Kürt Kadın Hareketi, “çifte ezilmişlik” (etnik ve cinsiyet temelli) perspektifiyle hem ulusal özgürlük hem de toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesini aynı potada birleştirmiş, 1990’lardan itibaren giderek gelişen öz örgütlenmeleri ile radikal bir yapıya kavuşmuştur
Tarih boyunca dünyanın farklı coğrafyalarında kadınlar, devrimci direniş hareketlerinin vazgeçilmez aktörleri olmuştur. Rus Devrimi’nde Bolşevik kadınların işçi grevlerini örgütlemesi, Çin Devrimi’nde köylü kadınların gerilla mücadelesine katılımı, Vietnam’da Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin hem cephede hem de lojistik alanda kadınların omuzlarında yükselmesi, bu etkin varlığın çarpıcı örneklerindendir. İspanya İç Savaşı’nda cumhuriyetçilerin saflarında savaşan kadın milisler “Milicianas” adıyla simgeleşmiş, Latin Amerika’da Sandinista (Nikaragua) ve Tupamaros (Uruguay) hareketlerinde de kadınlar, ideolojik formasyon ve örgütlenmede kritik roller üstlenmiştir. Afrika’daki bağımsızlık mücadelelerinden (Cezayir, Angola, Mozambik) Filistin, İran ve benzeri örneklere kadar kadınlar, devrimin sosyal dokusunu örmüş, moral ve motivasyon kaynaklarını diri tutmuştur.
Bütün bu deneyimlerde kadınlar, yalnızca “destek gücü” değil, ideolojik, diplomatik ve pratik alanlarda hayati görevler üstlenen kurucu unsurlar olarak öne çıkmıştır. Ancak bu çok yönlü katılım, egemen rejimlerin “önce kadınları vurun” sözüyle ifadesini bulan stratejik saldırılar düzenlemesine de yol açmıştır. Baskıcı yönetimler, kadınların aileden başlayarak toplumsal hafızayı ve direnişin ruhunu taşıdığı; genç kuşaklara devrimci bilinci aktardığı ve uluslararası desteği örgütlediği gerçeğinin farkındadır. Dolayısıyla kadınları hedef alarak, bir bütün olarak bu devrimci hareketleri uzun vadede çökertmeyi hedeflemiş ve bu amaçla kirli savaş politikalarını (işkenceler, infazlar ve faili meçhul bırakılan suikastlar) çok yönlü olarak hayata geçirmişlerdir.
Dolayısıyla kadınların, devrimci hareketlerde birden fazla boyutta öncü roller üstlenerek etkinlik göstermesi, kültürel ve ideolojik hafızanın taşıyıcısı konumunda olmaları ve toplumun politize olmasında oynadıkları roller hayati olmuştur. Dahası yalnızca cephe gerisinde değil cephenin öncülüğünde de üstlendikleri roller devrimci mücadelelerin kaderini belirleyebilmiştir. Bu bakımdan kadınların devrimci mücadelelerde üstlendikleri çok katmanlı roller, baskıcı ve ataerkil yapılar nezdinde “iki kat tehlike” algısı oluşturmuştur. Bir yandan mevcut siyasi otoriteyi, öte yandan patriyarkal düzeni sarsan kadınların sesi, genellikle suikastlar ve sistematik baskılarla susturulmaya çalışılmış; öncü kadınların katledilmesi, toplumsal direnişte psikolojik bir yıkım yaratma ve “hareketin belkemiğini kırmak” gibi bir ana amaç çerçevesinde gerçekleştirilmiştir.
Dünya kadın mücadelelerinin tarihsel bağlamları içinde en çarpıcı örneklerden biri Kürdistan’daki Kürt kadın hareketidir. Kürt kadınların hem cinsiyetlerinden hem de ulusal kimliklerinden ötürü yürüttükleri mücadele, olağanüstü zorlu koşullarda şekillenmiştir. Kadınların Kürt hareketi ve halkı üzerinde belirleyici ve dönüştürücü bir etkisi olmuş, halk mücadelesinin bir diğer adı kadın özgürleşme mücadelesi olmuştur. Ancak kadınların Kürt Özgürlük Hareketi içinde özneleşmesi; toplumsal cinsiyet rollerini devrimsel bir biçimde dönüştürmesi öyle kolay gerçekleşmemiştir. Kürt Özgürlük Hareketinde yeni ve mücadeleci bir kadın öznelliğinin oluşmasında Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın çok önemli ve ön açıcı bir rolü olmuştur. Kürt kadınların özgürlük arayışlarının gelişmesi, bir kadın kurtuluş ideolojisi perspektifinin oluşması ve siyasal alanda özneleşmeleri bizzat Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan’ın analizleri ve önerileri sonucu gerçekleşmiştir. Böylece ulusal kurtuluş mücadelesi dinamiği içinde doğan fakat günümüzde dünyanın en radikal ve örgütlü kadın hareketlerinden biri olarak kabul edilen Kürdistan Kadın Hareketinin, siyasal alandaki mücadelesi erk ve erkekliğe karşı bir meydan okumaya dönüşmüştür. Bin bir emek ve fedakarlıkla geçen Kürt kadınların özgürlük yolculuğunun ilk çıkışı 12 Eylül 1980 darbesiyle Diyarbakır cezaevinde zulümle sınanmıştır. Sakine Cansız ve yoldaşları Diyarbakır 5 No’lu Cezaevi’nde vahşi işkenceler karşısındaki kararlı tutumlarıyla bir direniş ahlakının temellerini atmışlardır. Bu direniş ahlakı günümüze kadar güçlenerek bir geleneğe dönüşmüş; Kürt kadınlar hem sömürgeci güçlerin şiddetine karşı hem de toplumsal kalıplara, aileye, cinsiyet rollerine ve içinde bulundukları siyasal zemindeki eril zihniyete karşı kesintisiz bir mücadele sergilemeye devam etmişlerdir. Dolayısıyla Kürt Kadın Hareketi, “çifte ezilmişlik” (etnik ve cinsiyet temelli) perspektifiyle hem ulusal özgürlük hem de toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesini aynı potada birleştirmiş, 1990’lardan itibaren giderek gelişen öz örgütlenmeleri ile radikal bir yapıya kavuşmuştur. Bu çerçevede sadece radikal ideolojik bir perspektifle sınırlı kalmamış ve bu ideolojiyi ete kemiğe büründürerek Rojava’daki kadın devriminde somutlaştırmıştır. Nitekim kadınların siyasi, toplumsal, diplomatik ve özsavunma alanlarında çok yönlü sergilediği irade, hem bölgede hem de uluslararası kamuoyunda büyük ilgi uyandırmıştır. Rojava’da kurulan demokratik özerk sistem ve kadın devrimi fikri, “Jin-Jiyan-Azadî” (Kadın-Yaşam-Özgürlük) sloganıyla tüm dünyaya ilham verir hale gelmiştir. Dolayısıyla bu modelin yaydığı özgürlükçü ve eşitlikçi anlayış, aynı zamanda “önce kadınları vurun” stratejisine uygun olarak sistematik saldırıları da beraberinde getirmiştir.
Bu temelde söz konusu kadın kırım saldırıları, 2013 yılından itibaren bir konsept çerçevesinde sistematik bir özel savaş stratejisi olarak hayat bulmuş ve günümüze kadar resmi bir devlet politikası olarak hayat bulmuştur. 9 Ocak 2013’te Paris’te gerçekleşen ilk katliam, PKK kurucularından Sakine Cansız, diplomatik çalışmalarda aktif olan Fidan Doğan ve genç kuşak temsilcisi Leyla Şaylemez’in büroda infaz edilmesiyle dünya gündemine oturmuştur. Bu katliam, Kürt kadınlara yönelik uluslararası boyuttaki saldırı konseptinin en önemli aşamalarından biri olmuş; o tarihten bu yana, özellikle “kadın öncüler” şahsında yürütülen suikastlar, infazlar aralıksız bir şekilde sürmüştür. Bakurê Kurdistan’da (Türkiye) 4 Ocak 2016’da Silopi’de Sêvê Demir, Pakize Nayır ve Fatma Uyar’ın katledilmesi, Rojava’da (Kuzey ve Doğu Suriye) Hevrîn Xelef, Jiyan Tolhildan, Aqîde Ana yine Zehra Berkel, Hebûn Mele Xelîl, Emîne Weysî gibi öncülerin hedef alınarak katledilmesi, Başûrê Kurdistan’da (Kuzey Irak) Nagihan Akarsel, Feryal Süleyman Xalid, Gulistan Tara ve Hêro Bahadîn gibi öncülerin katledilmesi, ve bir kez daha Fransa’da (Paris) kadın özgürlük yürüyüşünün öncülerinden Evîn Goyî ve arkadaşlarının 23 Aralık 2022’de katledilmesi 2013’ten bu yana “kadın kırımı ve Kürt soykırımı”nı amaçlayan bir devlet stratejisinin devrede olduğunu göstermektedir. Öncelikle 9 Ocak katliamıyla üç kadın öncünün aramızdan alınmasının tesadüfi olmadığını yaşadığımız sayısız tanıklıktan bildiğimizi belirtmek gerekir. Elbette bu katliamla ne amaçlandığı, gerçekleştiği yıldan itibaren çok yönlü bir biçimde tartışılmış ve hala tartışılmaya devam edilmektedir. Zira Kürt kadınların erke ve erkeklik ideolojisine meydan okuyuşu erkek faşizmi karşısındaki görünür mücadelesi giderek daha etkili olmaya başlamış ve devrimci bir sinerjiye dönüşmüştür. Bu hareketin dayandığı ideoloji bugün artık Latin Amerika’dan Avrupa’ya, Avrupa’dan Orta Doğu’nun en ücra köşesine kadar tartışılır ve kadınları etkiler hale gelmiştir. Bu bakımdan Kürt kadın hareketinin politik arka planı, kadın özgürlüğüne dair görüşleri ve yarattıkları somut gelişmeler oldukça dikkat çekmiş ve egemen tüm güçler gibi Türk devletinin de hedefine girmesine yol açmıştır. Bu bağlamda birkaç temel noktanın altını çizmekte fayda var;
Dönemin siyasal gelişmeleri ve atmosferi hatırlanırsa; bu saldırı ile öncelikle Kürt kadın hareketinin yarattığı örgütlü güç ve Sakine Cansız yoldaşın şahsında Kürt Özgürlük Hareketi’nin belleği, kurucu iradesi hedeflenmiştir. Zira Kürt kadın hareketi ya da kadınlar ilk süreçlerden itibaren Kürt Özgürlük Hareketi’nin can damarları ve emekçileri olmuştur. Hareketin kurduğu yeni ahlak, insan ilişkileri ve hak algısının baş mimarları olmuşlardır. Bu anlamda onların şahsında Kürt Özgürlük Hareketi içinde yaratılan bu yeni yaşam ve ahlak hedeflenmiştir. Zira Kürt kadın hareketi, bugün Türkiye’nin ve Orta Doğu’nun en önemli dönüştürücü gücü, AKP iktidarı karşısında ise en büyük devrimci enerjidir.
İkincisi; dünyanın her yerinde totaliter, faşist, cinsiyetçi iktidar ve liderlerin cinsiyetçi söylem ve politikalarının ilk hedefini dolaylı ya da direkt örgütlü kadın mücadelesi ve kadınlar oluşturmuştur. Dolayısıyla tüm savaş ve çatışma süreçlerinde faşist erkek zihniyeti ve eliyle kadınlar ve çocuklar başta olmak üzere sayısız suç işlenmiş olmasına rağmen katilleri gereğince uluslararası hukuk bağlamında cezalandırılmamıştır. Devlet merkezli milliyetçiliğin ürettiği iktidar ilişkilerinin yarattığı kadın katliamlarının açığa çıkarılması bir erkek adaletsizliğinin gereği olarak tarih boyunca engellenmiş ve sonucu ağır tahribatlar olmuştur. Örneğin Bosna Savaşı’nda da görüldüğü gibi, milliyetçi söylemlerle cinsiyetçi söylemler iç içe geçmiş ve bir anlamda kitlesel tecavüzlerle etnik temizlik hedeflenmiştir. Aynı faşist zihniyet Kürt kadın hareketine karşı da katmerli bir şekilde saldırılar sürmesine rağmen aynı şekilde bu katliamların üstünü örtmekte ve adaletin gerçekleşmesini engellemektedir. Üçüncü olarak; bu katliamların Kürdistan’da dolaysız bir biçimde süren kirli savaşın ve özel savaş yöntemleriyle direkt bağlantısı vardır. Zira kadınların Kürt Özgürlük Hareketi içinde her düzeyde irade ve karar gücü olarak var olmaları bugün Türkiye Cumhuriyeti’nin tüm cinsiyetçi modernite projesinin temelini sarsmaktadır. Bu bakımdan devlet kendini ancak bu kadınları, cezalandırarak, yok ederek yeniden inşa edebileceğini düşünmekte ve bu saldırıları günümüze kadar sürdürmektedir.
Açıktır ki, tüm bu politikaların bir sonucu ve parçası olarak Sakine Cansız, Fidan Doğan ve Leyla Şaylemez yoldaşların, özgürlük iradeleri teslim alınmaya çalışılmış ve onlar nezdinde bütün kadınlara mesaj gönderilmişti. Türk devleti de, Latin Amerikalı faşist general gibi “Önce Kadınları Vurun” şiarına sıkı sıkı sarılmış ve sarsılan iktidarını kadınları susturup, biat ettirerek sağlamaya çalışmıştır. Dolayısıyla Kürt kadın siyasetçiler katledilerek bütün Kürt kadınların sesi kısılmak istenmiştir. Elbette Sakine Cansız’ın verdiği mücadele bağlamında Kürt hareketinin verdiği mücadelenin yapısını anlamak bu kısa yazının ötesinde geniş yelpazede tartışılabilir. Fakat Sakine Cansız’ın şahsında, kendisinin bizzat yaratıcılarından biri olduğu, bizzat inandığı ve savunduğu Kürt hareketini, uğruna en zalimane ve barbar uygulamalara maruz kaldığı yaşam ve mücadele ilkelerini ve bunun sonucunda kazandığı değer ve anlamın hedeflendiğini belirtmek mümkündür. Kürt kadınlarının “uyanışında” simge olan Sakine Cansız yoldaş ve yol arkadaşlarının verdiği olağanüstü mücadelenin dünyaya yansımaları düşünüldüğünde sadece Kürt kadınları değil Türkiye, Orta Doğu ve dünyada kadın mücadelesine dair söyleyecek sözü olan tüm kadınların hedefleyen boyutların olduğunu da belirtmek mümkündür. Bu temelde Sakine Cansız yoldaş şahsında bu hareketin belleği hedeflenmiş, Fidan Doğan şahsında dünyadaki Kürt kadınların sesi hedeflenmiş, Leyla Şaylemez şahsında ise Kürt kadınların gençlik dinamizmi hedeflenmiştir. 9 Ocak katliamından sonra Evîn Goyi şahsında Kürt kadın hareketi bir kez daha Paris’te bir terör saldırısının hedefi oldu. Bu saldırı 23 Aralık 2022’de, 2013’te katledilen üç kadın arkadaşın onuncu anma haftasının hazırlıklarının yapıldığı sırada gerçekleşmiştir. 69 yaşında bir tetikçiye yaptırılan bu saldırı, önce Ahmet Kaya Kültür Merkezi önünde Evîn Goyi ve Abdurrahman Kızıl’ın, ardından Kürt restorandı önünde Mir Perwer’in katledilmesi ve ardından sokağın aşağısında bulunan bir Kürt berberin dükkanında da insanların yaralanması ile sonuçlanmıştır. Bu katliamda Kürt Kadın Hareketi’nin Fransa’daki temsilcisi Evîn Goyi’nin hedeflerden biri olması elbette tesadüfi değildi ve tam da 9 Ocak katliamında amaçlanan konseptin bir devamıdır.
Nitekim Kürdistani tüm kurumlar ve Kürt Kadın Hareketi olarak, tıpkı 9 Ocak’ta olduğu gibi gerçeklerin örtbas edilmemesi ve Fransa devletinin söz konusu saldırıyı ‘terör saldırısı’ olarak değerlendirip, bu katliamın emrini verenlerin açığa çıkartması için ilk günden itibaren bir mücadele verilmeye başlanmıştır. ‘On yıllık utanca son ver, devlet sırrını kaldır’ şiarı ile Paris katliamını aydınlatma çağrılarının yapıldığı bir haftada bu katliamın yapılmasında Fransa devletinin tabii ki sorumluluğu önemli bir yere sahiptir. Her şeyden önce bu katliam herkesin altını çizdiği gibi Fransa hükümeti eğer on yıl önceki katliamın gerçek sorumlularını yargılasaydı belki de bu şekilde gerçekleşmeyecekti. Eğer Fransa hükümeti ‘katil, ırkçı duygular ile cinayeti işledi’ diyerek bu katliamın üstünü örtmeye çalışırsa daha başka saldırılara da zemin hazırlayacak anlamına gelmektedir. Zira eğer on yıldır Kürt Kadın Hareketi’nin talep ettiği gibi Fransa hükümeti, yargı organlarının işlerini yapabilmesi ve 2013 katliamının emrini verenleri yargılayabilmesi için, istihbarat servislerinin elindeki bilgi ve belgeleri “devlet sırrını” kaldırıp dosya hakimi ile paylaşmış olsaydı farklı bir durum yaşanabilirdi. Dolayısıyla var olan birçok veri Fransa hükümetinin iki yüzlü politikalarının ve Türk devleti ile olan pragmatik ilişkilerinin bu katliamın gerçekleşmesinde etkili olduğunu ortaya koymaktadır. Ortada olan gerçek şu ki; Türk Devleti, kadınlara, özgürlük ve demokrasi için mücadele veren Kürt halkına karşı olan kirli savaşını Paris sokaklarına kadar yürütmektedir ve Fransa hükümeti bunun karşısında gereken tutumu net bir şekilde almamaktadır. Nitekim Türkiye İçişleri Bakanı Süleyman Soylu ‘Tayyip Erdoğan sadece Türkiye’de değil aynı zamanda tüm dünyadaki teröristleri temizleyecek’ diye açıkça bir itirafta da bulunmuştu. Bu nedenle Kürt Kadın Hareketi başta olmak üzere Kürt halkı mücadelesini çok yönlü bir şekilde sürdürmeye devam etmektedir.
Dolayısıyla Kürt kadın hareketi tarafından Kürdistan’daki tüm bu vahşi politikanın üretim merkezi olarak Türkiye’nin yargılanması talep edilmektedir. Son on iki yıldır IŞİD vahşetinin başta Suriye, Şengal, Rojava olmak üzere Türkiye ve Ortadoğu’da gerçekleştirdiği binlerce kadın katliamı, kırımı, kaçırma, satma, köleleştirme işkence, tecavüz, uygulamaları bizzat Erdoğan’ın cinsiyetçi söylemleri ve talimatları ile şekillenmekte ve pratiğe geçirilmektedir. Dolayısıyla AKP-MHP faşist rejiminin saldırılarının Türkiye ve Kürdistan’da giderek boyutlanması ve Avrupa’ya taşırılmasından hareketle Avrupa Kürt kadın hareketi Erdoğan’nın yargılanmasının yolunu açmak istemiş, Fransa hükümetinden gerçek katilleri ve katliam politikalarını yargılamasını istemekte ve uluslararası toplumun dikkatini bu konuya çekmeyi amaçlamaktadır. Zira yaşananların arka planında Türk devletinin soykırımcı politikalarından kaynağını alan ideolojik bir motivasyon ve oldukça bilinçli bir devlet politikası bulunmaktadır. Bugün Kürdistan’da yaşananlar tamda bu motivasyon kaynaklarından beslenmekte ve kendini sürekli yeniden üretmektedir.
Dolayısıyla Rosa’dan Sakinelere, Sakinelerden Sevelere, Sevelerden Nagehan, Evîn ve Gülistan’lara uzanan, devrime adanmış kadınların hayatlarına kastetmek egemen erkek stratejilerinin ve faşist devlet aklının, örgütlü ve direnen kadın mücadelesine karşı olan büyük korkusunu ifade etmektedir. Nitekim onlar direnmenin başlı başına muazzam bir tavır olduğunun, devrimci bir kadın gücü ve iradesi açığa çıkarmanın simgeleşmiş isimleridir. Onların şahsında; erkek egemen, cinsiyetçi faşizme karşı direnen tüm kadınlar hedeflenmiştir. Onların katledilişi, aynı zamanda kadın özgürlüğüne ve kadın kimliğine yapılmış bir saldırıdır. Onların şahsında ete kemiğe bürünmüş devrimci kadın kimliğinin kendisi hedeflenmiştir.
Sonuç olarak diyebiliriz ki 2013’teki Paris Katliamı’ndan beri “kadın öncüler” şahsında yürütülen saldırılar, Bakurê Kurdistan’dan Rojava ve Başûrê Kurdistan’a, oradan Avrupa’daki diasporaya kadar kesintisiz devam etmektedir. Ancak bu devrimci kadınların adım adım özgürlüğü işlediği sokaklarda şimdi miraslarını devralan binlerce Kürt kadını mücadeleye devam etmektedir. Tüm bu baskı, suikast ve katliamlara rağmen Kürt kadınları, “Jin-Jiyan-Azadî” sloganını evrenselleştirerek ve demokratik, eşitlikçi bir toplumsal modeli örerek direnmeye devam etmektedir. Faili açıkça bilinen cinayetlerde dahi Fransa’nın, Avrupa’nın veya diğer devletlerin sessizliği, yeni saldırıların önünü açsa da Kürt Kadın Hareketi adalet talebinden ve özgürlük mücadelesinden geri adım atmamaktadır. 21. yüzyılı “kadın yüzyılı” yapma iddiası, Paris’ten Rojava’ya; Silopi’den Süleymaniye’ye uzanan bir hat üzerinde, kadınların kararlı direnişiyle vücut bulmaktadır. Bu direniş, tarihsel ve evrensel bir örnek olarak varlığını sürdürmekte ve karanlığı aydınlatma iddiasını büyütmektedir.