Rojin Kabaiş’in ölümü coğrafyamızda binlerce yaşanan şüpheli kadın ölümlerinden biri. Aslında kadın ölümlerinin şüpheli kalmasının nedeni de Türkiye Cumhuriyeti devletinin gerçek anlamda bir hukuk devleti olamayışıyla ilgili. Gerçek bir araştırma yapılmıyor, faillere zamanında ulaşılmıyor, Adli Tıp’ın sorunlu raporları çok önemli aksi nedenlere sebep oluyor
Coğrafyamızda yerleşik devlet aklı ve yargısına egemen olan görüş; erkek egemen, feodal, militer anlayıştır. Bu, Cumhuriyet öncesinden bu yana devam eden bir durumdur. Coğrafyamızda erkek egemen devlet aklı, yaşamın tüm alanlarına izlerini bırakmış durumdadır. Her ne kadar Medeni Kanun ve Türk Ceza Kanunu’nda Cumhuriyet ile birlikte “değişim ve gelişim” diye sayılabilecek düzenlemeler olduysa da Türk Ceza Kanunu ve Medeniyet Kanun’da kadın her zaman zaman ikinci planda kalmıştır.
Örneğin, Türk Ceza Kanunu’nda 2004 yılına kadar kadına yönelik şiddeti düzenleyen bir bölüm başlığı ve ilgili maddeler yoktu. Şöyle ki tecavüz fiilinin tanımı son derece yetersizdi cinsel taciz diye bir suç tanımı dahi yoktu. Kadına yönelik şiddeti düzenleyen maddelerin bölüm başlığı “genel ahlak ve aileye karşı cürümler” idi. Yani kadın Türk Ceza Kanunu’nda yoktu, kadına yönelik şiddet ise son derece sınırlı yer alıyordu. Bu durum kadın mücadelesinin son derece etkin bir biçimde yaptığı çalışmalar, yükselttiği talepler ve dönemin siyasi havası nedeniyle bazı değişiklikler gösterdi. 2004 yılında yasalarda önemli değişiklikler yapıldı. Örneğin kadına yönelik şiddet bir bölüm başlığı olarak yasalara girdi. Cinsel saldırı suçu daha geniş tanımlandı cinsel taciz bir suç olarak yasalarda yerini aldı. Peki bunlar yeterli miydi? Tabii ki yeterli değildi. Ama kadınlar açısından hukuki anlamda en büyük gelişme Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanmasıydı. Avrupa Konseyi İstanbul Sözleşmesi bizim coğrafyamızdan çıkan bir mücadelenin ürünü. Diyarbakır’da kocası tarafından kendisi ağır yaralanan, annesi ise katledilen Nahide Opuz davasında Türkiye mahkûm edildi.
Bu kararın ardından Avrupa Konseyi tüm üye devletlere kadınları şiddete karşı koruyacak bir sözleşme hazırlayın diye bir çağrı yaptı. İşte İstanbul Sözleşmesi kadın hukukçular tarafından hazırlanan ve Nahide Opuz’un verdiği mücadeleyi temel alan bir sözleşmeydi ve bu sözleşmenin adının İstanbul Sözleşmesi olmasının nedeni ilk imzacısının Türkiye ve imza atılan yerin ise İstanbul olmasıydı. Kadınlar açısından şiddete karşı böylesine net tanımlamalar yapan belki de bu ilk sözleşme son derece önemliydi. Peki yürürlükte olduğu süre içinde uygulandı mı? diye sorarsak uygulandı diyemeyiz. Ama uygulanmasa da kadınlar açısından bu sözleşmenin büyük bir duygusal gücü vardı. Bu sözleşmenin kadınların hayatının koruyucu yanı önemliydi. Eğer bu sözleşme gerçekten gereği gibi değerlendirilse toplumsal anlamda eğitim çalışmaları başlatılsa kadına yönelik şiddet alanında şiddetin önlenmesi açısından son derece önemli bir sözleşmeydi. Peki ne oldu? 2011 yılında yürürlüğe giren bu sözleşme 2021 yılında tek bir erkeğin, Cumhurbaşkanının imzasıyla kadınların karşı çıkışları hiçe sayılarak, feshedildi. Sözleşmeden imza çekildi. Sözleşmeden imza çekilmesinin anlamı sıradan vatandaş açısından kadına yönelik şiddete karşı mücadelede artık “geriye gidişin” başladığı anlamına gelmekteydi.
Şiddetin devlet diliyle, devlet eliyle bu kadar meşrulaştırıldığı bir coğrafyada kadına yönelik şiddet politiktir diyoruz. Çünkü ailede başlayan, okulda, iş yerinde devam eden filmlerle, dizilerle ve futbol ile körüklenen erkek egemen aile yapısı ve kadının ailedeki ikincil konumu gibi düşünceler özellikle topluma dayatılıyor. İşte İstanbul Sözleşmesi bu dayatmaya karşı bir sözleşmeydi. Bu nedenle kadın cinayetlerine bakarken de devlet aklına yerleşmiş olan bu erkek egemen tavrın cinayetlerin çözülmesinde çözümsüz kalmasının nedenlerini de anlamamızı ortaya çıkaracaktır.
Coğrafyamızda çok fazla kadın cinayeti daha doğrusu erkek katliamları işleniyor. Erkekler kadınları en güvendiklerini hissettikleri yerde evlerinde öldürüyorlar en çok. Katiller en çok kocalarımız, babalarımız, kardeşlerimiz ya da çocuklarımız. Maalesef ki bu coğrafyaya egemen olan “erkek egemen namus anlayışı” bu cinayetlerin işlenmesindeki en büyük nedeni oluşturuyor. Cinayetlerin ardından cinayetlerin kamuoyuna yansıma biçimine baktığımızda ise erkek egemen aklın medyada da ne kadar egemen olduğunu görüyoruz. Katillerin fotoğrafları değil maktul kadınların fotoğrafları yayınlanıyor.
Katillerin isimlerinin sadece baş harfleri ile yayınlanması ya da fotoğraflarının hiç yayınlanmaması aslında devlet aklının bu erkek egemen koruyucu mekanizmasının sonuçlarını oluşturuyor. Son günlerde coğrafyamızda şüpheli bir kadın ölümünü tartışıyoruz. Rojin Kabaiş’in, Van’da bir yıl önce yaşamını yitirmesi.
Rojin Kabaiş, üniversitede istediği bölümü kazanmış. Diyarbakır’da yaşayan, Van’a okumaya giden, hayat dolu genç bir kız. Ama bir gün, hayatından sorumlu olan devlet yurdundan çıkarak su kenarına gidiyor ve bir daha kendisinden haber alınamıyor. Rojin Kabaiş’in cenazesi günler sonra çok uzak bir bölgede boğulmuş olarak bulunuyor. Özellikle Van Barosu ve Amed Barosu bu konuda çok büyük çalışmalar yaptılar. Arkadaşlarımız çok büyük emekler verdiler. Özellikle Adli Tıp’ın raporları konusundaki eleştiriler tüm kamuoyuna defalarca yansıdı. Rojin Kabaiş’in ölümü coğrafyamızda binlerce yaşanan şüpheli kadın ölümlerinden biri. Aslında kadın ölümlerinin şüpheli kalmasının nedeni de Türkiye Cumhuriyeti devletinin gerçek anlamda bir hukuk devleti olamayışıyla ilgili. Gerçek bir araştırma yapılmıyor, faillere zamanında ulaşılmıyor, Adli Tıp’ın sorunlu raporları çok önemli aksi nedenlere sebep oluyor. Bütün bunları bir arada düşündüğümüzde Rojin Kabaiş’in de cenazesinde, bedeninde bulunan erkek DNA’larının bir yıl sonra açıklanmış olması çok önemli bir sonuç.
Rojin Kabaişi öldürdüğü iddia edilen bazı isimlerin ortaya atıldığı görüyoruz. Ama bunlarla ilgili nasıl bir soruşturma yapılıyor bunu hiçbirimiz bilmiyoruz. Gülistan Doku olayında olduğu gibi Rojin Kabaiş cinayetinin de çözümsüz ve failsiz kalmasını istemiyoruz. Failsiz kalan, çözümsüz kalan, şüpheli ölüm olarak değerlendirilen her kadın ölümünden, sorumlu olan devletin kendisidir. Devlet bu cinayetleri çözmek zorundadır. Eğer çözmüyorsa bu cinayetlerin ortağıdır.

