Kuzey-Doğu Suriye’de tarihten bu yana egemenlerin planlarıyla karşı karşıya getirilen bütün kesimler kadın öncülüğünde inşa edilen demokratik bir çatı altında ortak bir yönetim oluşturmuş durumdadırlar. Bugün hem yok sayılan bir halkın ferdi olan hem de binlerce yıldır ezilen ulusun mensubu olan Kürt kadınları egemenlere meydan okuyorlar
Kürt Halk Önderi Sn. Öcalan’a karşı gerçekleştirilen Nato-Gladyonun planladığı uluslararası komplo; Sn. Öcalan’ın 9 Ekim 1998’de Suriye’den çıkarılmasıyla başlamış, 15 Şubat 1999 tarihinde korsanvari bir yöntemle Türkiye’ye teslim edilmesiyle başka bir aşamaya geçmiş ve o tarihten bu yana, 26 yıldır İmralı ada hapishanesinde tecrit altında tutulmasıyla kesintisiz bir biçimde devam etmektedir.
Uluslararası güçler Ortadoğu’da yeni bir dizayn peşindeyken, kendilerine risk olarak gördükleri Sn. Öcalan’ı hedef almış ve ardından esir alarak Türkiye’ye teslim etmiştir. Bu süreçte Türkiye’ye de gardiyan rolü verilmiştir. Uluslararası komployla amaçlanan Sn. Öcalan’ı etkisiz hale getirmek Kürt hareketini tasfiye ederek Ortadoğu’da yeni planlarını hayata geçirmekti. Bu ne Kürtler ne de ezilen halklar için ilk komplo değildi, bu bağlamda tarihsel olarak her dönem Kürtlere yönelik sayısız komplo gerçekleştirilmiştir. Birçok halkın mücadelesinde olduğu gibi Kürtlerin de önderleri, her defasında yargılamalarla yüz yüze kalmış, işkence görmüş, sürgün edilmiş, esir alınmış, katledilmiş ve mezarları bile halktan gizlenmiştir. Öndersiz kalan direnişler şiddetle bastırılmış ve aynı şekilde Kürtlerin de mücadelesi, özgürlük talepleri, hayalleri Ağrı Dağı’nın zirvesinde ‘metfundur’ denilmiştir. 9 Ekim 1998 tarihinde başlayan komplo süreci ile tarih Kürtler açısından tekerrür edilmek istenmiştir. Ancak Sn. Öcalan’ın da belirlediği gibi bu komplo Sn. Öcalan’ın şahsında sadece Kürtlere değil aynı zamanda Türklere de yapılmıştır. Bu yöntemle Kürt-Türk çelişkisi bir yüzyıl daha devam ettirilerek Kürt sorunu çözümsüz bırakılmaya çalışılmıştır. 3. Dünya Savaşı’nın merkezi haline gelen Ortadoğu’da uluslararası güçlerin çözüm odaklı tutum geliştirmektense sürekli çelişkileri derinleştirerek kendi hegemonyalarını devam ettirmeye çalıştığını görmekteyiz. Ancak Sn. Öcalan’ın kendi değerlendirmelerinde ifade ettiği gibi kendisi ve Kürt halkı direnciyle ‘yaşayarak’ komployu boşa çıkarmışlardır. Sonrasında da Sn. Öcalan bu süreç içerisinde İmralı hapishane koşullarında tutulmasına rağmen direnciyle ve geliştirdiği paradigmayla komployu defalarca boşa çıkarmıştır. Ancak bu kez de bunun karşısında uluslararası güçler ve Türk devleti, tecrit rejimiyle uluslararası komployu başarıya ulaştırmaya çalışmaktadırlar.
Sn. Öcalan’a Türkiye’ye teslim edildiği tarihten bu yana, 25 yıldır, kesintisiz tecrit uygulanmaktadır. Bu tecrit, ilk 10 yılda tek kişilik hücre olarak inşa edilen İmralı ada hapishanesinde tek kişilik tecrit şeklinde uygulanırken; 2009 yılında ek binaların inşa edilmesi ve başka tutsakların sevk edilmesiyle grup halinde uygulanmaya başlandı. Sn. Öcalan ve diğer tutsaklar hafta içi 23 saat, hafta sonu 24 saat olacak şekilde tek kişilik hücrede tutulmaya devam edilmektedirler. Dönem dönem avukat görüşü, aile görüşü ya da siyasi heyetler görüşmeleri gerçekleşse de tecridin hiçbir zaman ortadan kalktığı söylenemez. Türk devleti kendi Anayasasını, kanunlarını ve imzacısı olduğu uluslararası sözleşmeleri yok sayarak İmralı’ya özgü işkence rejimi uygulamaktadır. Türkiye hukukuna göre hapishanede olan her mahpusa verilen toplumla ve yakınlarıyla iletişim hakkı çeşitli bahanelerle sürekli engellenmektedir. Gelinen aşamada, keyfi disiplin cezaları ile Sn. Öcalan’ın toplumla bağı tamamen kesilmiş durumdadır. Son 43 aydır yani son yapılan ve yarıda kesilen 25 Mart 2021 tarihli telefon görüşmesinden sonra kendisinden ve İmralı’da bulunan diğer tutsaklardan hiçbir şekilde haber alınamamaktadır. Bunun hukuki açıdan bir garabet olduğu ve devletin tecriti bir işkence yöntemi olarak uyguladığı bunun da hem Türkiye iç hukukuna göre hem de uluslararası hukuka göre suç olduğu aşikardır ancak bu süreci sadece hukuki olarak değerlendirmek yetersiz kalacaktır.
Sn. Öcalan şahsında bütün bir topluma dayatılan tecrit rejimi Kürt sorunun imha, inkar ve asimilasyon politikasıyla yani savaş ve yıkımla çözülme iradesinin bir göstergesidir. Tecrit bir işkence rejimi olması yanında toplumun çözüm ve barış umudunun ortadan kaldırılmasıdır. Çok kısa bir süre olan 2013-2015 arasında, Sn. Öcalan’la yürütülen müzakere sürecinde toplumsal rahatlamanın etkilerini görmek mümkündü. Tecrit rejiminde azıcık gedik açılmış olması bile toplumsal olarak oluşturulan karşıtlığın, krizlerin azalmasını sağlamıştı. Ancak Sn. Öcalan’ın çözüm perspektifinin ve paradigmasının iktidarın alanını daraltması ve egemenlerin oluşturduğu hakim ideolojiyi sarsması nedeniyle 2014 MGK toplantısında çöktürme eylem planıyla tekrar savaş kararı alındı. Şu anda Türkiye cezaevlerinde 1980 Amed zindanını aratmayacak uygulamalar dayatılmakta, siyasi tutsaklar inceltilmiş işkence yöntemlerine maruz kalmakta ve her gün cezaevinden hasta tutsakların cenazeleri çıkmaktadır. Çözüm sürecinin bitirilmesiyle beraber Bakur Kürdistan’ındaki birçok şehir tüm dünyanın gözü önünde yerle bir edildi, yüzlerce insan sokak ortasında katledildi, bodrumlarda diri diri yakıldı, cenazeler sokak ortasında günlerce bekletildi, cenazelere işkence yapıldı, binlerce insan toprağını terk etmek zorunda kaldı. Her gün siyasi soykırım operasyonları gerçekleştirilerek toplumun bu tecrit ve savaş politikasına karşı itirazı bastırılmaya çalışılmaktadır. Darbe teşebbüsü bir lütuf olarak görülerek demokratik siyasete karşı saldırılar büyütüldü. Halkın seçmiş olduğu belediye başkanları tutuklandı ve onların yerlerine kayyım atanarak belediyeler gasp edildi. Belediyeler iktidarın özel harp merkezleri olarak kullanıldı, Kürt halkının dili, tarihi, kültürü hedef alınarak asimilasyon politikaları derinleştirildi. AKP/MHP savaş ittifakının sadece Bakur Kürdistan’ında değil dört parça Kürdistan’da hatta diasporada bu saldırıları hala devam ettirdiğini görüyoruz. Türk Devleti Rojava’da gerçekleştirdiği işgal saldırılarından ardından şimdi de KDP’nin de ortaklığıyla Başur Kürdistan’ı adım adım işgal etmektedir. Her ne kadar kamuoyuna resmî açıklamalarla farklı yansıtılmaya çalışılsa da AKP/MHP ittifakının emperyalist hayallerle topraklarını genişletmeye çalıştığı bilinen bir gerçektir.
Bu politikalar geliştirilirken ilk olarak kadınlar hedef alındı. Savaş kararı alınmasından ardından Muş/Varto’da katledilen Ekin Wan’ın cenazesinin çıplak bir biçimde teşhir edilmesi sonrasında gelecek saldırıların habercisi gibiydi. Devam eden süreçlerde kadınlar bir taraftan toplum içinde kışkırtılan erkeklerin hedefi haline geldi bir taraftan da bizzat devlet tarafından hedef alındı. Toplumsal öncülük yapan, mücadele eden kadınlar gözaltına alındı, tutuklandı ya da katledildi. Bu süreç içerisinde başta KJA olmak üzere onlarca kadın kurumu kapatılarak kadınların örgütlülüğü engellenmeye çalışıldı. Bunun yanında şiddete, tacize, tecavüze uğrayan kadınların başvuracağı güvenilir kurumlar da ortadan kalktığından kadınlara yönelik şiddet her geçen gün artmaktadır. Özel savaş politikalarıyla genç kadınlar üniformalı erkekler tarafında organize bir biçimde hedef alınarak fuhuşa ve ölüme sürüklendi. Afrin örneğinde olduğu gibi işgal ettiği Rojava topraklarında çeteler eliyle Kürt ve kadın düşmanı sistemin inşasını gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Yine Başur Kürdistan’ında işgal ettiği bölgelere IŞİD’vari çetelerin yerleştirildiği bilinen bir gerçektir. Derinleşen kriz ve savaşın en büyük etkileneni kadınlar olurken bir diğer taraftan göç yollarında büyük trajedilere şahitlik etmekteyiz. Yüzbinlerce insan göçe zorlanıp topraklarını terk ederken yollarda tacize, tecavüze uğruyor ve hayatını kaybediyor. Ülke bütçesinin tümünü savaşa ve ranta harcayan AKP/MHP iktidarı halk açlık ve sefaletle yüz yüze bırakıyor ve bu ekonomik krizin de en büyük faturası da kadınlara çıkarılıyor. Savaş ekonomik krizi büyütüyor, toplumda en çok yoksullaşan kadınlar oluyor, kadınlar yoksullaştıkça şiddet ortamından uzaklaşamıyor ve bu durumda kadına yönelik şiddet katmerleşerek artıyor.
Komplonun ilk gününden bu yana sadece Kürdistan ve Türkiye değil, Ortadoğu ve dünyadaki gelişmeler yakından izlendiğinde de komplonun etkileri çok net bir biçimde görülmektedir. Kapitalist modernite yapısal kriz içindeyken, hegemonik güçler 21. Yüzyılda da hakları, inançları, kimlikleri karşı karşıya getirerek sistemlerini ayakta tutma çabası içerisindedir. Bugün, Ortadoğu merkezli devam eden 3. Dünya savaşında ırksal, kimliksel ve mezhepsel çatışmalar çoklu bir biçimde derinleştirilmektedir. Uluslararası güçler kendileri bu savaşın fiili olarak içinde olmasalar da ideolojik olarak ve vekilleri eliyle yürütmeye devam etmektedirler. Gerçekleştirilen saldırıların merkezinde kadınların ve kadınların değerlerinin olması tesadüfî değildir. Tarihsel olarak ilk olarak kadın bizzat kurucusu olduğu toplumsallıktan koparılarak ‘ev’e hapsedilmiş, hakikatinden tecrit edilmiş, denetim altına alınmış ve erkeğin mülkü olarak kabul edilerek köleleştirilmiştir.
Süreç içerisinde kapitalist modernist sistem tarafından kadına ve topluma ait bütün değerler ters yüz edilmiş yine bu değerler topluma ve kadına karşı kullanılmaya başlanmıştır. Dünyanın tümünde ırkçılık, cinsiyetçilik, dincilik örgütlenirken savaşları derinleştiren hegemonik güçler ve yerel iktidarlar kendilerini bu esaslar üzerinden büyütürken halklara, kadınlara, emekçilere ölüm yoksulluk sefalet dayatılmaktadır. Bununla beraber kadınlara, haklara başka bir alternatifi olmadığı propagandası yapılmakta ve geliştirilen cinsiyetçilik, milliyetçilik ve dincilikle toplumsal rıza üretilmeye çalışılmaktadır. Sn. Öcalan çok önceden açığa çıkan bu tehlikeyi görmüş ve Demokratik Ulus Paradigması’yla çözüm yöntemi sunmuştur. Buna göre ezilen-ezen ilişkisi, ulus devletin tarihsel çözümlemesini yapmış ve çözümün de Demokratik Ulus Paradigması’nda olduğu tespitini yapmıştır. Bununla tabiri caizse ‘cin şişeden çıkmıştır. Sadece biz Kürtler değil bütün dünya halkları özellikle de kadınlar başka bir alternatifin olduğunu, dayatılan bu yaşama mecbur olmadığını görmüş durumdadır. Bütün Dünya’ya yayılan ‘Jin Jiyan Azadî’ sadece bir slogan değil yeni yaşamın alternatifidir.
Kuzey-Doğu Suriye’de tarihten bu yana egemenlerin planlarıyla karşı karşıya getirilen bütün kesimler kadın öncülüğünde inşa edilen demokratik bir çatı altında ortak bir yönetim oluşturmuş durumdadırlar. Bugün hem yok sayılan bir halkın ferdi olan hem de binlerce yıldır ezilen ulusun mensubu olan Kürt kadınları egemenlere meydan okuyorlar. Rojava’da Kürt kadınları öncülüğünde bir taraftan bütün dünyanın başına bela olan IŞİD barbarlığına karşı tarihi bir direniş sergilenirken bir diğer taraftan da dayatılan bu kadın düşmanı zihniyetine karşı Kadın Devrimi’ni gerçekleştirilmişlerdir. Kadınlara kader olarak dayatılan bu kölelik düzenine karşı Sn. Öcalan’ın geliştirmiş olduğu paradigma bütün dünya kadınlarına büyük bir umut olmuştur. Evin içinde bile yüksek olması makul görülmeyen kadın sesi dünyanın tümünde ‘Jin Jiyan Azadî’ sloganıyla yankılanıyor. Erkek egemen faşist rejimler kadınların bu direnişi ve kararlılığı karşısında çözümsüz kalıyor. Saldırıp ezmeye çalıştıkça, seslerini kısmaya çalıştıkça kadınlar dünyanın dört bir yanında sokakları, meydanları doldurarak yaşamın ve özgürlüğün çığlığını büyütüyor.
Bir süredir Kürdistan, Türkiye ve Diaspora’da ‘Öcalan’a Özgürlük Kürt Sorununa Demokratik Çözüm’ sloganıyla kampanya yürütülmektedir. Bu kampanyayla paneller, seminerler, okuma günleri, imza kampanyaları, yürüyüşler ve açıklamalar yapılmaktadır. Başta biz kadınlar olmak üzere, Sn. Öcalan’ın çözüm felsefesine inanan tüm dostlarımızla birlikte, bütün bir topluma dayatılan bu komplo ve tecrit rejimine karşı her alanda mücadele etme kararlılığımız Sn. Öcalan’ın fiziki özgürlüğü sağlanana dek devam edecektir. Çünkü biliyoruz ki Sn. Öcalan Kürt sorunun çözümünde başaktördür, fikirleri sadece Kürtlerin değil bütün dünya haklarının çözüm umududur.