Bu dağlar, Nuh’tan dengbêjlere uzanan bir hafızanın, geleneksel yaşam biçimlerinin ve direniş hikâyelerinin canlı tanığı. Köylülerin arıcılık bilgisi, kadınların şifalı bitki kültürü, göç yollarını bilen kuşlar… Hepsi bu ormanlarla vardı. Şimdi baltalar sadece ağaçları değil, geçmişle gelecek arasındaki son köprüleri de deviriyor. Çünkü bu katliam, doğaya karşı işlenen bir suç olduğu kadar, insanlığın ortak hafızasına karşı da işlenen bir cinayet
Ormanlar yalnızca ağaç toplulukları değil; binlerce yıllık yaşamın, kültürün sessiz tanıklarıdır. Toprağın derinliklerine uzanan kökleriyle geçmişe tutunurken, varlıklarıyla nefes olurlar. Yeryüzünün akciğerleri olarak adlandırılan ormanlar, yalnızca oksijen kaynağı değil; aynı zamanda biyolojik çeşitliliğin, temiz suyun, iklim dengesinin ve sayısız canlının yaşam alanıdır. Onlar olmadan ne yağmur döngüsü sağlıklı işler ne de toprak verimli kalır… Ormanlar bulunduğu bölgenin hafızasıdır. Her bir ağacın gövdesinde bir tarih gizlidir.
Dünyada kâr, rant ve güvenlik politikalarıyla ormanlar hızla yok oluyor. Madencilik, enerji, endüstriyel tarım vb. yatırımlar ile hızla orman varlıkları yok oluyor, derin vadilerin ekosistemleri yok ediliyor, dağlar delik deşik ediliyor…
Türkiye’de madencilik projeleri, doğal varlıkların hoyratça sömürülmesine ve orman ekosistemlerinin geri dönüşü imkânsız bir şekilde tahrip edilmesinde başrolü oynuyor. Özellikle son yıllarda artan rant odaklı politikalar hem biyolojik çeşitliliği hem de yerel halkın yaşam alanlarını tehdit ediyor. Ancak yüzümüzü Kürdistan’a döndüğümüzde, bu tahribatın çok daha derin bir boyutunu görüyoruz: Burada yalnızca doğa katliamı değil, aynı zamanda Kürt halkının kimliğine, diline, kültürüne yönelik sistematik bir imha politikasıyla karşı karşıyayız.
Bir asırdan fazla süredir ulus-devletin inkar ve asimilasyon politikaları ile, Kürt halkının siyasi, sosyal ve kültürel varlığını yok saymanın ötesinde, tarihsizleştirme ve kimliksizleştirme amacı güdülmektedir. Bu politikanın bir sonucu olarak, eğitimden sağlığa, dilden kültüre kadar her alanda “milli” dayatmalar devreye sokulmuş, Kürt halkı kendi topraklarında yabancılaştırılmaya çalışılmıştır. Köy boşaltmalar, zorunlu göçler, anadilde eğitimin yasaklanması ve kültürel varlıkların tahrip edilmesi gibi uygulamalar, bu imha siyasetinin somut örnekleridir. Kesintisiz çatışmalar ve askeri politikalar, yalnızca toplumsal bir yok etme değil, ekolojik kırıma da yol açarak Kürdistan’ın doğasını da parçalamıştır.
Kürdistan coğrafyasında son yıllarda neredeyse her yıl kitlesel orman yangınları yaşanmakta ve bu durum artık kronik bir ekolojik kırıma dönüşmüştür. Türk devletinin bölgedeki askeri-politik stratejileri, bu yangınların arka planındaki en kritik faktördür. Orman yangınlarının operasyon adı altında sokağa çıkma yasağı ilan edilen bölgelerde ya da karakol ve kalekol bölgelerinin etrafında çıktığına dair gözlemler mevcuttur. Aktörler bu yöntemi “güvenlik” adı atında servis ederek, müdahale edilmemesini de meşrulaştırmaktadır.
Sonuç olarak, Kürdistan’daki orman yangınları ne bir doğal afet olarak ne de insani bir faaliyet olarak adlandırılamaz. Bu Kürdistan’a yönelik özel savaş yöntemlerinin bir diğer yüzüdür. Kürdistan dağlarını ormansızlaştırmak, bağı koparmak, kimliksizleştirmek ve göçe zorlamak…
Kürdistan, orman yangınlarıyla sınanırken, son yılların yıkıcı politikası “yakamadığını kesmek” oldu. Özellikle Şırnak başta olmak üzere, Kürdistan’ın çeşitli bölgelerinde sistematik ağaç kesimleri devam ediyor. Bu süreç devletin hem askeri hem de ekonomik kâr/rant politikalarıyla iç içe ilerliyor.
Cudi, Gabar ve Besta’da yoğun ağaç kesimleri ve orman tahribatı yaşanıyor. Cudi ve Gabar Dağları’nın yemyeşil ormanları, yıllardır keskin baltaların, dev kepçelerin ve rant hırsının gölgesinde inliyor. ‘Güvenlik’ adı altında yakılan ağaçlar, ‘kalkınma’ maskesiyle yok edilen ekosistemler ve delik deşik edilen yasalarla meşrulaştırılmaya çalışılan bu doğa katliamı, aslında hepimizin geleceğinden çalınan birer parça. Kesilen her ağacıyla birlikte binlerce yıllık bir kültür de yok oluyor. Bu dağlar, Nuh’tan dengbêjlere uzanan bir hafızanın, geleneksel yaşam biçimlerinin ve direniş hikâyelerinin canlı tanığı. Köylülerin arıcılık bilgisi, kadınların şifalı bitki kültürü, göç yollarını bilen kuşlar… Hepsi bu ormanlarla vardı. Şimdi baltalar sadece ağaçları değil, geçmişle gelecek arasındaki son köprüleri de deviriyor. Çünkü bu katliam, doğaya karşı işlenen bir suç olduğu kadar, insanlığın ortak hafızasına karşı da işlenen bir cinayet.
Gerçekleştirilen ağaç kesimlerini yerelde yaşayanlar, bölgeyi ziyaret edenler tarafından da gözlemlemiştir. Yerelden aktarılan, basına yansıdığı kadarıyla sadece devletin resmi kurumlarının değil aynı zamanda korucular denetiminde gerçekleştirilen bir yağma süreci olduğu. Devletin yerel işbirlikçileri olarak korucular, bu kesimleri denetliyor ve organize ediyor. Onlar üzerinden yürütülen bu süreç, bir savaş gerçekliği barındırırken ekonomik çıkar ilişkilerini de besliyor. Kesilen ağaçlar kamyonlara yüklenerek farklı illerde, başta inşaat sektörü olmak üzere çeşitli sektörlerde hammadde olarak kullanılıyor. Her gün bu şekilde tonlarca ağaç köklerinden sökülüyor ve bu tüm çıplaklığıyla gözler önünde yapılıyor.
Bu durum ‘yasa dışı ağaç katliamı’ olarak nitelendiriliyor. Oysa ağaç kesiminin yasalarla düzenlenmesi bile aslında bir çelişkidir; çünkü yasalar, en temelde doğayı korumalıdır. Ne var ki Türkiye’de -eğer varsa veya uygulanıyorsa- ‘yasa tanımaz’ bir zihniyet, bazen rant uğruna, bazen de güvenlik gerekçesiyle ormanları baltalara, kepçelere teslim ediyor. Devlet eliyle verilen izinler, askeri operasyonlarda yakılan ağaçlar, maden şirketlerinin talanı… Hepsi, doğanın katledilmesine ortak oluyor. Oysa bir dağın, bir ormanın ‘yasal’ ya da ‘yasadışı’ yok edilişi arasındaki fark, yalnızca bürokratik bir ayrıntıdan ibaret.
Kürdistan coğrafyasında yaşanan katliamlar, Kürt halkı ve siyasetçileri tarafından sıklıkla gündeme getirilse de bu katliamı engelleyecek kadar güçlü bir sesin henüz ortaya çıkmadığını belirtmek gerekir. Sistematik bir sorun haline gelen bu mesele, hukuksal ve toplumsal mücadele girişimlerine rağmen yetkililerden kayda değer bir karşılık görememiştir. Türkiye genelinde ve Kürdistan özelinde yaşanan yoğun toplumsal, ekonomik ve hukuksal krizler, ekoloji meselesini maalesef ikinci plana itmektedir. Oysa ekolojik yıkım, kısa vadede görünür olmasa da uzun vadede tüm canlı yaşamını tehdit eden bir boyuta ulaşmış durumdadır. Özellikle kuraklıkla zaten ciddi risk altında olan gıda ve su güvenliği, ormanların hızla yok oluşuyla daha da kritik bir hal almaktadır. Bu noktada, bir ağaç yalnızca bir ağaç değil; bir yaşam kaynağı, bir gelecek umududur. Ekolojik tahribatın yarattığı yok oluş, yalnızca bölge halkını değil, tüm toplumu derinden etkileyecek bir sorundur. Dolayısıyla bu mesele, yerelin ötesine geçerek evrensel bir sorumluluk gerektirmekte ve herkesin ortak mücadele alanı olmayı hak etmektedir. Gerçek ve kalıcı barış, insanların birbirleriyle olduğu kadar doğayla da uyum içinde yaşamasını gerektirir. Bu nedenlerle ekolojik yıkımla mücadele, aynı zamanda demokratik bir mücadele de içermektedir. Doğanın metalaştırılmasına ve tahakküm altına alınmasına karşı direniş, özgürlük arayışının da bir parçasıdır. Gerçek barış, tüm canlıların bir arada özgürce var olabildiği bir dünyada yeşerebilir.