Sömürgeciliğe karşı anti sömürgeci bir güç olarak örgütlenen ve yükselen muhalif siyasi kadın hareketine öncülük eden Kürt kadınları, zindanlarda, sokakta, mecliste kadının olduğu her yerde “Ez li vir im, ez iradeye gelê xwe me” diyerek bu halkın öz gücünü kendisiyle buluşturarak çarpıtılan tarih yazımına meydan okuyor
Sömürgeciliğin tarihi insanlığın tarihi kadar eski olmasa da gelinen süreçte sömürgeciliğin sonuçları ve izleri, etkisini günümüz dünyası üzerinde sürdürmeye devam ediyor. 15. yy.’da coğrafi keşifler adı altında Avrupa merkezli yürüyen sömürgecilik faaliyetleri günümüz açısından yeni yöntemler, yeni uğrak alanları keşfederek kendini, temelini cinsiyetçiliğin oluşturduğu ideolojik argümanlarla sürekli kılmaya çalışıyor.
Sömürgeci pratiklerin, 20 yy. ile birlikte kendini yeni dünya düzeni üzerinden kurumsallaştırma ve devam ettirme çabası ulus devlet formu ile yeniden ete kemiğe büründürülmüştür. Ulus devlet örtüsü, batılı egemen devletler tarafından 2. Dünya Savaşı sonrası sömürülen devletlerden ve coğrafyadan elde edilen kaynakların bu kez çarpan bir kar elde etme maksadıyla serbest bir pazar üzerinden yeniden elde etmenin aracı olarak kullanılmıştır. Bu pazarı genişletmenin en iyi araçsal ve düşsel argümanları insan hakları, eşitlik, özgürlük demokrasiyi esas aldığı iddia edilse de esas amaç malların serbest dolaşım hakkıdır. Bu yeni dünya nizamı eliyle erişilebilir kaynak kalmayacak, uzatılan el ile tüm beden ve bedenin ait olduğu yaşam alanlarını ele geçirmek daha kolay ve üretilen rıza ile sermaye gücünün tehdit olduğu da gizlenmiş olacaktır.
Egemen ideolojilerin ve fikirlerin esası kendini merkeze alarak mutlak kılmak ve mutlak kılınana biat edilen bir sınıf yaratmaktır. Çünkü kendileri için aynılaşan toplumun sürekliliği ve devamlılığı daha kolay sürdürülebilirdir. Homojen olan topluluklar daha kolay yönetilebilir ve kusursuz işler. Alman Nasyonel Sosyalist partisinin Ari ırkını yaratma gayesi ile cumhuriyetin kuruluşunda herkesin Türk olarak kabulü ve Türkleştirilmesi bu amaca hizmet eder. Bu ideolojiler için farklılıklar bir tehdit ve yönetilemezdir dolayısıyla bu tehdidin ortadan kaldırılması gerekecektir.
İnsan biyolojik bir varlığın avantajı yanı sıra sosyolojik varlığı da onun için olmazsa olmazdır. Biyolojik ölümsüzlüğe çözüm bulamayan insan, sosyolojik ölümsüzlüğü; yarattıkları düşünce, değerler, kültürler, inançlar ve diller üzerinden var kılmaya çalışır. Bireyin ve toplumun manevi kimlikleri olarak ifade edeceğimiz bu durum aidiyet duygusu ile birlikte bir varlığa dönüşür.
Sömürgecilik de bireyin en çok kendine ait hissettiği varlıklara saldırır. Ona ait olan ne varsa yaşadığı çevre, kaynaklarına ve değerlerine, inançlarına, kültürlerine saldırarak eşitsiz güç ilişkisi üzerinden kendi tahakkümünü kurmuş olur. Bu tahakkümü de en çok toplulukların kolektif kimliklerine saldırarak kurmaya çalışır. Bu kimliklerin oluşumunu sağlayan direnci en başta kırması, sonrasında da bireyin bunun üzerinden kendini değersiz hissetmesini sağlamak en temel amaçtır. Çünkü bireyin kendini değersiz hissettiği bir kimlikten feragat etmesi daha kolaydır.
Bu kolektif kimliklerin en temel taşıyıcısı ve sembolü birçok uygarlıkta kadındır. Kadının doğurganlığı üzerinden tartışmasız kabul edilen biyolojik sürdürücülüğünü esasında kültürel sürdürücülüğü takip eder. Kadının, bir bireyi doğurmanın yanı sıra bir toplum yaratmak ve bir toplumu yeniden var etmek gibi bir sorumluluğu vardır. Bu sorumluluğu yüzyıllardır kendisine yüklenen rollerinin sınırını dolanarak aşmaya çalışsa da erkek cinsine verilen imtiyazlı alanın koruyuculuğunu üstlenerek kendi varlığını sürdüregelmiştir. Kadınların bunu sürdürürken kendi anaç özelliğini kendi öz kodlarına bağlı kalarak sürdürdüğünü de görüyoruz. Kadın doğuran besleyen, toplayan ve paylaşan olmuştur. Doğayı korur doğanın besleyiciliği ile kendini özdeşleştirir. Örneğin Kürt toplumunun doğayı tanımlama biçimi dişildir. Kürtçenin kirmanckî/zazakî lehçesinde tüm ağaçların bir cinsi vardır o da dişildir, meyveler dişildir. Doğa ve insan ilişkisi “kurdun, kuşun hakkı” felsefesi ondan yararlanma şeklini ortaya koyduğu üzere yıkıcı değildir. Êzidî inancına göre güneşin doğuşundan önce kadınlar uyanır çünkü güneşi doğuran kadınlardır. Yine bu inancın etkisi ile ateşin evde hiç sönmemesi esas amaçtır, çünkü bereketin sembolü her sabah kadınların yaktığı ateş ile sürdürülür. Kadınların temel bir özne olarak görüldüğü Kürt toplumu farklı din ve inançların etkisinde ikincil bir konuma itilmişse de kendi cinsinin öznelliğini kendi aile hayatında kurmuş olduğu toplumsal ilişkilerde göstermiştir. Kürt kadınlarının, ata binmesi yüzyıllardır süregelen eski bir gelenek olmakla birlikte peçe takmaması, düğünlerde karma bir şekilde halaya durması, kalabalık cemaatlerde fikrini söylemesi toplum ile kurduğu ilişki şeffaflığının bir sonucudur.
Bir asırlık cumhuriyet tarihi Kürtler açısından Türkçülüğün ve Sünni İslamiyet’in merkeze alındığı bir ideolojinin hâkim kılınmaya çalışıldığı bir süreçtir. Milliyetçilik ve ırkçılığın, katı referanslı gibi dini ideolojilerin tamamında kadının ikincil bir cins olarak kodlandığı düşüncesi kadının toplumun merkezinin dışına itilmesine yol açmıştır. Milliyetçilik kadını vatan ile özdeşleştirse de milleti yani ulusu onu koruyan kollayan, bekçiliğini yapan ve aslında sahibi olanı erkek olarak kabul etmiştir. Toprağın kendisi bir mülk olarak kadın, bu toprağın efendisi ise erkek olmuştur.
Cumhuriyetin kuruluşu, Kürtler için bir kırılma noktasıdır. Cumhuriyetin elitleri, hazırladıkları 1924 tarihli Anayasa ile Kürtlerin bir arada yaşama uzlaşısını karşılamaktan uzak yeni bir ülke nizamı ile yeni bir norm devleti kurmanın telaşına girmiştir.
Bu süreç yeni ülke nizamını kabul etmeyen Kürtler için serhildanların ve başkaldırıların başladığı bir süreçtir.
1925 ile başlayan norm devletinin kurucu aşamaları; aşama aşama hayata geçirilir. 1924 yılları sonrasında Anayasa, Tevhidi Tedrisat, Takriri Sükun, Şark Islahat Planı, İskan Kanunları vd. kanunlar ile temelde ayrımcı kanunlar yürürlüğe sokularak ikili bir hukuk rejimi yaratılmıştır. İkili hukuk düzeni sömürge toplumlarında kurumsallaşmış icra edilebilir sömürgeci pratiğin bir sonucudur. Kürtler açısından temel hakların sahibi ve kullanımı Türk’ü merkeze aldığı için bu kimliği reddetmek temel hakların kullanımını da reddetmek anlamına gelmiştir. Türkçe dilini konuşamamak istiklal mahkemelerinde “Türkçe bilmeyenden hayır gelmez” ile idam gerekçesi olmuş, Kürdüm demek ise idam edilmenin kışkırtıcı ifadesi olarak görülmüştür.
Bu normlar silsilesinin ortak özelliği etnisiteyi, bir etnik unsura indirgeyen Türklüğü kabul etme ve ettirme, diğer kimlik ve inançların yok olarak kabul edilmiş olmasıdır. Bunun için Kürt coğrafyası ilhak edilerek umumi bölgelere ayrılacak idaresi merkezi atama ile müfettişler aracılığıyla yönetilecek, bölge ve belde isimleri değiştirilecek, bu bölgelere Türkler yerleştirilecek, devlet daireleri ve karakollar kurularak askeri ve idari tedbirler güçlendirilecektir.
1924 anayasal çerçeve ile 1925 tarihli Şark Islahat planıyla siyasal ve toplumsal hedefleri belirlenerek formüle edilmeye çalışılan bu kutsal amaç İsmet İnönü’nün ağzından, “Vatan toprağı üzerinde yaşayan herkesi Türk ve Türkçü yapacağız, Türk ve Türkçülüğü kabul etmeyenleri sistemli biçimde kesip atacağız”[1] şeklinde ifade edilmiştir.
Kesip atılamayanlar, vazgeçmeyen ve direnenler ile tarih seyreder. Bu tarihlerde Telli Xanım ve Zarife Ana’nın cesareti, gözleri önünde idam edilen üç oğlunu dar ağacından kendi elleriyle indiren ve gözyaşlarını yüreğine akıtan Derdê Mîro’nun çelik yüreği, Mistan’da diri diri toprağa gömülen ancak aman dilemeyen nene Daruk’un inancı isyanlara moral ve ilham olur.
Türk-İslam-milliyetçi nizamın aklı, Kürdistan’da kadının toplumsal hayattaki rolünü ve önemini bildiği bu nesnel durum karşısında, kadını yok etmenin aslında Kürtlüğü ortadan kaldırmakla eş değer gördüğü için, kadını kurucu ideoloji etrafında kendi yanına almanın yol ve yöntem arayışı içerisine girmiştir.
Yaşanan tüm bu soykırımlarda kadınları fiziki olarak imha etmenin yanı sıra tecavüzü bir kitlesel savaş aracı olarak kullanarak ve kadınların bedenlerini meydanlarda toplulukların gözü önünde teşhir etmiştir. Diğer taraftan Kürt coğrafyasında yaşayan Kürtlerin sayısal çoğunluğu ve direniş hafızasının diri olmasının fiziki imhanın çözümsüzlüğü karşısında bu kez cumhuriyetin elitlerinin yeni yöntem arayışları edinmesine neden olmuştur. Tüm Kürt coğrafyasında umumi müfettişlerin hazırladığı raporlar ve gizli bilgiler sonucu fiziki ortadan kaldırmayı ifade eden jenosid yerine etno kültür kırımı amaçlayan asimilasyon politikaları hızlıca hayata geçirilmiştir.
Kültürün taşıyıcısı ve sürdürücüsünün kadın olduğunun kabulü ile cumhuriyetin elitlerinin yeni hedefinde asimilasyonun temel inşa sürecini hızlandıracak olan genç Kürt kız çocukları için yatılı kız meslek okulları açılmıştır. Yeni cumhuriyetin başkenti Ankara olan ve diğer önemli kenti İstanbul olmasına rağmen ilk yatılı kız okulları Elazığ ve Dersim’de açılmıştır.
Yatılı okulların bir askeri disiplin ile yönetildiği ve yönetiminde Sıdıka Avar gibi kadınların tercih edilmesi de tesadüfi değildir. Sıdıka Avar, at sırtında köy köy dolaşarak ve ailelere devletin şefkatli elini uzatarak kız çocuklarını yoksul ailelerden alıp devletin ona vermiş olduğu bu şerefli görevin gereğini yerine getirecektir. Yatılı okullarda saçları kazıtılan, etek giydirilen kız çocukları askeri bir disiplinle medeniyet ile buluşmanın sorumluluğunu ve övüncünü bir Türk gibi kendisini hissederek yüklenen sorumluluk ve bilinçle bunu kendi ailelerine taşıması kaçınılmaz olacaktır.
1938 Dersim tertelesi sonrası yeni cumhuriyetin kültürel soykırım hedefinde kadınlar ve kız çocukları olmuştur. Binlerce 2-17 yaş arasındaki kız çocukları katliam sonrası yetim kaldıkları iddia edilerek kendi aile yakınlarına verilmeksizin medeniyet ile onları buluşturma ve sahipsiz bırakmama gerekçesiyle askerlere, bürokratlara, memurlara, iş insanlarına evlatlık verilmiştir.[2] İnsani bir görev, sorumluluk ve devletin şefkatli ve güçlü yanı olarak gösterilen bu propaganda kimliksizleştirme siyaseti üzerinden bir kadın kırımına dönüştürülmüştür. Dillerini konuşmasına izin verilmeyen bu kız çocukları, öğrendikleri yeni dil Türkçe ve Sünni Müslümanlık kimliği ile yalnızca hayatta kalabilmişlerdir. %99’u evlatlık alındığı iddia edilen aileler tarafından resmi olarak nüfuslarına geçirilmemiş ve yine okula gönderilmemiş, bu evlerde her türlü kötü muameleyi yaşayan hizmetçi, bakıcı olarak istismar edilmişlerdir.
Kürdistan coğrafyasının parçalanmış bir coğrafya ve her bir parçanın bir ulus devletinin egemenlik alanına girdiği düşünüldüğünde soykırımlar yaşayan ve sistematik şekilde devlet şiddeti ile birlikte devam ettirilen kültürel bir soykırıma karşı direnen grupların bu kültür kırıma karşı kendi dilini konuşan, öğreten, kendi folklorunun sözlü taşıyıcısı ve direnen bir halkın belleğini kendi ağıtları ile yeniden canlandıran Kürt kadınları bu mirası bugün de büyük bir kararlılık ve direniş ile geleceğe taşıyor.
Sömürge valilerine karşı kendi öz kazanımları olan eş başkanlığı tartışmasız bir şekilde tüm toplumda temel bir varlık mücadelesi olarak eş yaşamı toplumsallaştırıyor ve Jin, Jiyan, Azadî olarak yeni bir kuram etrafında örgütlü kadının örgütlü toplumu nasıl açığa çıkardığını göstermiş oluyor.
Sömürgeciliğe karşı anti sömürgeci bir güç olarak örgütlenen ve yükselen muhalif siyasi kadın hareketine öncülük eden Kürt kadınları, zindanlarda, sokakta, mecliste kadının olduğu her yerde “Ez li vir im, ez iradeye gelê xwe me” diyerek bu halkın öz gücünü kendisiyle buluşturarak çarpıtılan tarih yazımına meydan okuyor. Son sözü, ömrünü ırkçılık, cinsiyetçilik, homofobi ve kapitalizmle mücadeleye adayan aktivist, yazar ve feminist, düşünür Angela Davis ile bitirelim. “Kürt kadınları çok uzun zamandır bize yol gösterdiler ve dünya kadınları özgürleşmeden insanın kurtuluşunun olamayacağının anlaşılmasını sağladı ve bu liderlikten hepimizin yararlandığını düşünüyorum” [3]