şakalarına ekledikleri bir “besmele” halini aldı. Egemen erkek figürünün günlük hayatın bir yansımasından ibaret olmadığını görerek, tarihin dehlizlerinde ilerledi. Kadın ontolojisinin peşine düştü, direniş damarlarına ulaştı. Bilinçlendikçe kördüğümleri çözerek, yerine yeni ve sağlam ilmekler örerek ilerledi.
Nabız atmaktaydı. Yaşam vardı. Yaşama dair başka bir emare güneşin her sabah yeniden doğuşuydu. Önce Kuzey’deki tüm eylemlerde yeni bir çağın muştusu gibi yayıldı. Paris’te Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez’i alçakça katledenlere karşı bir intikam yemini gibi. Sonrasında gerçek adını arayan bir toprağın, Rojava’nın direniş mevzilerinde savaşın uğultuları arasında yaşama dair hâlen umut olduğunu anlatan bir müzik sesi oluverdi. On yıl sonra Rojhilat’ta toprağın sarsıntısına benzeyen bir uğultuydu. Üzerinde yaşayan cümle insanı, kurdu kuşu, börtü böceği hareketlendiren türden.
Kürdistan’da esen bu rüzgârın kıtalar ötesine taşan serüvenini anlatmak için hikâyenin başını anlatmam gerekiyordu. Güneşin ışınları Kürdistan’dan sonra başka coğrafyalara da uğradı. Aklıma gelen birkaç örneği hatırlatmakla yetineyim. Arjantin’de kadın hareketlerinin buluşmalarında herkesi birleştiren ortak duygu, 2022’de Cannes Film Festivali’nin bilinen atmosferini değiştiren bir rüzgâr, Avrupa’da Kürtlerin uğramadığı bir şehirde graffiti, bir belediyenin girişimiyle Eyfel Kulesi’ne ya da Berlin Brandenburg Kapısı’na ışıklarla yazılmış bir yazı oluverdi. Geçtiğimiz yıl Hindistan’da genç Doktor Moumtia Debnath’ın tecavüz edilmesinden sonra “Geceyi geri almak” (protestolar bu sloganla düzenlenmişti) isteyenlere yol gösteren ışıklı bir sinyal oldu. Kaydı tutulmayan o kadar çok yer ve zaman var ki. Gittiğimiz onlarca farklı ülke ve şehirde katıldığımız yüzlerce buluşmanın sonunda (eğitim, konferans, seminer, diyalog vb.) kadınlar tam telaffuz edemedikleri bu üç kelimenin büyüsüne kapıldı.
Duyulanın, görülenin, hatırlananın ötesindekiler daha önemli. Dünyada bu sesin, müziğin, rüzgârın ve ışığın peşine düşüp hayatı kökten değişen kadınlar da var. Doğduğu topraklardan binlerce km uzakta gömülen Andrea Wolf’un, Alina Sanchez’in peşine düştüğü ve doğduğu hakikat şimdi başka kadınları içine çeken bir anafor. Aralarında şehit düşen onlarcası, Rojava’da direniş mevzilerinde olanlar var. Bu felsefeye inanan ve Avrupa’daki hareketlerin gündemine taşımak için şehir şehir dolaşan demokratik modernite kadroları var.
Bu felsefeyle birlikte yaşamını kökten değiştirenler, çocukluk travmalarıyla yüzleşenler, partneriyle kurduğu toksik ilişkileri sorgulayanlar da var. Bu üç kelimenin peşine düşüp Kürt kadınların rönesansını belgelemek, sinema ve tiyatronun diliyle anlatmak isteyenlerden, üniversite bitirme tezini buna dayanarak hazırlayanlara kadar uzun bir liste yani. Hepsi değerli ve onur veriyor…
Buna karşılık bu üç kelimeyi slogandan öte görüp kendi yaşamının rotasını değiştirenlerin başka bir yerde durması gerektiğine inanıyorum. Zira bu üç kelime onlar için de güneşin ışınlarından çok bir nabız atışı. Giderek çoğalıyorlar. Yaşamayı ve kavgayı daha büyük bir ciddiyet ve sorumlulukla yürütüyorlar. Bireysel ve toplumsal ilişkilerini bu felsefenin ışığında sorgular hâle geliyorlar. Krizler yaşıyorlar ve sorgulamaları yaratılış anına dönüştüğünde güzelleşiyor, sadeleşiyor ve seviliyorlar. Ulusal kimliğimizden çok daha belirleyici olan kadın yoldaşlığında Kürt kadın hareketinin bir parçası oluyorlar.
En çok kendileri olduklarında en çok bizden biri hâline geliyorlar. Kartopu büyüyor ve nabız atıyor. Önümüzdeki çağlara yetecek kadar değer biriktirenlerin peşine düşenler, çağı değiştirmeye ant içiyor.
En yakın arkadaşı mücadeleye katılmaya karar veren bir İtalyan kadın sitemle bana şöyle söylemişti: “Hayatımızı alt üst ettiniz, farkında mısınız?” O zaman ne cevap vereceğimi bilemedim. Cevabı şimdi veriyorum: “Sihirli formül sadece sizin değil, hepimizin hayatını değiştirdi.”