kadınların çalışma hakkı evli olduğu erkeğin rızasının olması şartına bağlanmıştı. Kocanın izin vermemesi halinde kadın mahkemeye başvurabiliyor, başvuru sonucu hakim, kadının çalışmasının “aile birliğine zarar vermediği” hususunda bir kanıya varırsa ancak o zaman mahkeme kararıyla kadının çalışması mümkün olabiliyordu
Biz kadınlar, onlarca kadının evlendiği, ayrılmak istediği veya aynı evde, aynı ailede yaşadığı bir erkek tarafından öldürüldüğü haberiyle güne uyanırken; bir gece yarısı İstanbul Sözleşmesi’nden çekilen zihniyet, iyi bir şekilde uygulansa kadınlar için hayat güvencesi olacak 6284 Sayılı Kanun’un da kaldırılmasını tartışmaya açıyor, ”Feministler ve LGBTİ+’lar aile yapımızı bozuyor” diyerek hedef göstermeye devam ediyor. Elbette bu kutsal aile birliği diye tutturanlar ile aile içi şiddet ve istismarı aklayanlar aynı zihniyeti temsil ediyor: kadının varlığını yalnızca tepesinde bir erkeğin hakimiyet sürdüğü bir ‘’aile’’ çatısı altında kabul edilebilir gören, bir kadını yalnızca bir erkeğin eşi, kızı, kız kardeşi, annesi olduğunda değerli ve makul sayan düşmanca zihniyeti. Peki bu pek kutsal aile kurumu ne için var, kimi koruyor, kadınlar için ne ifade ediyor?
Aile kavramının tanımı sosyolojik, politik ve hukuki anlamda birçok şekilde yapılabilse de genel anlamıyla “evlilik birliğine dayanan, karı koca ve çocuklardan oluşan toplumun en küçük birliği” olarak ifade edilir. Feminist bakış açısıyla baktığımızda aile; kadının ezilmesi üzerine temelini atan, şiddet, istismar ve sömürü ile beslenerek varlığını koruyan, tamamen “erkek” bir kurumdur, devletin ve patriyarkanın toplumdaki en küçük görünümü ve örgütlenmesidir.
Aileyi kuran evlilik birliği ise “karşıt cinsten iki kişinin tam ve sürekli bir hayat ortaklığı kurmak için hukuka uygun ve geçerli bir şekilde birleşmesi” olarak tanımlanmış ve Medeni Kanunu’nda şartları ve sonuçları düzenlenmiştir. Evlilik kavramını beraber bir yaşam sürmek isteyen insanların birleşmesi olarak değil de aslında tamamen politik ve esasen ekonomik bir sözleşme olarak tanımlamak doğru olacaktır. Emma Goldman evliliğe dair şu ifadeleri kullanıyor: “Evlilik ise genellikle salt ekonomik bir düzenlemedir; kadına süresi ömür boyu olan bir sigorta poliçesi sağlar, erkeğe de kendi türünü devam ettirmesini sağlayacak tatlı bir oyuncak. Yani evlilik, ve bu yolla sağlanan eğitim düzeneği, kadını asalakça, bağımlı olarak ve çaresiz bir hizmetkarmış gibi sürdüreceği bir hayata hazırlarken, erkeğe bir insanın hayatını tapulu mülkmüş gibi sahiplenme hakkını tanır.”
Son zamanlarda iktidarın dilinden düşmeyen ve sürekli “tehdit” altında olduğu ifade edilen o “kutsal aile” ve o kutsal aileyi oluşturan geleneksel evlilik birliğine giderkenki süreçlere kısaca bir göz atacak olursak; süreç ilk önce bir “kız isteme, kız verme” ile başlıyor. Kadın, müstakbel koca ve ailesi tarafından babasından veya aile büyüğü bir erkekten isteniyor ve beraberindeki tüm kadın düşmanı pratiklerden sonra kadın evlilik olarak adlandırılan “devir-teslim töreni” ile babasından kocasına -bir erkekten başka bir erkeğin himayesine- teslim ediliyor ve kadının yeni ailesi oluşmuş oluyor; patriyarka sürekliliğini bu şekilde sağlıyor. Evlilik sürecindeki tüm o geleneksel kadın düşmanı “örf ve adet”leri -başlık parası, kırmızı kuşak vb.- bir kenara bırakacak olursak evlilik içinde kocasının “özel mülk”ü sayılan kadın ekonomik özgürlüğü yoksa bedenini, ruhunu ve tüm emeğini erkeğin hizmetine sunarken eğitimliyse ve ekonomik özgürlüğü varsa görece daha bağımsız bir şekilde varlığını sürdürebiliyor. Erkeğin temeli, reisi olduğu ifade edilen “aile” adındaki bu eril yapı içerisinde kadın ve çocukların maruz kaldığı şiddet gerek toplum gerek devlet ve devletin sorumluluğu olan tüm kurumları tarafından “aile arasında” ve “karı koca arasında” denilerek görmezden geliniyor ve bu şekilde olağan gösterilip meşrulaştırılıyor. Kadınların doğdukları andan itibaren neredeyse aldıkları tüm yaraların ataerkiyle bir bağı olduğunu söylemek yanlış olmaz iken, bir kadın ve bir erkeğin devletin denetimindeki heteroseksüel birlikteliğinin ve bu birliktelik içerisindeki tüm çatışmaların politik olmadığını düşünebilmek imkansızdır. Bu anlamda “Kişisel olan politiktir!” sloganını da hatırlatarak evlilik birliği ve aile kavramının tamamen politik ve ataerkil bir kurum olduğunu tekrar ifade etmekte yarar görüyorum. Bu açıdan devletin “aile içi meseleler” olarak ifade ettiği şeylerin bizzat kendisi de, istediği zaman kaç çocuk yapılacağına kadar karışma yetkisini kendinde görebilirken bir kadın şiddete uğradığında “aile içi meseleler” olarak ifade edip müdahale etmemeyi tercih etmesi de politiktir.
Biraz aile hukukunda mevzuata göre kadının konumunu ve kadın mücadelesi ile geçirdiği değişim ve dönüşüme bakacak olursak; mülga 743 Sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin 159. Maddesine göre kadınlar çalışabilmek için kocalarından izin almalıydı, kadınların çalışma hakkı evli olduğu erkeğin rızasının olması şartına bağlanmıştı. Kocanın izin vermemesi halinde kadın mahkemeye başvurabiliyor, başvuru sonucu hakim, kadının çalışmasının “aile birliğine zarar vermediği” hususunda bir kanıya varırsa ancak o zaman mahkeme kararıyla kadının çalışması mümkün olabiliyordu. Anayasa Mahkemesi, Anayasa m.10 kapsamında kadın ve erkeğin kanun önünde eşit haklara sahip olduğu ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle 29 Kasım 1990 tarihinde ilgili maddeyi iptal etti.
Yine Anayasa m.10’a aykırı olarak; mülga 765 Sayılı Türk Ceza Kanunu 440. madde ile “kadının zinası” 441. madde ile de “erkeğin zinası” suçu düzenlenmiş, cinsiyete göre suç tanımları farklı yapılmıştır. “Zina” suçu, genel anlamda evli kişilerin birbirleri dışında başka kişilerle cinsel ilişkiye girmesi olarak tanımlansa da kadının zina suçunu işlemiş olması için kocası dışında herhangi bir erkekle bir kere cinsel ilişkiye girmesi yeterliyken erkeğin zina suçunu işlemiş sayılması için ayrıca cinsel ilişkiye girdiği kişiyle ‘’karı-koca gibi yaşama’’ şartı da konulmuştur. Yani açıkça; erkeğin zina suçunda kadından farklı olarak erkeğin eşi harici bir kişiyle cinsel ilişkiye girmesi suçun oluşması için yeterli görülmemiş, ‘’karı koca gibi yaşama’’ şartı konularak erkeğin zinası suçu ile yalnızca mevcut aile birliği korunmak istenmiştir. Bu ayrım hukukta da kadın bedeninin aile içi mülk olarak görüldüğünün açıkça bir yansımasıdır.
Aynı şekilde mülga Türk Kanunu Medenisi’nin 169. maddesinde belirtilen kadının hakim onayıyla eşi yararına üçüncü kişilere borçlanabilmesi de Anayasa m.10’a aykırılık teşkil ettiği gerekçesiyle iptal edilmiştir. Yine güncel kazanımlarımızdan biri olarak; TMK’nın 187. maddesine göre kadının evlenmekle kocasının soyadını alacağı ancak evlendirme memuruna ve nüfus idaresine yapacağı başvuru sonucu kocasının soyadının önünde önceki soyadını da kullanabileceği hükmüne yönelik AYM’nin iptal kararı 28.04.2023 tarihinde Resmi Gazete’de yayımlandı ve kadınlar artık Anayasa m.17 kişinin manevi varlığının korunması ve geliştirilmesi hakkı kapsamında yalnızca kendi soyadlarını kullanabilecekler.
Tarihimiz temel haklarımız için verdiğimiz mücadelelerle ve kazanımlarla dolu; patriyarka var olduğu sürece de hayatta kalabilmek için mücadele etmek kaçınılmaz olacak, bunu biliyoruz. Kadınları yalnızca kutsal aile yalanıyla ‘’kutsal annelik statüsü’’nde görmek isteyen, kadınları eve ve mutfağa hapsetmeyi amaçlayan, kadınların temel haklarını -yaşama hakkını dahi- ailenin başındaki o erkeğin insafına bırakan tüm o örgütlü eril yapı ve o yapıyı ören eril zihniyet ile kadınların mücadele etmekten başka şansı yok. Herkes bilmeli: Kutsal olan tek şey, yüzyıllardır verdiğimiz var olma mücadelesidir.
Yazıyı Emma’nın cümleleriyle bitirmek istiyorum: “Evlilik kurumunu görünürde sağlam, uzun ömürlü yapan şey, erkek egemenliğine kölece boyun eğiştir. Ancak bugün artık kadın kendisini buluyor; efendisinin lütfundan bağımsız, özgün varoluşunun farkına varıyor. Kutsal evlilik kurumunun mezarı yavaş yavaş kazılmakta. Hiçbir duygu sömürüsü buna engel olamayacaktır.”