Kadını katleden; erkek egemen zihniyet, önleyici tüm mekanizmaların devre dışı bırakılması, yargı kararlarında kadının yaşam hakkının asla ve kat’a yargıcın vicdani kanaatine denk gelmemesi, hukukun susması, 6284’ün yasak savıcı bir metinden ibaret tutulması ve İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilme kararıdır!
Kadın mücadelesi, son derece dikenli, taşlı yollardan geçmiş; bu yollarda baskının en büyüğüne maruz kalmış, engeller aşmış, barikatlar yıkmış, yeni yollar açmış ama kazanımlarından asla vazgeçmemiştir.
Şüphesiz, kadının toplumsal varlığı; savaşlarla bezeli insanlık tarihinde hep en geriye itilmiş, baskı mekanizmalarıyla sindirilmiş, sanayi toplumuna geçişle birlikte farklı boyutlarda ve farklı biçimlerde sömürü sisteminin çarkları arasına sıkıştırılmıştır. Bu çark öyle bir hâl almıştır ki, kadın bedeni her biri farklı sömürü aygıtlarının arasında sıkıştırılmaya çalışılan bir nesneye dönüştürülmüştür adeta.
Kimi tarlada, kimi fabrikada, kimi siyasette, kimi toplumsal baskının odağında, kimi bir film setinde, kimi bir reklam yüzü olarak, kimi bir otobüs yolculuğunda, kimi rekabet koşullarının erkek lehine şekillendirildiği iş dünyasında, kimi evinde, kimi deprem, kimi göçmen çadırında, kimi ağır bakım emeği sürecinde adeta görünmez çarkların dişlileri arasına sıkıştırılmak istenmektedir.
Tüm bu baskı çarklarının arasında bir de ölümcül eril şiddetin mağduru olan kadınlar var. İşte bu çoklu sıkışmışlık hâlinin ortasında, İstanbul Sözleşmesi doğdu. Sözleşme adeta kadın mücadelesine nefes oldu.
Öncelikle Sözleşme’ye giden o derin ve çetrefilli yolu anlatmak isterim. Bu sayede kadınların meramı çok daha iyi anlaşılacaktır. Şüphesiz, hukukçu kimliğim kadın varlığımla birleşince, kadının maruz kaldığı baskı ve şiddete aşinalığım çoktur. Diyarbakır Barosu’nda çalışmalar yürüttüm; Baro bünyesinde birkaç kadın bir araya gelerek Kadın Hakları Merkezi’ni oluşturduk ve meselenin bir yerinden tutma arzumuzu yaşama geçirdik.
Uzun erimli hak savunusu yürütenler bilir ki, mücadelenin bir yerinden tutmak ve o iddiayı ileriye, daima ileriye taşımak adına attığınız küçük küçük adımlar bir noktadan sonra çığ etkisi yaratır ve nüvelerini görürsünüz. İstanbul Sözleşmesi de bu mücadelenin en önemli kazanımıydı.
Bu yolculuk, Minteha Beybur adında bir annenin büyük bir kaygıyla, yoğun bir yürek çarpıntısı ve yürek sızısıyla büroma geldiği an başladı. Minteha Anne, içinde taşıdığı kadına dair umutlarla, kızının davasını üstlenmemizi ve hayati tehlikesinin devam ettiğini belirtti. Kızı Nahide (Opuz), hastanede yoğun bakım servisindeydi. Minteha Anne’nin damadı, Nahide’yi onlarca bıçak darbesiyle yaralamıştı! Onlarca bıçak darbesi! Bu nasıl bir hayat tahayyülünün dışa vurumudur, neyin derdidir, hangi hınçtır, neye öfkedir!
İşte bu korkunç dışavurum, bu vahşet, ne yazık ki hâlâ her gün bu coğrafyada bir yerlerde belki bir, belki daha fazla kadının maruz kaldığı şiddet iklimidir! Nahide bu şiddeti ilk kez de yaşamıyordu; defalarcasının sonunda, sokak ortasında, ölümle cebelleşir bir hâle düşmüştü. Nahide hastanede yaşam savaşı verirken, Minteha Anne’nin de dışarıda can güvenliği yoktu.
Düşünün; böylesi elim bir suç ortada seyir hâlindeyken, kime değip ne felaketler yaratacağı apaçıkken; şiddeti gerçekleştirenin etkin bir mekanizma ile yargılanmaması meselenin bir diğer can yakıcı boyutuydu.
Çünkü Nahide Opuz, maruz kaldığı tüm bu şiddet vakalarına ilişkin onlarca suç duyurusunda bulunduğu hâlde, soruşturma yürütülmemiş; ‘katil adayı’ bu cezasızlık zırhını üzerine giyinerek, yeni suçlar işleyebileceği özgüveniyle hareket etmeye devam etmiştir. Akıl alır gibi değil! Ortada bu denli ciddi bir hadise var; ancak yargıdan bir karar çıkmıyor, Nahide’nin kocası elini kolunu sallayarak etrafa korku saçmaya devam ediyordu. Bunun bir yolu olmalıydı, bu böyle gidemezdi kuşkusuz. Derhal boşanma davası açıp gerekli şikâyet mekanizmalarını devreye soktum. Ancak bunun da fayda etmediğini, kaygıyla büroma gelişinin üzerinden daha birkaç gün geçmiş olan Minteha Beybur’un ölüm haberini okuduğumda anlamış oldum!
Evladının acısıyla birlikte kendi ‘can güvenliği’ korkusunu bir arada yaşayan bir kadın, damadı tarafından vurulmuştu. Cezasızlık zırhını yanına alarak -nice şikâyete rağmen elini kolunu sallayarak dolaşan Hüseyin Opuz- nihayet bu kez cinayetten tutuklandı.
Ortada yoğun bakımda bir kadın, dışarıda can güvenliği kaygısı taşıyan annesi ve onlarca yapılmış şikâyet başvurusuna rağmen bir kadının daha katledilmiş olması; kadını şiddetten koruyucu bir mekanizmanın olmadığı konusunu netleştirmiş oldu!
Bu gerçekle bir kez daha, ama bu kez daha derinden yüzleşmiş olmak beni Nahide’nin davasına sımsıkı bağladı. İğneyle kuyu kazacağımı bilsem de bir çıkış yolu olduğuna olan inancım beni hiç yalnız bırakmadı. Bu inançla, yerel mahkemeler nezdinde hukuk mücadelesini sürdürdüm. Ancak şaşırmayacağınız üzere, hiçbirinden netice alamadım.
Hakkında 36 ayrı şikâyet başvurusu olan Hüseyin Opuz hakkında iç hukukta bir gelişme kaydedilmedi. Bir cinayeti önleyebilirdik duygusu, yargı nezdinde var olmadı. Bu noktada, iç hukuk mekanizmalarından bir netice alınmasının mümkün olmadığı izahı ile AİHM yolculuğumuz başlamış oldu.
Yıllarca süren davanın neticesinde AİHM’den bir karar çıktı. Bu karar, Minteha Anne’nin ölüm acısını hafifletmedi elbet ama geride kalan kadınlara can simidi oldu. Neydi bu kararın özü? “Aile içi şiddet” mevzusu ile açılan bu ilk davada AİHM, Türkiye’yi 36.500 avro ödemeye ve eski eşinden şiddet gördüğü için savcılığa başvurduğu hâlde korunmayan Nahide Opuz’un ayrımcılığa uğradığına hükmetti.
Bu kararla Türkiye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde aile içi şiddete karşı vatandaşını koruyamadığı gerekçesiyle ceza alan ilk ülke oldu; Avrupa’da ilk defa bir devlet AİHM önünde kadın vatandaşlarına ayrımcılıktan hüküm giydi. Nihayet; şiddet tescil edildi, adı konuldu, yargının sessizce verdiği cevazlar deşifre oldu!
Mahkeme, Türkiye’yi; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin yaşam hakkını düzenleyen 2. maddesini, kötü muamele ve işkenceyi yasaklayan 3. maddesini ve ayrımcılığı yasaklayan 14. maddesini ihlal etmekten mahkûm etti. Avrupa’da da bir ilk olan bu davanın Türkiye için önemi ise artık benzer davalara emsal teşkil edecek olmasıydı.
Kuşkusuz beklenilen buydu; ancak Türkiye’nin bu davaya olan bakışı, şiddeti görmezden gelme biçiminde gerçekleşti. Dönemin hükümeti meseleye panik hâlinde yaklaşarak, Türkiye’deki mevcut ve artık tescillenmiş olan şiddeti ilk elden yalanladı.
Bakınız, zamanın TBMM Kadın Erkek Fırsat Eşitliği Komisyonu Başkanı Güldal Akşit bu karara ilişkin şöyle dedi:
“İnsanı çok mutlu eden, sevindirici bir karar değil. AİHM’nin ilk kez bir ülke hakkında böyle bir karar vermiş olması ve onun da Türkiye olması bizim için üzücü. Ancak şunu belirtmek isterim ki bu müracaat 2002 yılında yapılmış ve o günkü şartlara göre değerlendirilerek verilmiş bir karar. 2002’den bu yana kadın hakları konusunda hükümet olarak, sivil toplum kuruluşları olarak çok şey yapıldı. Duyarlılık artırıldı. Bunlar görmezden gelinerek ‘Türkiye hiçbir şekilde sorumluluklarının bilincinde değil, bunların üzerine gitmemiş’ gibi bir karar verilmesini talihsizlik olarak değerlendiriyorum. Bence itiraz edilmesi gereken ve düzeltilmesi gereken bir karardır. Polislerden tutun askerlere kadar pek çok kişiye eğitimler verildi. Bir tek talihsiz olaya göre değerlendirip ceza öngörmek Türkiye’ye haksızlıktır.”
O dönem Adalet Komisyonu Başkanı olarak görev yapan Ahmet İyimaya ise
“Türkiye, bu karar gerekçesine göre iç hukukuna gerekli uyarlamayı yapmalı.”
şeklinde beyanda bulunmuştu.
Dönemin Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı Aliye Kavaf da Türkiye’deki yasal düzenlemelerin birçok Avrupa ülkesinden ileri olduğu vurgusuyla şunları söylemişti:
“Uygulamaya yönelik çalışmalar devam ediyor. Şimdi burada bu nihai karar değil. İtiraz hakkı var. Tabii, itiraz hakkını da yine bir kurul değerlendirecek. Burada olayın gelişme şeklini okursanız, söz konusu davayı açan Nahide Opuz, defalarca şikâyetini geri çekmiş.”
Her zaman olduğu gibi kadın kazanımlarını kariyerine kurban etmeyi görev bilmiştir. Nahide’nin şikâyetlerini, hangi yaşam riski altında çektiğini sorgulama görevini ise yok saymıştır.
Dönemin hükümeti, dişle tırnakla elde ettiğimiz kadın kazanımlarına karşı her zamanki bakış açısıyla hareket ederken; biz de bir yandan bu davayı izah etmeye, kadına yönelik şiddeti görünür kılmaya çalıştık.
Neticede tünelin ucunda ışık vardı ve o karanlık, dar yolu tamamlayarak aydınlığa ulaşabilirdik. Hiç kolay değildi! Haklı bir kararın alınmasını sağlamanın bedeli tehdit oldu. Evet, bu süreçte çokça tehdit aldım. Yani şiddet, başka boyutlarda ve başka platformlarda devam etti. Şaşırmayı çoktan bırakmıştım artık bu ortamda ve her türlü tehdidi kulak ardı ederek yola devam ettim.
Ve bu yolun sonu İstanbul Sözleşmesi’ne çıktı!
Nitekim bugün erkek şiddeti konusunda tüm dünyada içtihat niteliğinde görülen “Opuz vs. Türkiye Davası” kararı; İstanbul Sözleşmesi’nin temelini oluşturmuştur.
Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, 1 Ağustos 2014’te yürürlüğe girmiştir. Evet, o tünelin sonu aydınlığa kavuştu!
İstanbul’da imzaya açıldığı için “İstanbul Sözleşmesi” olarak adlandırılan ve Türkiye’nin de bir müddet tarafı olduğu bu Sözleşme;
“Kadınları her türlü şiddete karşı korumak ve kadına yönelik şiddet ile ev içi şiddeti önlemek, kovuşturmak ve ortadan kaldırmak; kadına yönelik her türlü ayrımcılığın ortadan kaldırılmasına katkıda bulunmak ve kadınları güçlendirme yolu da dâhil olmak üzere kadınlarla erkekler arasında maddi (fiili) eşitliği sağlamak; ev içi şiddetin tüm mağdurlarının ve kadına yönelik şiddet mağdurlarının korunması ve bunlara yardım edilmesi için kapsamlı çerçeve, politika ve önlemler geliştirmek; kadına yönelik şiddeti ve ev içi şiddeti ortadan kaldırma amacıyla uluslararası işbirliğini yaygınlaştırmak; kadına yönelik şiddet ve ev içi şiddetin ortadan kaldırılması için bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi maksadıyla kuruluşların ve kolluk kuvvetleri birimlerinin birbiriyle etkili bir biçimde işbirliği yapmalarına destek ve yardım sağlamak” şeklinde tanımlanmıştır.
Ve dahi taraf devletlere, “herkesin, özellikle de kadınların gerek kamusal gerekse özel alanda şiddete maruz kalmaksızın yaşama hakkını yaygınlaştırmak ve korumak için gerekli olan hukuki ve diğer önlemleri” alma sorumluluğunu yüklemiştir.
Bu yönüyle Opuz Davası ve İstanbul Sözleşmesi; kadınların yıllardır cansiperane savunduğu iddiayı ileriye taşımak için çığır açıcı olmuş, adeta buzkıran görevi görmüştür.
Ancak tüm dünyaya ilham veren, tüm dünya kadınları için çoktan hak edilmiş bir mükâfat olan İstanbul Sözleşmesi; imzaya açıldığı, akdedildiği coğrafyada Türkiyeli kadınlar için aynı sonucu doğurmadı.
Opuz Davası’nın Türkiye’nin aldığı ceza ile neticelenmesi, iktidar cephesinde epey şaşkınlık yaratmış ve Türkiye, ülkedeki erkek şiddetinin dünyanın gözü önünde tescil edilmesiyle, kendi şiddet karnesinin ortaya çıkmasını da tecrübe etmiştir.
Kimi çevrelere rahatsızlık veren bu tecrübenin akabinde ise, İstanbul’da imzaya açılan ve bu nedenle İstanbul Sözleşmesi olarak adlandırılan Sözleşme ile iktidar, durumu lehine çevirmek adına meselenin PR’ını yapmaktan geri durmamıştır.
Dönemin sorumlu bakanı Fatma Şahin’in Sözleşme’nin imzalanmasını kamuoyuna “müjde” olarak vermesi, dönemin başbakanının Sözleşme’ye dair ‘bazı ülkelerin maliyet çekincelerine’ karşın “Bizde kadının yaşam hakkı önemlidir, bu işin maliyetine bakmayız” yönündeki yaklaşımı ve parlamento sürecinin her zamanki pratiklerin aksine son derece hızlı bir biçimde tamamlanmış olması, yaklaşımın ‘kadın’ değil ‘iktidar’ odaklı olduğunu izah etmektedir.
Bu şaşaalı günlerin ardından, Sözleşme’nin Türkiye’ye yüklediği sorumluluk çerçevesinde 6284 Sayılı Yasa derhal yürürlüğe girmiştir.
Ancak iktidarın o dönemki iştah ve hızının kadın lehine olmadığını, her kadın cinayetinde, 6284’ün her uygulanmayışında gördük.
Niyetin esasen kadının yaşam hakkı olmadığını; artan kadın cinayetlerinin durdurulmaması, yargının eril tutumu ve bir gece ansızın Sözleşme’den geri çekilme kararı ile net bir biçimde anladık.
Belki de dönemin başbakanının “Herkesin başına güvenlik görevlisi koyamayız” şeklindeki ilk açıklamaları esnasında gerçek yaklaşımı anlamalıydık.
İktidarın mesele kadın kazanımları olduğunda sessiz sedasız bir biçimde ele aldığı hukuk dışı pratikler, meselelerin üzerine hep bir perde germiştir.
Örneğin, Kasım 2024 tarihli Tapu Sicilinde Arabuluculuk Uygulamaları Genelgesi ile mirasta eşit paylaşım hakkının kullanımı engellenmektedir.
Yakın tarihli bu örnek, Medeni Kanun’da bir değişiklik yapılmaksızın kadın kazanımlarının nasıl hedef alındığını ve yok edildiğini göstermesi bakımından önemlidir.
İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilme sürecine dönecek olursak; çekilmeye dair kararın verilmesinden evvel, Sözleşme hedef ilan edilmiş; Cumhurbaşkanının “Muhafazakâr camianın rahatsız olduğu hükümler var. Eleştiriler duyuyorum” şeklindeki yorumlarının ardından, üstelik Sözleşme’yi imzalayan ilk ülke olma özelliğini taşıyan Türkiye’de, İstanbul Sözleşmesi için Resmî Gazete’de yayımlanan 19.03.2021 gün ve 3718 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile sözleşmeden çekilme kararı alınmıştır.
Bu kararın ardından kadınlar derhal harekete geçmiş, gerekli hukuki mekanizmalar işletilmiştir.
Ancak eril şiddeti meşru gören yargı kararları, İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilme kararına dair açılan davada da zuhur etmiş; Danıştay 10. Dairesi, İstanbul Sözleşmesi’nin feshine ilişkin Cumhurbaşkanı kararının iptal istemini 2’ye karşı 3 oy ile reddetmiştir.
Karara şerh koyan iki hâkimin, İstanbul Sözleşmesi’nin feshinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve “temel hak ve özgürlüklere” dair yaptığı vurgulara rağmen hukuk işletilmemiştir.
Red kararında, uygulanmayan 6284 Sayılı Yasa referans gösterilmiştir.
Yıllarca kadınlar “6284’ü uygula” diye boşuna ses çıkarmamış; bu yasa son derece sınırlı şekilde uygulandığı için, artık sayıları binlerle ifade edilen kadın ölmemiş gibi davranılmıştır.
İlk imza edildiğinde iktidarın gurur kaynağı olarak lanse ettiği İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilmenin tek bir izahı vardır; o da kadınları tamamen yok sayan bir zihniyet inşasına ilişkin tahayyüldür.
Fakat bu tahayyülün miadı çoktan dolmuştur.
Kadının katlinin caiz görüldüğü karanlık çağın üzerinden çağlar akmış, çağlar geçmiştir.
Kadınlar; insanlık tarihinin ilk anlarından itibaren yarattıkları, geliştirdikleri, büyüttükleri, ürettikleri, bereketli kıldıkları koskoca yaşam üzerindeki güçlerinin ve insanlığa sundukları büyük katkının farkındadır. Ve artık asla geriye dönüş yoktur.
Savunduğumuz, yaşam hakkımızdır. Ötesi var mı?
Hatırlayın lütfen; geri çekilmeye dair kararın yayımlandığı anın üzerinden 24 saat geçmemişti ki hepimiz sokaklardaydık!
42’den fazla kentte kadınlar, LGBTİ+’lar ve herkes, İstanbul Sözleşmemiz için ayaktaydı!
Yurtdışından sesler yükseliyor; Nahide’yi koruyamayan Türkiye’nin, yeni cinayetlere cevaz verecek olan yaklaşımı kınanıyor, umut kırıcı bulunuyordu.
Peki diğer cephede neler oluyordu?
Kadına şiddet uygulayabileceği için sevincini dile getiren sosyal medya paylaşımları yapılıyor, Sözleşme “aile birliğine” karşı diye lanetleniyor, uygulanmayan 6284 övülüyordu.
O günden bugüne şiddet arttı, çözümsüzlük dayatıldı, failler korundu, katiller tahliye edildi!
En son, geçtiğimiz Ekim ayında Sözleşme’ye ilişkin yorum yapan Cumhurbaşkanı;
“İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmemizin, kadın hakları ve kadınlara yönelik şiddetle mücadeleye en ufak bir menfi etkisi olmamıştır” diyerek, sorunu alkol kullanımına indirgemiştir. Daha doğrusu: yok saymıştır.
Kadını katleden; erkeğin alkollü olması, madde etkisi altında olması, stresinin çok olması, para kazanamıyor olması, öfkesini kontrol edemiyor olması, kıskanç olması, patrondan azar işitmiş olması, hasta olması, psikolojisinin kötü olması, işten çıkarılması, bazen de partnerini aşırı seviyor olması, karısının yemeği tuzlu yapmış olması, nişanlısının giydiği kıyafeti, kız arkadaşının kendisini terk etmiş olması, eşinin boşanmak istemesi değildir!
Kadını katleden; erkek egemen zihniyet, önleyici tüm mekanizmaların devre dışı bırakılması, yargı kararlarında kadının yaşam hakkının asla ve kat’a yargıcın vicdani kanaatine denk gelmemesi, hukukun susması, 6284’ün yasak savıcı bir metinden ibaret tutulması ve İstanbul Sözleşmesi’nden geri çekilme kararıdır!
Gerçekler “ben buradayım!” diye bağırırken, bize düşen; kadınları tamamen yok sayan bir zihniyet inşasına ilişkin tahayyülü boşa düşürmek ve sahip olduğumuz iddiadan asla vazgeçmemektir!
İktidarların bu konuya dair eğilimi ne olursa olsun, İstanbul Sözleşmesi bizimdir. Kimse haklarımızı elimizden alamaz!
İstanbul Sözleşmesi, haklarımızı haykırdığımız her yerdir:
Amed’de bir sokakta, Ankara’da bir meydanda, İzmir’de bir caddede, Hakkâri’de bir evde, Samsun’da bir alanda, Iğdır’da bir bahçede, Tekirdağ’da bir tarlada, Artvin’de fındık, Muğla’da bir zeytin bahçesinde, Toroslar’da bir yamaçta, Antalya’da bir bulvarda, Taksim’de barikatlarda…
Yaşam hakkımızı savunduğumuz her yerdedir!