15 Mart 2011'de Suriye iç savaşın başladığı, bütün devletlerin pazarlık halinde olduğu bir süreçte Avrupa Konseyi, Sözleşme'yi ülkelerin imzasına açtı. Türkiye de ilk imzalayan ülke olarak süreci avantaja çevirmeye çalıştı, fon almayı garantiledi
Mart yine zalimlerin zulmüne karşı öfke ve isyanla geçti.
Antik Roma'da mart ayının adı Roma Savaş Tanrısı “Martius” idi ve bu ayın savaşa başlamak için şanslı bir zaman olduğu kabul edilirdi. Hükümdarlar, şah-padişahlar ve diktatörler zehirlerini bu ayda akıtırlar.
Farklı coğrafyalarda mart, farklı anlamlar taşır ve baharın müjdelendiği, doğanın yeniden canlandığı, bereket ve bolluğun adıdır. Çayır çimen, çiçek renklerinden etkilenen farklı kültür ve etnik kimlikler, renkleriyle buluşup kutlama yaparlar ve barış dilerler.
Bizde ise mart ayı zulme karşı başkaldırıdır, isyandır. “Dehak” zulmüne karşı Demirci Kawa'nın destansı direnişidir. Yakın tarihin “Dehak”larından Saddam Hüseyin’in yaptığı Halepçe katliamına büyüyen öfkedir, Beyazıt Üniversitesi önünde faşizmin katlettiği 7 genci unutmayıp, anılarını yaşatmaktır.
Mart ayında savaşı tercih edenlerin emeli bugün hâlâ devam ediyor, hâlâ dünya halkları zulüm altında ve her zalim kendi yöntemiyle zehir akıtmaya devam ediyor. Bu yıl mart ayında dünyada belki de bir yılda ses getirecek olaylar dizini art arda yaşadık. Öyle bir şiddet sarmalındaydık ki, başımız döndü, nefes almakta zorlandık.
8 Mart Feminist Gece Yürüyüşü'nün ardından “zıpla zıpla” sloganı suç sayılıp, 'zıplama suçundan' gece yarısı kadınların evleri basıldı, gözaltına alındılar. Jet hızıyla HDP Milletvekili Ömer Faruk GERGERLİOĞLU'nun vekilliği düşürüldü, aynı gün HDP'nin kapatılması ve 687 HDP'liye siyasi yasak getirilmesi koşuluyla soruşturma başlatıldı. İnsan Hakları Derneği Eş Genel Başkanı Öztürk TÜRKDOĞAN ve birçok siyasetçi gözaltına alındı. Gezi Parkı İBB'den alınıp, varlığı tartışmalı olan bir vakfa devredildi. Faiz yüzde 19'a çıktı, Merkez Bankası Başkanı Naci AĞBAL görevden alındı. Diyarbakır'da ilçe sınırları değiştirildi. Fırtınalı siyasetin gündemi bununla da bitmedi. Ve ve İSTANBUL SÖZLEŞMESİ'nin bir gece yarısı partili Cumhurbaşkanı'nın imzasıyla geri çekildiği açıklandı.
15 Mart 2011 tarihinde Suriye iç savaşın başladığı günlerde, bütün devletlerin rant paylaşımında, pazarlık halinde olduğu ve özellikle Avrupa'ya mülteci göçü paniğinin yaşandığı bir süreçte Avrupa Konseyi Başkanlar Kurulu, kadına yönelik şiddete karşı mücadele belgesi olan, Avrupa Konseyi Sözleşmesi'ni (bilinen adıyla İstanbul Sözleşmesi) 1 Mayıs 2011'de İstanbul'da ülkelerin imzasına açtı. Türkiye de İstanbul Sözleşmesi'ni ilk imzalayan ülke olarak süreci avantaja çevirmeye çalıştı. Suriye savaşında etkin rol almak ve Suriyeli mültecileri Türkiye'de tutmak için Avrupa'dan fon almayı garantiledi. İstanbul Sözleşmesi'ni imzalayarak “kadınları şiddete karşı” koruyacakları imajı ve evrensel insan haklarından yana bir görünüm vererek prestiji artıracaktı. Nitekim Sözleşme imzalanırken kullanılan ifadeler de aşağı yukarı böyleydi. Yani kadınların hakları, can güvenlikleri, yaşamları böylece pazarlık konusuydu. Yürürlükte olduğu halde hiçbir şekilde uygulanmadı, uygulanması için kadınlar her platformda mücadele etti.
9 yıldır yürürlükte olan bu Sözleşme uygulanılmış olsaydı bugün binlerce kadın aramızda olup yaşamlarını sürdüreceklerdi. Erkek şiddeti bu kadar artmayacaktı, kadınlar daha güvende olacaklardı. Sözleşme kamudaki şiddeti de kapsadığı için belki de binlerce kadın politik sebeplerle cezaevine konulmayacaktı. Cezaevlerinde çıplak arama yapamayacaklardı. Koruma kararları kadınların çantasında taşıdığı bir kâğıt parçasından ibaret olmayacaktı. Devleti yönetenler başta olmak üzere erkekler, kadına karşı ayrımcı dil, cinsiyetçi söz kullanamayacaklardı.
Sözleşmenin uygulanmamasının başka sebepleri de var tabi; İstanbul Sözleşmesi kadınları korumanın yanı sıra onları güçlendirmek, eğitim, sağlık giderlerini karşılamak, yaşamlarını idame ettirebilecekleri ve barınmalarını sağlayabilecekleri bir bütçe için pay ayrılmasını da ön görüyordu. Bu durumda kadını eve, şiddet sarmalına iten zihniyetin bütçe ayırması söz konusu olamazdı. İstanbul Sözleşmesi'nin etkin hale gelmesinde sivil toplum ve kadın örgütleriyle birlikte çalışma yürütülmesi gerekiyordu, burada tek imza yetkilisi olan tek kişinin yetkisini kadınlarla paylaşması elbette mümkün değildi.
Şimdi İstanbul Sözleşmesi'ni “aile, gelenek ve göreneklerine uymadığı” yönünde manipüle ediyorlar. 9 yıl önce imzaladığınız bu Sözleşme için 'imaj artırıcı' derken bugün Sözleşme'den çekilerek dünyanın tepkisini üstünüze çekip ülke imajını yerle bir etmiyor musunuz?
Neymiş bu aile geleneği “kadın kuluçka makinası gibi çocuk doğursun, eşinin kölesi olsun, kocasıdır döver de sever de, kadının karnından sıpa, sırtından sopa eksik olmasın” mıdır? Aile birliği dediğiniz şey, 92 yaşında yaşlı bir kadına tecavüz eden, cezaevinden izinle gelip eşini öldüren, eşcinselin boğazını kesmek isteyen, üç hilal dövmeli kurtçukları cezasız bırakan yasalar mıdır? Ya da 9 yaşında kız çocuklarının evlenmesine fetva veren zihniyet midir? Tam da bu tehlike karşısında kadını koruyan İstanbul Sözleşmesi, kadınlar için ekmek su kadar temel bir ihtiyaçtır.
Sayın iktidar yetkilileri veya yetkilisi; halktan kopuk, kadına düşman, iç ve dış barıştan uzak, yoksulluk üzerinde tepinen tekçi, cinsiyetçi, militarist ve lüks iktidarınızı korumak için, kadınların hayatlarını feda etmek, D. Bahçeli'ye Alaattin Çakıcı'yı serbest bırakarak yaptığınız jestiniz devamı olarak HDP'nin kapatılması için soruşturma açılması, Oğuzhan Asiltürk ve cemaatleri yanınızda tutmak ve onların memnuniyeti için İstanbul Sözleşmesi'nden çekilmeniz, gün aşırı ekonomi bakanı değiştirmeniz, derinleşen kaosunuzu düzeltemeyecek.
HDP'ye kapatma davası açtırıp bir yandan da Newroz kutlamalarına izin verilerek Kürtlerin tepkisini ölçmek, diğer yandan İstanbul Sözleşmesi'nden çekilerek dünyanın tepkisini görelim de “nabza göre şerbet verelim” taktiği de işe yaramayacak.
Kadınlar her zaman yaptığını, yine hayatlarını, emeklerini, kimliklerini ve bedenlerini korumanın mücadelesini verecekler. Sokaklar, meydanlar kadının renkleriyle canlanacak, sesleriyle inleyecek, İstanbul Sözleşmesi uygulanıncaya kadar vaz geçmeyecekler.
Kadınların kadınlık hallerinde birleşmesi şart, hangi partide, hangi inançta olursa olsun artık kadınlar erkek iktidarını ayakta tutan “binanın kolon” görevi üstlenmemeli, çünkü onların şiddet dolu siyasetinde yitip gidin hep kadınlardır. İstanbul Sözleşmesi'nin imzalanmasında KADEM'li kadınlar da rol aldı, mücadele ettiler şimdi ise çekilme kararına karşı, "bu metin gerilime yol açmıştır minvalinde" mahcup bir açıklama yapmakla yetindi.
İyi de bu gerilimi yaratan kadınlar değil ki; gerenler erkeklerdir, erkek siyasettir ve kadını eşit görmeyen erkek zihniyetidir. Mahcup olmanız gerekmez, burada mahcup olacak birileri varsa o da emeklerinizi, mücadelenizi ortadan kaldıran erkeklerdir.
Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanı Zehra Zümrüt Selçuk da, 'toplumsal ayrışmaya sebep olmuş bir metindir. Yerine Ankara mutabakatını hazırlayacağız' demiştir. Sayın Selçuk, zaten erkeklerin kadınlar üzerinde kurmuş olduğu ayrıştırıcılık sonucu İstanbul Sözleşmesi'ne 'evet' denilmiştir. Ankara mutabakatı da nedir? Kimlerle yapacaksınız? Gerek var mı? Hazır kadınların güvencesi olan İstanbul Sözleşmesi'ne sahip çıkmak varken neden erkekleri memnun eden laflar edilir, sözler söylenir.
Yine de son sözümüz haklıyız, kararlıyız, haklarımız hayatlarımız için hem mücadeleden hem de İstanbul Sözleşmesi'nden vaz geçmiyoruz.