Kurdistan’da kadın ve doğa katliamına ilişkin yürütülen Gılgameş politikaları da esasında bu temeldedir. Bu politikaların boşa çıkartılması ve Ortadoğu’da devletçilik, kapitalizm, ekolojik yıkım ve kadına yönelik baskının sona ermesi, ancak demokratik ulus paradigması ve güçlü bir öz savunmanın inşasıyla mümkün olacaktır
Evrenin var oluş özünde kölelik ya da tahakkümün izi yoktur; doğayı ayakta tutan, özgürlüğün saf ve doğal uyumudur. Toplumsallığın başlangıcında insan, doğayla kutsallık ölçüleri temelinde bir ilişki kurarak onu anlamlandırmaya çalışmıştır.
Bugün yaşanan ekolojik ve toplumsal sorunların temelinde doğaya hükmetme ve insanın insanı tahakküm altına alma zihniyeti yer alıyor. İnsanın insana tahakkümü, erkeğin kadına tahakkümü olarak başladı. Erkek egemen zihniyet olarak tanımlanan bu korkunç güç zehirlenmesi, içerisine doğayı da alarak genişliyor. Evrendeki temel ilkelerden biri olan diyalektik varoluş ya da varoluşun diyalektiği, tam da bu noktada bir kopuşla karşı karşıya kalarak bozulmaya, aşınmaya başlıyor.
Foucault, “Doğa, bilgilerimiz ile yaşamımızın kaynağının aynı olmasını ister” der. Ancak yaşamın merkezine sadece kendisini koyarak doğaya anlam veren insan, doğayı da istediği gibi kullanmış ve talan etmiştir. Hiç kuşkusuz ki ekolojik her sorunun kaynağı tahakkümcü bu zihniyettir. Devlet, iktidar ya da hiyerarşi, adına her ne dersek diyelim, bu güç yapısı kadının, doğanın ve toplumun sömürüsü üzerine inşa edilmiş; böylece doğaya aykırı bir yaşam biçimi doğurarak ekolojik sorunların temel kaynağı haline gelmiştir.
İktidar, endüstriyalizmin kâr hırsıyla, doğayı acımasızca tüketir. Endüstriyalizm, yaşam ile doğa arasındaki bağı acımasızca kopararak ekolojik dengeyi alt üst eder. Kendi denetiminde olmayan her şeyi sanki doğadan ve kadından intikam alırcasına yok etmeyi kendine hedef edinir. Aşırı kâr mantığını temel alan endüstriyalizm, parçalanmayı ve tek tipleşmeyi körükler. Bir avuç tekel gücün çıkarları uğruna, milyonlarca yıllık evrimin mirası olan doğal kaynaklar hızla tüketilir. Petrol, orman, tarım, baraj ve maden politikaları, doğayı sadece kâr uğruna bir ölüm kalım savaşına sürükler.
Kapitalist modernite, çıkarları doğrultusunda doğanın kendi içinde anlam bütünlüğüne sahip olan dengesini alt üst etmektedir. İktidar, ormanların yakılması, ağaçların kesilmesi, nehirler üzerinde barajlar kurulması, maden işletmelerinin dağları delik deşik etmesi, tarım alanlarının yok edilmesi gibi birçok yöntemle Kurdistan doğasına işkence etmeye devam ediyor. Tüm bu pratikler bize yaşanan ekolojik sorunların aslında kendinden ortaya çıkmadığını göstermekte.
İnsan ve doğa arasında gelişen sözsüz anlaşmayı bozan bu pratikler, temelde kadın ve yaşamla doğrudan ilişkilidir. Kadın eksenli sistemde kadın ve doğa ilişkisi çok canlıdır. Bu, üretim biçimlerine de yansıyarak özgürlük anlayışını pekiştiren bir yerde durmaktadır. Kendini ağaçla, suyla, dağlarla özdeşleştiren kadın ve öncüsü olduğu toplum, özgürlük anlayışını farklılıkların bir arada yaşaması temelinde anlamlandırmıştır. Bugün kadın öncülüğünde doğanın talanına karşı geliştirilen tüm refleksler, kolektif bir hafızanın mirası olmakla birlikte, aynı zamanda kadın ve doğa diyalektiğinin kaçınılmaz sonucudur.
Ağacı yeryüzü ve gökyüzünün akışının köprüsü olarak gören, suyun hafızasına inanan, dağları direnişin kalesi olarak kabul eden ve toprağı işleyerek kavminin devamlılığını sağlayan kadınlar, erkek egemen zihniyetin sınır tanımaz vahşetinin saldırılarına maruz kalmaktadır. İktidarların ilk hedefi, kadınların Neolitik dönemden bu yana kutsal olarak anlamlandırdığı her şey olmaktadır. Toplumun anlam dünyasını ve bu anlam dünyası içerisindeki direniş kültürünü yok etmeyi hedefleyen erkek egemen sistem, tüm bu saldırı oklarını bilinçli bir şekilde kadın ve yaratımlarına çevirmektedir.
Ağaçları keserek, nehirleri deyim yerindeyse kelepçelemek suretiyle barajlara hapsederek, dağları maden arama adı altında delik deşik ederek ve bilinçli yangınlarla tarım alanlarını yok ederek kadın ve toplumdan intikam almaktadır. Kadın ve toplumun anlam dünyasında özgürlüğü çağrıştıracak her şeyi yine kadın ve toplumun gözleri önünde yok etmeye çalışması bunu kanıtlamaktadır. Kadın eksenli topluma yönelik bu saldırıların anlaşılır olması açısından bir kez daha altını çizmekte fayda var. İktidar çok iyi bilmektedir ki anlamı yok etmeyi başaramadığı sürece, direniş anlamın ırmağında yıkanarak yeniden yeşermeye devam edecek.
Buna en net örnek Gılgameş Destanı’dır. Gılgameş, mutlak iktidara ulaşma arzusuyla, tanrıça İştar’ın evlilik teklifini kibirle reddeder. Ancak sadece bu reddedişiyle kalmaz; İştar’ın birlikte yaşadığı rahibelerden biriyle iletişim kurar. İştar ile tapınaktaki rahibeler arasında kuşku tohumları ekmek isteyen Gılgameş, kadınlar arası birliği bozarak kendi iktidarını güçlendirir. Ardından, İştar’ın tapınağındaki bir rahibeyi Enkidu’yu baştan çıkarmak amacıyla kullanır. Enkidu’nun rahibeye tecavüz etmesi sonucu kutsal rahibelik kirletilir. Gılgameş, bu eylemle her şeyi yapabileceğine olan inancını daha da sağlamlaştırmış olur. İştar ile birlikte kadın birliğinin gücünü sarstığını bilen Gılgameş, sınır tanımayan bir güçle doğal toplumun temsili olan Humbaba’nın yaşadığı dağlara uzanır. Ormanın kutsallığını hiçe sayarak ağaçları, ihtişamlı sarayına malzeme yapmak için acımasızca talan eder. Bu hareket, doğaya yapılan ilk büyük tecavüzdür. Kadının düşürülmesinin ardından doğa da düşürülmüştür.
Kurdistan’da kadın ve doğa katliamına ilişkin yürütülen Gılgameş politikaları da esasında bu temeldedir. Bu politikaların boşa çıkartılması ve Ortadoğu’da devletçilik, kapitalizm, ekolojik yıkım ve kadına yönelik baskının sona ermesi, ancak demokratik ulus paradigması ve güçlü bir öz savunmanın inşasıyla mümkün olacaktır. Bu, aynı zamanda ekolojik yaşama zarar veren iki büyük unsur olan savaş ve sömürgeciliğin de son bulması anlamına gelmektedir.
Kadınlar olarak, güçlü bir toplumsal direnişi ördüğümüzde yalnızca ekoloji mücadelemiz değil, tüm direnişlerimiz daha sağlam kökler salacaktır. Elbette bu yolda yürüyebilmek için, ilişkilerimizde, düşüncelerimizde ve örgütlenme biçimlerimizde erkek egemen zihniyetin yarattığı yapıları sürekli olarak söküp atma çabasında olmalıyız. Çünkü kadınların örgütlü mücadelesi, ekolojik bir toplumun yeşermesinin tam merkezinde, kalbinin en derininde yer almaktadır.