İnsanlık tarihi, normlara, yerleşik değerlere, kutsal sayılanlara karşı kurulu düzeni sorgulama cesareti gösterenler sayesinde ilerleme sağlar. Kadınların bu mücadeledeki rolü ise yadsınamaz bir gerçekliktir
“Patriyarka” kelimesinin kökeni Latinceden gelmekte olup “baba yönetimi” anlamını taşır. Ancak bu, sadece bir kelime değil; yaşamın her alanında erkeklerin üstün tutulduğu bir toplumsal yapıyı anlatır. Bu yapı, erkeklerin ailede, toplumda, iş hayatında ve politikada üstün olduğu, toplumsal cinsiyet rollerinin erkeklerin lehine şekillendirildiği bir sistemdir. Patriyarkal toplum yapıları, kadına yönelik her türlü şiddetin kök salıp beslendiği, şiddetin temelde meşrulaştırıldığı zeminlerdir.
Şiddet, fizikselden psikolojik ve ekonomik şiddete kadar pek çok biçimde tezahür eder. Ancak şiddetin kime uygulandığı, bu şiddeti kimlerin meşrulaştırdığı doğrudan politik bir sorundur. Erkek şiddetinin dinamikleri; devlet ideolojisi, iktidar ilişkileri, toplumsal cinsiyet normları ve sosyal, ekonomik eşitsizliklerle doğrudan bağlantılıdır. Kadına yönelik bu tarihsel ve karmaşık şiddet problemine karşı, kadınların mücadelesi ise cesur ve kararlıdır.
Birleşmiş Milletler, 1999 yılında Dominik Cumhuriyeti’nde Rafael Trujillo’nun askeri diktatörlüğüne karşı mücadele ettikleri için işkenceyle öldürülen Mirabal Kız Kardeşler’in anısına 25 Kasım’ı “Uluslararası Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele Günü” olarak ilan etti. 1960’ta tecavüz edilip katledilen bu üç kız kardeş kadına yönelik şiddetin ve siyasi baskıların iç içe geçtiği, baskıcı rejimlerin kadınlar üzerindeki şiddetini sembolize eden güçlü bir simgesi haline geldi. Mirabal Kardeşler’in yaşamı, kadın mücadelesinin tarihine direnişin ve cesaretin örneği olarak kazındı ve bu tarihsel olayın hatırlanması, kadına yönelik şiddetin yalnızca toplumsal değil, aynı zamanda politik bir mesele olduğunun altını çizmektedir.
25 Kasım, kadına yönelik şiddetle mücadelenin simgesi olmanın ötesinde, kadınların kendilerine yönelen şiddete karşı verdiği toplu direnişi temsil eder. Bu mücadele, kümülatif olarak dünya kadınlarının bir araya gelerek egemen devletleri “bir günde” hizaya getirdiği bir iradeyi gösterir. Son zamanlarda, özellikle Ortadoğu’da kadınlar baskıya ve kıyıma karşı daha güçlü bir tavır sergilemektedir. İran’da Mahsa Amini’nin katledilmesinin ardından oluşan toplumsal tepki, kadınların egemen güce karşı direnişinin devam ettiğini gözler önüne seriyor. Geçtiğimiz haftalarda İran’da, İranla bir genç̧ kadın, başörtüsünü yanlış taktığı için güvenlik görevlileri tarafından fiziksel tacize uğrayınca üniversite kampüsünde uygulanan katı kıyafet yönetmeliğini protesto etmek için yarı çıplak soyunarak kampüsün kapısında beklediği ve kısa bir süre içinde gözaltına alındığı bilgisini okuduk. Yine okuduğumuz bilgilere göre, genç̧ kadın İran hükümeti tarafından ‘akıl hastası’ ilan edilerek sağlık merkezine yatırıldı. Protestoculara ve zorunlu başörtüsüne karşı çıkan kadınlara “akıl hastası” damgası vurulması, İran rejiminin uzun süredir uyguladığı bir yöntem. Kadınlar, bu protestoların onları hapiste yıllarca tutabileceğini, akıl hastası ilan edilmelerine veya canlarına kastedilmesine yol açabileceğini bilmesine rağmen, erkek şiddetini ve baskıcı uygulamaları protesto etmekten korkmuyor.
Diğer taraftan kadına yönelik şiddet, yalnızca belirli bölgelere veya gelişmemiş devletlere has bir sorun da değildir; aksine, en gelişmiş ve demokratik toplumlarda bile bu acı gerçeğin izleri görülmektedir. Örneğin, Avrupa Birliği Temel Haklar Ajansı’nın yaptığı araştırmalara göre, AB ülkelerinde her üç kadından biri yaşamı boyunca fiziksel ya da cinsel şiddete maruz kalıyor. ABD’de ise Ulusal İstatistik Merkezi’nin verilerine göre her yıl yaklaşık 12 milyon kadın fiziksel istismara uğruyor ve partner kaynaklı cinayetlerde öldürülen kadın sayısı tüm cinayet kurbanlarının yüzde 40’ını oluşturuyor. Ekonomik açıdan güçlü, sosyal olarak gelişmiş olarak görülen toplumlarda bile kadınların hak ettikleri güvenliğe ve saygıya erişememesi, kadına yönelik şiddetin sınırları aşan, evrensel bir mesele olduğunu gösteriyor. Bu küresel “erkeklik krizi” her coğrafyada ve her dönemde, kadınların hayatlarına ve özgürlüklerine doğrudan bir tehdit olmaya devam ediyor.
İnsanlık tarihi, normlara, yerleşik değerlere, kutsal sayılanlara karşı kurulu düzeni sorgulama cesareti gösterenler sayesinde ilerleme sağlar. Kadınların bu mücadeledeki rolü ise yadsınamaz bir gerçekliktir. Erkek şiddetinin hayatın her alanına farklı biçimlerde nüfuz eden varlığı, kadınların mücadelesini hayatta kalma mücadelesine dönüştürmüştür. Erkek egemen anlayış kadınların giydiği kıyafetten, gece kaça kadar dışarıda kalacağına, kahkahasından, kiminle evleneceğine, sosyal yaşamda serbestçe hareket etme haklarına kadar birçok alanda baskıcı tavırlar sergileyerek onları köle gibi görmeye devam etse de kadınlar, bu adaletsiz düzene karşı mücadeleyi sürdürüyor ve ilerlemeyi mümkün kılıyor.