Türkiye’de son on yılda kadına yönelik şiddet, taciz ve tecavüz vakalarında yaşanan artış, savaş politikalarıyla doğrudan ilişkilidir. Milliyetçiliğin yükseldiği her tarihsel kesitte, erkekliğin militarize edildiği; kadınların ise bu düzenin hem simgesel hem fiziksel şiddetine maruz kaldığı bir gerçekliktir
Toplumsal inşanın önemli bir eşiğindeyiz. Barış ve demokratik toplum çağrısının “fesih” ve “güvenlik” merkezli bir siyasal stratejinin çok ötesine geçtiğini, her gün yeniden ve derinlemesine idrak ediyoruz. Bu çağrı, yalnızca bir çatışmasızlık süreci önerisi değil, aynı zamanda demokratik bir toplumun inşasına yönelik tarihsel bir davettir. Tekçi, otoriter ve ulus-devletçi zihniyetin yüz yılı aşan süre boyunca birçok toplumsal kesimi ötekileştirmesi, dışlaması ve yok sayması; mevcut sorunları daha da derinleştirmiştir. Bu yapısal kriz, artık sadece bir siyasal rejim sorunu değil, aynı zamanda bir toplumsal yaşam biçimi ve ahlaki değerler sistemi sorunudur.
Yüz yıllık inkâr ve imha siyaseti başta Kürt halkı olmak üzere, kadınları, gençleri, inanç gruplarını ve emekçileri hedef almıştır. Devlet aklının güvenlikçi paradigmaya sıkı sıkıya tutunması ve bu yaklaşımın sağ-milliyetçi, erkek egemen ideolojiyle birleşmesi, Türkiye toplumunu derin bir cinsiyetçi kurumsallaşmayla karşı karşıya bırakmıştır. Bu nedenle değişim ve inşa süreci, yalnızca politik bir reform değil; toplumsal yapının her anlamda demokratikleşmesi ve yeniden kurgulanmasıdır. Medya dilinin şiddet üretmeyen, dışlayıcı olmayan bir zemine evrilmesi, eğitim müfredatında toplumsal cinsiyet eşitliğinin yer bulması, gündelik dilde ve sokakta cinsiyetçi söylemlerin tasfiye edilmesi bu sürecin temel bileşenleridir.
Bu noktada Kürt özgürlük mücadelesinin en ayırt edici özelliği, kadın özgürlük mücadelesini bir yan alan olarak değil, doğrudan mücadelenin kurucu unsuru olarak görmesidir. Tarih boyunca birçok ulusal kurtuluş hareketi kadınları sadece destekleyici konumda görmüş; devrimlerden sonra ise kadınların özgürlük taleplerini ötelenmiş, görünmez kılmıştır. Oysa kadınlar, tarihsel olarak toplumsal dönüşüm süreçlerinin asli öznesi olmuş, değişim ve yeniden inşa dönemlerinde öncü roller üstlenmiştir. Bugün dünya deneyimlerinden de biliyoruz ki kalıcı barış, ancak kadınların öncülüğü ve aktif katılımıyla mümkündür.
Savaş ve çatışma süreçlerinde kadınların militarist özel savaş politikalarının hedefi hâline gelmesi, erkek egemen tahakküm ilişkilerinin toplumsal zeminde kökleşmesine neden olmaktadır. Türkiye’de son on yılda kadına yönelik şiddet, taciz ve tecavüz vakalarında yaşanan artış, savaş politikalarıyla doğrudan ilişkilidir. Milliyetçiliğin yükseldiği her tarihsel kesitte, erkekliğin militarize edildiği; kadınların ise bu düzenin hem simgesel hem fiziksel şiddetine maruz kaldığı bir gerçekliktir.
İmralı Heyeti’nin 18 Mayıs 2025 tarihli açıklamasında yer alan şu ifadeler, bu sürecin esas çerçevesini ortaya koymaktadır:
“Kardeşlik hukuku üzerinde yeni bir sözleşmeye ihtiyaç var. Yaptığımız şeyler büyük bir paradigma değişikliğini ifade ediyor. Türk-Kürt ilişkisinin mahiyeti bambaşkadır; bozulan şey kardeş ilişkisidir. Bu ilişkiyi bozan tuzakları, mayınları tek tek temizliyoruz; bozulan yolları, köprüleri onarıyoruz.”
Bu ifadeler, yalnızca teknik bir barış çağrısına değil, aynı zamanda ahlaki, toplumsal ve siyasal düzeyde kapsamlı bir demokratik inşa sürecine işaret etmektedir. Abdullah Öcalan’ın yaklaşımında “değişim”, sadece bir dönüşüm değil; aynı zamanda “onarma”, “yeniden kurma” ve “yeni bir toplumsal sözleşme inşa etme” eylemlerinin bütünüdür. Bu yaklaşım, özellikle kadın özgürlük paradigmasıyla birlikte düşünüldüğünde, çok daha güçlü ve kalıcı bir demokratik inşa perspektifi sunmaktadır. Kadın mücadelesi, bu paradigmanın hem taşıyıcısı hem dönüştürücü gücüdür.
İmralı’da yapılan aile ve heyet görüşmelerinde de bu yaklaşımın izlerine rastlamak mümkündür. Yer yer Narin Güran gibi somut olaylar üzerinden dile getirilen değerlendirmeler, aslında bu çatışmalı sürecin yarattığı yapısal yıkımı, katliamları ve tecavüz kültürünü ifşa etmektedir. Barış antlaşmaları yapılabilir, ancak asıl olan barışın toplumsal düzeyde inşa edilmesidir. Savaşların inşa ettiği erkeklik ve tecavüz kültürünün dönüştürülmesi, barışın kalıcılığı için elzemdir.
Her inşa süreci aynı zamanda bir eğitim sürecidir. Yalnızca kurumları değil, zihinleri, dilleri ve ilişkileri dönüştürmeyi hedefler. Kadınlar, tarihsel olarak en hızlı ortaklaşma zemini kurabilen toplumsal özne olmuşlardır. Erkek egemen, cinsiyetçi yaklaşımlara karşı dayanışma kurmak, yan yana durmak kadınlar için tarihsel bir deneyimdir. Çünkü kadın düşmanlığı, tüm farklılıklarımıza rağmen bizi ortak hedef hâline getirir. Bu nedenle, bugün yeniden inşa edilmeye çalışılan kardeşlik, eşitlik ve özgürlük zemininde kadınların sesi, fikri ve emeği en belirleyici unsurlardan biridir.
Bu tarihsel kavşakta, zıt kutupların yan yana geldiği, imkânsız denilen temasların kurulduğu anlara tanıklık ettik. Bu süreçte karma siyasette gözle görülür gelişmeler yaşanırken, kadınlar sessiz ve derinlikli bir biçimde inşa ve değişim sürecini tartışıyorlardı. Erkek egemen siyasal dilin sadece parlamento değil, sokaktaki kadınlar üzerinde de etkili olduğunu bilen bir bilinçle hareket ediyorlardı.
Dem Parti Kadın Meclisi’nin yürüttüğü mücadele, bu anlamda popüler siyaset anlayışının çok ötesinde; kadın eksenli bir toplumsal dönüşüm arayışıdır. Parlamento ile sokak, medya ile akademi, sendika ile ev içi emeği bir araya getiren bu mücadele, cinsiyetçi politikaların nasıl geriletileceği sorusuna kolektif cevaplar üretmektedir. Onarım ve inşa süreci, sadece fiziksel yaraların sarılması değil; aynı zamanda kadınların değişim ve dönüşüm sürecine öncülük etmesiyle anlam kazanacaktır.
Bugün, onarma, değişim ve inşa sürecini kadın özgürlüğü ve yoldaşlığıyla örmenin zamanıdır. Aksi hâlde, geride bırakılan her barış süreci gibi bu süreç de eksik, bu yoldaşlık da yetersiz kalır. Oysa ki kadın özgürlük mücadelesi, bu tarihsel eşiği aşacak güç, birikim ve vizyona sahiptir.