“Kurdu kurtaran kuzuları öldürür; kartalın kırık kanadını iyileştiren onun pençelerinden de sorumlu olurmuş.” (Jean-Jacques Rousseau, 1793 Devrimi)
Dünyanın akıl almaz bir hızla değiştiği, “katı olanın buharlaştığı”, kapitalizmin hızının insanı sersemlettiği bir çağda kuşkusuz hiçbir şey eskisi gibi akmıyor, hiçbir şey bir önceki güne benzemiyor. Ne yaşam ne hava ne deniz ne de güneş belki… Değişmeden kalan ya da çok sınırlı bir değişim / evrim geçiren şeyler de var elbette: Erkekler mesela. Erkekler hala eski erkekler ama kadınlar eski kadınlar değil!
Kadınları ve onların mücadelesini ne kadar yok sayarsanız sayın, onlar duruşları ve eylemleriyle varolduklarını her olayda her kritik eşikte gösteriyorlar. Ne kadarını sezip ne ölçüde anlamlandırdıklarını ölçecek bir alet yok gerçi ama kadınların ister bireysel ister kitlesel eylemlerinin sadece kendileri için değil kadınların kurtuluşu ve insanlığın gelişimi açısından nasıl bir niceliksel/niteliksel sıçrama demek olduğu görülüyor. Israrla biriktirdikleri öfke, her geçen gün yeniden şekillenerek ufku genişleyen bilinç sözünü söylüyor sonunda!
Anlayacağınız kadınlar eski kadınlar değil; sadece hayatlarına ve kimliklerine değil varlıklarına yönelmiş bu tahammülsüzlüğe eyvallah demiyorlar eskisi gibi. Erkekler açısından “eski güzel günler” epeydir geride kaldı.
Erkekler, eskisinden daha derin bir hırs ve kıskançlıkla sarılıyorlar ellerinden kayıp gitmekte olan iktidar olanaklarına. Özellikle “ev”lerde, bu iktidarı kaybetmek bir yana en ufak bir şekilde zedelenmesi, “itibar”larının bir sözle bir davranışla bir mimikle sarsılması karşısında bile deliye dönüyorlar. Daha sık ve akıllardan kolay kolay çıkmayacak sahneler olarak devreye giriyor kadına karşı şiddet anları; daha vahşi biçimlerde işleniyor kadın cinayetleri.
“Varla yok arası bir kadın”ın hayalini kuruyor erkekler ordusunun büyük bir bölümü boşu boşuna… Çünkü kadınlar eski kadınlar değil! Onlar artık “öfkelerinin ziyan edilmesine” kolay kolay izin vermiyorlar.
Kadınların öfkesinden, ısrarından, iradesinden korkmak gerek bunu kanıtlayan öyle çok hikaye var ki…
Planlı cinayet
İstanbul Şişli’de güpegündüz sokak ortasında katledilen Bahar Aksu bunlardan biri. Boşandığı Rüstem Elibol adlı erkek cinayeti üç arkadaşıyla birlikte planlamış. Planlı bir cinayete kurban giden Bahar Aksu, Rüstem Elibol hakkında daha önce “tehdit ve yaralama”dan iki defa başvuruda bulunmuş ama işlem yapılmamış. Katil belli ki mağdurun geçeceği güzergahı, çevre istihbaratını titizlikle toplamış. Katilin öldürücü bıçak darbeleriyle yığılıp kalmış Bahar Aksu’nun, insanı isyan ettiren bir fotoğrafı kaldı geriye.
Eski koca, güncel katil Elibol Bahar Aksu’yu katletmesini “takıntı haline getirmiştim, görüşmek istemiştim” şeklinde açıklayarak o çok tanıdık ceza indirimlerinden yararlanmanın taşlarını döşemeyi de ihmal etmemişti.
Şikayet dilekçeleri, darp raporları ve yardım çığlıkları faili değil mağduru suçlayan erkek devlet karşısında hükümsüz kalıyor elbette. Karakollardan mahkemelere erkek adalet/yargı, ya mağduru vazgeçirip şiddetin sürmesine boyun eğmesini dayatıyor ya da bu şiddetin asıl sorumlusunun mağdurun kendisi olduğuna ikna etmeye çalışıyor.
Sosyal medya üzerinden adalet aramak
Aynı tehdit altındaki kadınlardan biri olan ve Elazığ’da yaşayan Meral Zordağ, K.O.K isimli erkeğin şiddet ve tehditleri üzerine 16 dilekçe vermiş ama hepsi hakkında takipsizlik kararı verilmişti. Gittiği karakolda kendisini öldürmeye çalışan adam hakkında yaptığı şikayete “Siz neden kapıyı açtınız” yanıtı vererek kendisini suçlayan polisler vardı.
Çaresiz kalınca can güvenliğinin sağlanması için adaleti sosyal medya üzerinden aramak zorunda kalmıştı. Hiçbir sonuç elde edemeyince bütün bunların gerçekleşmesini beklemek yerine tek başına hareket etmeye karar verdi. Elazığ Çarşı Şehit Mehmet Ali Çakır Polis Karakolu önünde oturma eylemine başladı. İsyanını şu sözlerle dile getirdi: “Adam beni öldürmeye çalıştı ve aile içi şiddet birimi bana ‘Neden kapıyı açtın?’ dedi. Hiçbir kadın bir erkeğe kapıyı açtı diye öldürülemez. Orada kadınları korumak yerine azarlıyorlar.” Siyasallaşmış kadın düşmanlığına karşı onun öz savunması da buydu işte!
Taciz ve tecavüz de teşhir ve mücadele de her yerde
Neredeyse hiçbir yaptırımı olmadığı, caydırıcılık bir yana yapanın sırtı sıvazlanıp yanına kâr kaldığı taciz ve istismarın enva-i çeşidi ilkokullardan tarikat yurtlarına, dersanelerden üniversitelere kadar zincirlerinden boşanmış bir akış halinde.
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Bomonti Kampüsü’nde 2011 yılında üç kadın öğrenciye sistematik tacizde bulunan felsefe bölümü öğretim üyesi Doç. Dr. Erdal Yıldız’ın 500 TL maaş kesintisiyle paçayı kurtarmış olması kadınların öfkesini soğutmuyor. Aradan yıllar geçmiş olsa da genç üniversiteli kadınlar bunu unutmadıklarını eylemleriyle ortaya koyuyorlar…
Taciz, tecavüz, cinsel şiddet, çocuk istismarı… siyasallaşmış kadın düşmanlığı neredeyse birbirinin aynı saldırganlık biçimleriyle dünyanın her yanında kol geziyor. Her yandan her kesimden çığlıklarını duyuyoruz. Fransa’da eşine tecavüz etmesi için tuttuğu 50 erkeğe pazarlanan Gisèle Pelicot dehşeti hafızalarımızda “tazeliğini” korurken sinema dünyasından, setlerden metoo’nun güncel tanıklıkları dile geldi.
“Kuduz feminizm” mi dediniz?
Fransız oyuncu Gerard Depardieu bir film setinde iki kadına cinsel saldırı suçlamasından yargılandığı davada suçlu bulundu ve 18 ay hapis cezasına çarptırıldı. Daha önce yirmi kadın ünlü aktör hakkında suçlamada bulunmuştu. Depardieu nihayet ilk kez cinsel saldırı suçlamasıyla yargılandı; Sarah adlı yönetmen yardımcısı bir başka kadına cinsel saldırıda bulunmaktan da hüküm giydi. Yargıç hükmü açıklarken Depardieu’nun aynı zamanda cinsel saldırganlar listesine alınmasına ve mağdurlara 1000’er Euro tazminat ödemesine karar verdi.
Davanın seyri sırasında içimize su serpen bir gelişme daha yaşandı: Depardieu’nün avukatı Jérémie Assous, suç duyurusunda bulunan iki kadına “histeri”, “yalancılık” ve “kuduz feminizm” gibi ifadelerle saldırınca “feminist” sıfatını sanki kötü bir şeymiş gibi kullanan cinsiyetçi konuşma biçiminden dolayı yargıç ekstra para cezasını bastı.
“Dengemi kaybettiğim için dokunmuş olabilirim” diyerek kıvırtmayı deneyen bu maço aktöre insan ne diyeceğini bilemiyor. Paçasını kurtarmak için arkasına sığınmaya çalıştığı bu bahane, işkencede katlettikleri devrimcilerin kafalarını duvarlara vurdukları için öldüklerini iddia eden bizdeki polis fezlekelerini hatırlatıyor.
Saldırganlığın cezalandırılmasını önemli kılan, hükmedilen cezanın yanı sıra bunun başka mağdurları da tetiklemiş olması. Bir başka yönetmen Christophe Ruggia, Portrait of a Lady on Fire (Alev Alan Bir Kadının Portresi) oyuncusu Adèle Haenel’e çocukken cinsel saldırıda bulunmaktan suçlu bulunarak 4 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Bir çocuğun yaşamın anlamını büyük bir merakla çözmeye çalıştığı bir kesitte bütün hayatını allak bullak eden bir travmayı kim onarabilir?
Aile: Baş mevzumuz
Toplumun hizaya çekilip yeniden biçim verilmek istendiği her evrede göbekten bağlı olması istenen kadın ve AİLE birlikte ele alınıyor. Kadının bağımsız bir kişilik olarak değil ancak aileyle birlikte var olması isteniyor. Kadınların kuşatıldığı sınırları belirginleştirip kalınlaştırmak amacıyla aileye güzellemeler düzülüyor.
Faşist iktidar bloku kendi kendine gelin güvey olup 2025’in Aile Yılı olmasını buyurmuştu. Bütün o devasa saldırı silahları, manipülasyon ve cinsiyetçi uygulamalar, kadın düşmanlığının en gözü dönmüş biçimleri yetmemiş olacak ki, bunları katmerlendirmek için bir yıl on yıla çıkarılıyor. AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, Uluslararası Aile Forumu’nda 2026-2035 yıllarını da “Aile On Yılı” olarak ilan etti. Gerekçe olarak da dillerine doladıkları beylik teraneleri sıraladı: Kürtaj cinayetti, doğum oranlarındaki düşme* “kutsal” aileyi zayıflatmaktaydı, bunun da baş sorumlusu LGBTİ+ propagandasıydı… Konuştukça coştu: “Aile, insanlık tarihinin ve insanlığın en önemli müesseselerinden biridir, aile en mukaddes varlığımız olma yanında toplumun da temel yapı taşıdır. Aile, yeri doldurulamayacak, yerine başka hiçbir kurum, ilişki veya bağ konulamayacak derecede mühimdir, değerlidir, kutsaldır.”
Gücü elinde bulunduran erkek egemenliğinin hükmünü yürüttüğü en küçük birim olan AİLE bizim kutsalımız değildir!
Cinsiyetçilik ve tutuculukla donatılmış AİLE, ensestin kuluçka sahası AİLE, erkek devletin gerici kadın düşmanı politikalarının ilk uygulandığı yerdir!
Şiddet, cinsel taciz, tecavüz ve cinayetlerin faili erkeklerin neredeye tamamına yakını AİLE’deki erkeklerdir!
O yüzden hiçbir “kutsal” AİLE masalı gerçekleri gizlemeye yarayan “değerli” bir şala dönüştürülemez!
21. yüzyılda aile ancak daha önceki toplumsal üretim tarzlarına, aşılmış sosyal ve siyasal yaşam biçimlerine geri dönmeye çalışarak, kadınları sürekli gözetim ve şiddet tehdidini altında tutarak, toplumdaki yerlerini anne ve ev kadını olarak evle sınırlandırarak, onu tepeden tırnağa kontrol ederek ayakta kalabilir. Kapitalizmin, teknoloji ve iletişimin geldiği düzey itibariyle bu tarihin tekerleğini geriye doğru çevirmeye çalışmaktır, yani imkansızdır!
“Kol kırılır yen içinde kalır” safsataları çoktan aşılma yoluna girmiştir. AİLE’nin mayasındaki “aman tadımız kaçmasın” uyumculuğu ‘hayır’ diyen kadınlar ve onların bireysel ya da örgütlü mücadelesi sayesinde büyük ölçüde ilk tercih durumunda değil artık. Çünkü kadınlar eski kadınlar değil. Bedeli ne olursa olsun kararlarının arkasında duruyor, ne yaşamış olursa olsunlar diğer kadınlar için esin kaynağı oluyorlar…
(*) OECD’nin son raporuna göre sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada doğurganlık oranları düştü ve son elli yıldır ilk kez ölümler doğumları geride bıraktı.
OECD ülkelerinde 1960’ta 3.3 olan doğurganlık oranı, 2022’de 2.1’e düştü. 2024’de Türkiye’de doğurganlık oranı 1.48, Kanada’da 1.48, Amerika’da 1.79, Hindistan’da 2.12, Çin’de 1.71, en yüksek ülke olan Nijer’de ise 6.6.