Kadınla doğru bir iletişim kurabilmek, ona eşit bir birey olarak yaklaşmak, toplumsal cinsiyet eşitliği ve hakları konusunda derin bir bilince sahip olmayı gerektiriyor. Bir sosyalist, kadınların sesini ve özgürlüğünü ne kadar sahiplenirse, aslında toplumun diğer ezilen kesimlerinin de özgürleşmesinin yolunu o kadar açmış olur
Abdullah Öcalan, yaptığı tarihi Barış ve Demokratik Toplum Çağrısı’ndan sonra, 8 Mart için de kadın özgürlüğünün toplumsal dönüşümdeki kritik rolünü vurgulayan ve derinlikli bir bakış açısı sunan tarihi bir mesaj göndermiştir. Bu mesaj, sadece bir kutlama değil, aynı zamanda kadınların tarih boyunca verdikleri mücadeleye, günümüzdeki sorunlara ve gelecekteki hedeflere dair kapsamlı bir değerlendirmedir. Dahası, biz Kürt kadınlar için de bir uyanış, eylem çağrısı ve özgürlük manifestosu niteliğindedir. Dolayısıyla, ‘Xwebun’ (kendi olma) arayışında olan Kürt kadınlar, bu mesajı; kendi yaşamlarını, örgütlenmelerini, eğitimlerini ve toplumsal adalet mücadelesini daha da güçlendirmek için bir ilham kaynağı olarak görmelidir. Bu yüzden, mesajın tartışılması, anlaşılması, içselleştirilmesi ve pratikleştirilmesi bir gerekliliktir.
‘’Erkek egemen toplum yapısı kadınlar için birçok sorun yaratıyor. Şiddet var, sömürü var, ensest var, tecavüz var, kızlar öldürülmeye açık.’’
Kadınlar, hâlâ erkek egemen zihniyetin gölgesinde, sesleri kısılmakta, yok sayılmakta, tecavüz edilmekte, namus ile aşk adı altında katledilmekte ve kader adı verilen bir prangaya mahkûm edilmektedir. Kadının bu şekilde düşürülmesi, yalnızca birkaç yüzyıllık bir mesele değildir. Bu, binlerce yıl öncesine uzanan bir çöküş sürecidir. Kadının tarih boyunca nasıl sistematik olarak bastırıldığının, sömürüldüğünün ve iradesinin, özgürlüğünün yok sayıldığının anlaşılması, ancak Abdullah Öcalan’ın geliştirdiği dört katmanlı kadın kurtuluş ideolojisinin öğretilerinin açığa çıkarılması ile mümkündür.
Mesajda belirtilen ana kadın kültürü/tanrıça çağı (M.Ö. 10.000 ile 4000), Sümerlerde Ninhursag, Babil’de Gula (Bau) ve Yukarı Mezopotamya’da Star (Sterk) gibi tanrıçaların tek başına, gücünün doruğunda olduğu birinci katmandır. Kadının toplumsal yaşamın başat öznesi olduğu bu dönemde, eşitlikçi, özgürlükçü ve hakikate dayalı bir yaşam temelinde tahakkümün olmadığı, herkesin söz sahibi olduğu ahlaki-politik bir toplum inşa edilmişti. Doğadaki her şeyi canlı ve kutsal kabul eden animizm, hâkim inanç sistemiydi ve doğayla uyum en yüksek seviyedeydi.
İkinci katman olan kadının düşüş süreci (M.Ö. 4000–2000); erkek egemen sistemin kurumsallaşmaya ve kadın köleliğinin inşa edilme sürecinin başladığı dönemdir. Özgür kadın kimliğinin imgesi olan tanrıçalık rolünün azalması ve kadının ürettiği değerlerin gaspı bu süreçte gerçekleşmiştir. Sümer mitolojisinde, erkek tanrı Enki’nin bilgelik tanrıçası İnanna’nın toplumsal adalet, bereket, hukuk ve sanatı temsil eden 104 “Me”sini (bilgelik öğretileri) çalması, bu süreci tasvir eden en belirgin mitolojik simgedir. Yine Antik Mezopotamya mitolojisinin temel taşlarından olan Babil yaratılış destanında betimlenen, erkek tanrı Marduk’un ana tanrıça Tiamat’ayı öldürmesiyle tanrılar kralı olarak kabul edilmesi söylencesi, özünde, erkek egemen toplumun yükselişinin ve kadınların rollerinin azalmasını yansımaktadır ki Abdullah Öcalan, ‘’Babil destanı kadının köleleştirilme destanıdır’’ diyerek bu tespiti açıkça yapmıştır.
Üçüncü katman, ana kadın kültürünün yok edilmesinden günümüze kadar süren ve kadınların yok sayıldığı, bastırıldığı ve özgürlüklerinin gasp edildiği erkek egemen toplum sürecidir. Mitanniler ve Mısırlılar tarafından, ilk zamanlarda saraylarda konumlandırılan kadın, günümüze doğru artık ev kadını haline getirilmiştir. Süreç boyunca, kadın tarihi ve kültürü toplumsal hafızadan silinmeye çalışılmış; kadının köleleştirildiği, sömürüldüğü ve nesneleştirildiği cinsiyetçi bir toplum inşa edilmiştir. Abdullah Öcalan’ın kadınların yaşadığı baskıları ve toplumda kadına biçilen rolü anlatmak için değindiği Sati kültürü ve geleneği, kadının nasıl bir nesne haline getirildiğinin en çarpıcı örneklerinden biridir. Hindistan’dan köken alan bu gelenekte, kadın, kocası öldüğünde onunla birlikte diri diri yakılmak zorundadır. Kadının, toplumsal değerler ve normlar gereği erkekle özdeşleştirilerek, onunla birlikte hayatını kaybetmesinin zorunlu tutulması, kadının “özgürlüğünü” tamamen ortadan kaldıran bir uygulamadır.
Sati kültürü Hindistan dışında da benzer toplumsal cinsiyet normları ve geleneklerle şekillenmiştir. Mezopotamya, Mısır, Antik Yunan ve Roma İmparatorluğu gibi eski toplumlarda da benzer şekilde, kadınlar toplumda “erkeklerinin” bir parçası olarak kabul edilip, bu şekilde varlıkları sınırlanmıştır. Kadınların kocalarının ölümünden sonra, genellikle toplumsal bir görev gibi görülerek, bazen cenaze törenlerinde onlarla birlikte öldürülmesi istenmiştir. Kadın, bu toplumlar için sadece bir “eş” ya da “kadın” değil, “erkek”in bir uzantısı olarak algılanmış; dolayısıyla kocasının ölümüyle birlikte, onunla birlikte hayatını yitirmesi de toplumsal bir beklenti haline gelmiştir. Bu bakış açısı, kadınların sadece biyolojik ve toplumsal rollerinin dışında, bir “varlık” olarak kabul edilmemesi gerektiği anlayışına dayanır. Kadınlar, toplumda tam anlamıyla kendi kimliklerine sahip, özgür bireyler olarak görülmez; genellikle toplumun “sahiplenmesi” ve “kurallarına uyması gereken” bir varlık olarak kalırlar.
‘’Yarın öbür gün çocuklar öldürüldüğünde ne yapacaksınız?’’
Bugün yeniden inşa edilmek istenen, kadınların erkek egemen zihniyetin tüm kalıplarını aştığı özgür kadın kültürü, kadın kurtuluş ideolojisinin dördüncü katmanıdır. Kadınların patriyarkal toplumlar tarafından her türlü şiddete uğradığı ve silik, edilgen bir varlık olarak kabul edildiği bu dönemde, en büyük devrim, bir kadının özgürce var olabilmesidir. Kadın özgürlüğü, bir ütopya değildir; mümkündür ve demokratik toplumun Rönesans’ıdır. Nasıl ki Orta Çağ karanlığından çıkışı simgeleyen bir Rönesans yaşandıysa, bugün kadınların verdiği özgürlük mücadelesi de insanlığın yeniden doğuşunun habercisidir.
Kadın sorunu, toplumsal yapının her alanında – ailede, iş yerinde, eğitimde, hatta devlet politikalarında – kadınların maruz kaldığı şiddet, ayrımcılık ve dışlanmışlıkla iç içe geçmiş bir sorundur. Kadınlar, sadece etnik kimliklerinden dolayı değil, aynı zamanda cinsiyetlerinden dolayı da ezilirler. Yani, kadınlar sadece belirli bir halkın değil, tüm toplumsal yapının ezilen ve yok sayılan kesimidir. Bu yüzden, kadın sorununun çözülmesi, bir toplumun tüm yönlerinin demokratikleşmesinin temelidir. Abdullah Öcalan, bu noktada, “Kadın sorunu, Kürt sorunundan daha derin bir sorundur.” diyerek kadınların yaşadığı baskıların ve toplumsal eşitsizliklerin, sadece bir halkın özgürlüğüyle sınırlı kalmayan, çok daha kapsamlı bir yapısal sorunun parçası olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyor.
Öcalan, kadın özgürlüğünü, toplumsal yapının tüm eşitsizliklerinin ve hiyerarşilerinin kaldırılmasının yolu olarak kabul eder ve Kürt özgürlüğü mücadelesinin içinde kadın özgürlüğünü, halk özgürlüğünün ayrılmaz bir parçası olarak görür. Bu yüzden, “Biz bunun daha küçük bir başlangıcını yaptık” diyerek, Kürt özgürlük mücadelesinin bu sorunun çözümünde başlangıç noktası oluşturmakla birlikte, kadının özgürleşmesinin ve toplumsal eşitliğin sağlanmasının, daha büyük ve kapsamlı bir dönüşüm süreci gerektirdiğini vurgulamıştır. Mesajındaki en önemli vurgulardan bir tanesi de kadın özgürlüğünün, sosyalizmin ve demokrasinin temel şartı olduğu gerçeğidir. Nitekim sosyalizm ile ilk sınavının kadınlarla nasıl konuşacağını bilmek olduğunu belirtmiştir. Bu fikir, sadece teorik anlamda değil, aynı zamanda pratikte de toplumsal eşitsizliklere karşı mücadele etme kapasitesinin bir göstergesidir. Çünkü bir sosyalist, kadınların yaşadığı baskıları, maruz kaldıkları ayrımcılığı anlamalı ve bu doğrultuda hem kendini hem de toplumu dönüştürme çabasında olmalıdır. Öcalan, bu cümleyle kadınların sesini duyurmanın ve onların özgürlüğüne saygı göstermenin, bir sosyalistin temel bir sorumluluğu olduğunu ifade ediyor. Kadınların eşitliği, sadece bir hak meselesi değil, aynı zamanda özgürleşmiş bir toplumun inşa edilmesinin ilk adımıdır.
Kadınla doğru bir iletişim kurabilmek, ona eşit bir birey olarak yaklaşmak, toplumsal cinsiyet eşitliği ve hakları konusunda derin bir bilince sahip olmayı gerektiriyor. Bir sosyalist, kadınların sesini ve özgürlüğünü ne kadar sahiplenirse, aslında toplumun diğer ezilen kesimlerinin de özgürleşmesinin yolunu o kadar açmış olur. Çünkü kadınların özgürleşmesi, toplumsal eşitliğin, gerçek anlamda sosyalizmin inşa edilmesinin temel taşlarından biridir. Eğer bir erkek, kadınla eşit ve özgür bir şekilde konuşamıyorsa, onun toplumsal eşitlik ve özgürlük adına doğru bir perspektife sahip olması mümkün değildir. Kadınlarla kurulan her sağlıklı ve eşitlikçi ilişki, sosyalist düşüncenin temellerinin güçlenmesine katkı sağlar. Bu, toplumsal dönüşümün ilk adımıdır.
Kadın özgürlüğü, yalnızca bir hak mücadelesi değil, aynı zamanda aşkın da özgürleşmesidir. Öcalan, mesajında, aşk adı altında kadınların nasıl köleleştirildiğini ve bunun bir şiddet döngüsüne dönüştüğü açıkça belirtiyor. Bu nedenle, kadınları aşkın saf hali olan Mem û Zîn ve Derweşê Evdî aşkıyla selamlıyor ve bu selamla aslında bize düşündüğümüzden çok daha fazlasını anlatıyor. Çünkü Mem ile Zîn’in aşkı, yalnızca iki insanın birbirine duyduğu bir bağlılık değil, toplumsal özgürlüğün bir metaforudur. Mem, aşkı için mücadele edendir ama erkek egemen iktidar, bu aşkı öldürmek için elinden geleni yapandır. Mem’in ölümü, sadece bireysel bir trajedi değil, kadın-erkek ilişkilerinin nasıl baskı altında tutulduğunu gösteren bir politik gerçektir. Benzer şekilde Derweşê Evdî’nin hikayesi, kadının toplum içindeki değerini ve onun uğruna verilen mücadeleyi anlatır. Derwêşê Evdî, Kürt halkının özgürlük, aşk ve direniş sembolüdür. Öcalan, Derwêşê Evdî’nin aşkını ve mücadelesini büyük bir direniş olarak tanımlar. Onun aşkı, sadece bir duygu değil, özgürlüğün simgesidir. Öcalan, Derwêşê Evdî ile birlikte düşmana karşı savaşmayı, onunla omuz omuza durmayı arzuladığını belirtir. Bu aşk, sadece bir kadına duyulan sevda değil, halkın özgürlük arayışının ta kendisidir.
Kadınlar, özgürlük mücadelesinde ön saflarda yer almalı, kendilerini sadece bir eş ya da anne olarak değil, toplumu dönüştüren, geleceği şekillendiren bireyler olarak tanımalıdır. Mem û Zîn ve Derwêşê Evdî, bu mücadelenin en güçlü sembolleridir. Aşk, onların içinde özgürlüğün ve direnişin özüdür. Bu aşkı sahiplenen, toplumun gerçek anlamda özgürleşmesine katkı sağlayacaktır. Ancak Öcalan’ın dediği gibi, bu mücadele henüz sadece yüzde onu ile yürütülüyor. Dolayısıyla, biz kadınların her günü mücadele günü olan 8 Mart’a dönüştürmesi ve İnanna’nın çalınan bilgeliğini geri almak için verdiği mücadeleyi büyütmesi gerekmektedir. Artık, kadınlar için rönesans başlamıştır. Ve bu rönesans, geri dönülmez bir özgürlük yoludur!