90’lar ve sonrasında köylerinden kopartılarak kent yaşamına zorlanan Kürt kadınların, metropol kentlerde doğa bilgisini devam ettirdiği balkonlar, bahçeler, daireler; varoluşunu haykırdığı anadilinde stranlar, çîroklar ve niceleri “doğal olan toplumsal, toplumsal olan doğaldır” gerçeğini yaşatmaktadır. Yaşam alanı dediğimiz ise ikisinin bütünleşerek zenginleştiği mekânlardır
Yüzümüzü toplumun hakikat tarihine çevirdiğimizde ilk toplumsal mekân duygusunun, oikos (eko) dediğimiz yaşam alanı olgusuyla kadın tarafından oluşturulduğunu görürüz. Binlerce yıl geçmesine karşın hala bir evi kurma, mekanı inşa etme ve güzel kılma eyleminin kadın aklı ve bakışına emanet edilmesi belki de bu ilk mekân inşasından ileri gelmektedir. Neolitik olarak gördüğümüz ilk toplumsal mekânda doğa ile toplumu uyum ve dengeyle bir arada tutan, ahlaki politik ilkelerle klanın yaşamına öncülük eden kadın bu öncülüğü iktidara dönüştürmemiş; tüm yaşam üyeleri arasında barışçıl ve uyuma dayalı bir ilişki biçimi geliştirilmesini sağlamıştır. Kadın erkeğin birbirini tamamladığı ve mekânın doğa toplum etiğinde inşa edildiği ilk alanda şimdikinin aksine erkek cinsiyeti iktidar öznesiyle mekânın ideolojik cinsiyeti haline gelmemiştir. Binlerce yıl doğayla uyum içinde, kozmos döngüsünde birbirini gözeten bir ahenkle süregiden toplumsal mekân; döngüden ilk kopuşla, erkekten kadına ve de doğaya yönelen tahakkümle parçalanmaya başlar. Hiyerarşinin doğuşu, sınıflı yapıların oluşumu ve ilk şehirlerin ortaya çıkışı aslında ilk örneklerinden itibaren kent inşasının bir cinsiyetle, egemen bir cinsiyetle başladığını göstermektedir. Doğal toplum arasına hiyerarşi ve tahakküm uzun bir süre girmeseydi ilk kent pratikleri; doğal toplum etiği ve analitik zeka zenginleşmesiyle nasıl olurdu sorusu beliriyor içimde. Belki de arkeolojik kazıları engellenen Hasankeyf Göbeklitepe ve daha nice yerde ilk şehirler diyebileceğimiz gelişmişlikte doğal toplum örnekleri bulunmaktadır kim bilir. Öyle ya, kent/mekân dediğimizde gözümüzde beliren bir betonlar silsilesi, göz alıcı ışıklar, caddeler ve bir şehrin mezar taşları niyetine dikilen gökdelenler mi olmalı? Belli ki kent betimlemelerimiz ve anlamlandırmalarımız dahi egemen bir cinsiyet inşasında beliren bir mekânı anlatıyor.
Dünyanın ilk kentlerinden olduğu fikrinde çoğu özgür arkeolog antropoloğun birleştiği Urug kenti ile ilgili bilgileri kazılardan öğrenirken dönemin toplumsal yapısına dair Gılgameş Destanı’na dayanarak bazı sonuçlara gidebiliyoruz. Tek tanrılı, kral yönetimli bir yaşama geçiş, erkek egemen karakterlerin güç kazanması ve tanrıça kültlerinin etkisini kaybetmesiyle bundan böyle toplumu yöneten güç mekanizmasının erkek egemenliğinde örülmeye başlandığını söyleyebiliriz. Kadının politik alandan ev içi alana girmeye zorlanması kent inşasında da yeteri kadar söz sahibi olamadığı yorumuna götürüyor bizleri. Döngüsel bir mimaride, doğa ile uyum içinde olan şehir yapısı, aile ve meclis yapılanmaları ile neolitik izleri devam eden doğal toplum, ilk şehirlerin günümüz kentlerinden oldukça farklı bir yerde durduğunu gösterse de ilk kent örneklerinden günümüz kapitalist modernite kentlerine değişmeyen en büyük olgu kentin; hakim güç öznesinin cinsiyetiyle inşası ve kurgusudur.
Atina’ya doğru gittiğimizde politikanın; polis (şehir) içinde polisli(yurttaş) tarafından üretilmesi kentin ortaya çıkış hakikati olmasının yanında demokrasinin de doğuşudur. Fakat köleler, kadınlar ve serflerin meclis dışında, politika dışında tutulması Atina demokrasisinin erkek egemenlikli ve hiyerarşik bir yapılanmayla radikal demokrasi anlayışından uzak bir yerde durduğunu anlatır. Oikos(eko) ev içi alan ve polis kamusal alan olarak ayrılırken toplumsal cinsiyet eşitsizliği kadının şehir yaşamına çıkışının engellenmesiyle derinleştirilmiştir. Bu durum bize günümüz kentlerinin erkek egemenlikli inşasına da dayanak oluşturulan kamusal-özel alan tarihinin binlerce yıl öncesine dayandığını gösteriyor. Mahalle meclisleri denilen doğalında gelişen toplantıların yapıldığı Eklesialarda, halk meclisleri denilen Agoralarda politika halk tarafından (alt sınıf görülenlerin dahil edilmediği eksik bir halk) Polis’te yapılıyor. Pek çok öteki grubun ve başta kadınların politik alanda özne olamaması günümüz kentlerinde de yabancı olmadığımız bir durum. Atina demokrasisinde tüm halka bu hak verilmese de büyük çoğunluğun aktif yurttaş olarak yer aldığı politika yüzyıllar sonrasında ulus devletlerle birlikte anlamı tamamen değiştirilmiş biçimiyle belli bir zümre tarafından icra edilen kirli bir alan haline geliyor. Yurttaşlığın değiştirilen anlamı ise, politik alanı artık olmayan, vergi mükellefliğiyle sınırlı bir yurttaşlık ve pasivize bir kimlikte kendini buluyor. Tarihsel süreçte devletin ortaya çıkışıyla kentlerin iktidarın aracı ve ifadesi biçimini aldığını ve kapitalist modernite dediğimiz kent gerçekliğinde ise sermaye ve iktidar güçlerinin ideolojik kurgusuyla inşa edildiğini söyleyebiliriz.
Mekân denilen olgu fiziksel alan, zaman ve eylem bütünlüğü düşünüldüğünde tam olarak algılanabilmektedir. Lefevbre; iktidar, kimlik ve mekânın karşılıklı birbirini inşa eder bir ilişki sürdürdüğünü ifade eder ve ekler: “En güçlü toplumsal mekân kavramsallaştırmalarından biri, onun toplumsal ilişkiler ve etkileşimler ile kurulduğunu ve bundan dolayı her zaman her yerde iktidarın ifadesi ve aracı olduğunu teslim etmekten geçer.” İktidarın toplumsal ilişkiler aracılığıyla mekânda kendisini sürdürmesi tahakküm içerikli bir ilişkinin sürekli üretimini gerektirir ve bu ilişki biçimi 2 kişi arasında, 1 kadın ve erkek arasında üretilir ve mekân inşası erkek egemenlikli bir ideolojiyle kurulmuş olur.
Atina kent yaşamında polis (kent içi) ve oikos (ev içi) olarak belirlenen cinsiyete dayalı mekânsal ayrışma modern kent yaşamında kamusal alan ve özel alan düalitesiyle devam ettirilir. Cinsiyetle sosyal davranış arasında bulunan doğrudan ilişkiyi gören egemen akıl bireylerin davranışlarını toplumsal cinsiyete göre uygun gördüğü mekânlarda inşa eder. Bu yönüyle kentselin gündelik hayattaki toplumsal pratikleri, büyük ölçüde cinsiyet rolleri tarafından belirlenir. Bu tartışmada bölünmüş kent kavramı önemlidir. Mackenzie’ye göre feministler, mekânsal sorunların toplumsal kökenlerini bölünmüş kent üzerinden ele almışlardır. Bölünmüş kent, cinsiyet temelinde mekânsal bir ayrışmayı ifade eder. Buna göre, erkekler, kamusal ve ekonomik, kadınlar özel ve toplumsal mekânla özdeşleşmiştir. (Wekerle vd., 1980; akt. Mackenzie, 2002, s. 260). Bu ayrışma aynı zamanda modern kapitalist toplumun temelini oluşturur ve kadınların kentle ilişkisini sınırlandırır.
80’li yıllar sonrasında ise kadının kamusal alandaki varlığı; çoğu vakit ev içi alandaki rollerine benzer şekilde hizmet ağırlıklı işlerde ucuz iş gücü olarak kurgulanır. Erkek egemenliği ve tahakkümü sanılanın aksine kent içi çalışma mekanlarında son bulmaz; görünür olmayan tehlikeli halleriyle rızaya dayalı bir sömürü mekanizmasına evrilir. Neoliberal akıl bireysel özgürlük maskesiyle kadının eylemleri, anlam dünyası ve her saatini kapsayacak biçimde zamanını çok ince bir şekilde kurgulayarak modern kent yaşamı içerisine yerleştirir. Kapital; kent çalışanlarının günlük zamanını tüketim alanlarına göre belirler ve bu tüketim mekânları kimi zaman cinsiyetlere göre ayrışır. Kadın erkeğin ayrı kullandığı mekânlar aynı sosyal davranış dizileriyle bir süre sonra o cinsiyetle bedenselleşir ve cinsiyetin alanı haline gelir. Aynı şekilde kişiler de farklı mekânlarda sergilenen davranım ve bulunma koşullarıyla bir süre sonra mekânsallaşır. Kentlerin rant ve sermaye alanı olarak işlev gördüğü sistemde cinsiyetçiliği körükleyen mekânların yanında, tek amacın kâr olduğu sermaye etiğiyle iki cinsiyetin de sömürü nesnesi haline getirildiği, cinsiyetlerin gölgelendiği ve görünmez kılındığı kent alanları inşa edilir durur.
Hiyerarşi ve tahakküme dayalı bir düşünme sisteminin mekân inşaları kent deneyiminin kadınlar için yasal engellerden şiddet tehdidine, normal olan algısının oluşumundan yaftalanmaya kadar pek çok eşitsizlik temelinde oluşmasına neden olur. Kentler hali hazırda kadınların güvende hissetmediği ve tacizden şiddete pek çok sorun yaşadığı yerdir. Geceler halâ korkulu, sokaklar çok tekinsiz ve yönetime dayalı mekânlar erkek egemen haliyle kadınlar için dışlayıcıdır. Ne yazık ki ideolojik bir yansıma olan hegemonik erkeklik pratikleriyle bir kadının kendini özgür ve huzurlu hissedebileceği kentler çok uzakta görünmektedir. Kent içinde üretilen mekânlarda; trafik alanından tutalım kamusal alanlara tahakküme dayalı ve kadını öncelemeyen bir bakış ve pratiği çok net bir şekilde görebiliriz.
Mekân, politik bir üründür
İlk toplumsal mekândan günümüz modernite kentlerine; kent, yaşam ile ilgili söz kuranın ve sözü tahakküme çevirenin inşasını sürdürdüğü diyalektik bir süreç olarak varlığını sürdürmektedir. Bulunduğumuz erkek egemenlikli yaşam düzeninde kentler güç öznelerinin aracı ve ifadesi olarak varlığını sürdürür. Mekân hala politik bir üründür fakat neolitikte kadının kendisine etik ve pratik kazandırdığı anlamından çok uzakta bir yerde, anlamından kopartılmış hallerde.
Özgürlük ve hakikat arayışçılarının ilk toplumsal mekâna, kozmosa katılmaya devam ettiği dahası tüm yaşam varlıkları adına üçüncü bir yaşam tahayyülü için mücadele ettiği mekânlar, köyler ve kentlerde; egemenin ya da bir cinsiyetin değil bütünen doğal toplumun (tüm varlıkları içerisine alabilendir “doğal ve toplumsal”) inşa ettiği mekânlardır. 90’lar ve sonrasında köylerinden kopartılarak kent yaşamına zorlanan Kürt kadınların, metropol kentlerde doğa bilgisini devam ettirdiği balkonlar, bahçeler, daireler; varoluşunu haykırdığı anadilinde stranlar, çîroklar ve niceleri “doğal olan toplumsal, toplumsal olan doğaldır” gerçeğini yaşatmaktadır. Yaşam alanı dediğimiz ise ikisinin bütünleşerek zenginleştiği mekânlardır.
İktidar aklı mekânı kendi ideolojisine göre inşa etse de bedende, hafızada, doğada yok edilemeyen özgürlük ve varoluş hali; iktidar alanının giremediği çatlaklarda kozmos döngüsüne dahil olan eylemlere zihinde ve pratikte devam eder. Belki de tam da bu nedenle kentin erkek egemen aklının karşısında daima mücadele halinde olan ve 3.yaşamı bedeniyle, eylemi ve sözüyle oluşturan kadın aklı ve ruhu özgürlüğün ekolojisini (kentini) inşa eder durur.
Kaynakça
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/1977593 (Lefebvre ve Foucault’da mekân: kuramsal bir tartışma)
https://www.ontodergisi.com/sayilar/kent-mekan-ve-toplumsal-cinsiyet-uzerine (Kent, Mekân ve Toplumsal Cinsiyet Üzerine)
Lefebvre, Henri “Mekan’ın Üretimi”, 2003