En basit tanımıyla “kadının beyanı esastır” demek; eşitsiz güç ilişkilerinin erkekler lehine süreklileştiği ataerkil toplumda (…) kadının sözünü/beyanını hareket noktası olarak kabul etmeyi ifade ediyor
Patriarkal kapitalizmin erkek egemen tahakküm düzeni içinde nesneleştirilen, salt biyolojik cinsiyet tanımlamasına indirgenen ve bu tanım üzerinden her alanda eşitsizleştirilen, bu eşitsizlikler toplamı üzerinden de bedeni, emeği ve kimliği sömürülen-sömürgeleştirilen bir kadın hakikati var. Yaratılan bu hakikat, kadın etrafında gelişen kurucu toplumsallıktan; süreç içinde kadının tarihsel-toplumsal varlığını parçalayarak iradesini yok saymış, kadını metalaştırarak inşa ettiği normlar ve kurumlar aracılığı ile de kendi iktidarını meşrulaştırıp günümüze kadar devam ettirebilmiştir.
İşte bu bağlamdan bakıldığında sosyal-toplumsal bir olgu olarak kadınların bedeni, emeği ve yaşamı üzerinde her türlü baskı ve denetim kurmanın yapısal bir aracı haline getirilen kadına yönelik erkek-devlet şiddetinin neden politik olduğu anlaşılacaktır.
Politiktir; çünkü kendini inşa ettiği toplumsal cinsiyet eşitsizliğinden, şiddetten beslenir,
Politiktir; çünkü yarattığı tüm kurum(ları)sallıkları ile “rıza” üreten baskı ve zor’a dayanır.
Politiktir; çünkü şiddet üzerine kurduğu toplumsal cinsiyet eşitsizliğini ezen-ezilen ilişkisi bağlamında doğal bir süreç olarak dayatmış, heteronormatif bir baskı aracı olarak kadınların varlığını, sözünü/beyanını, emeğini, iradesini hiçleştirerek “makbul kadınlık,” “kutsal aile” vd. kalıplarla ev içine hapsederek toplumla buluşmasını engellemiş, yerine kendi sistemini ikame etmiştir.
Ancak, kadınların her türlü kazanımlarına saldıran erkek-egemen sistem ve yarattığı eril tahakküm karşısında kadınlar bir yanda sistemi teşhir ederken, bir yandan da kendi hak ve özgürlük mücadelesini yürütmeye, kendi hakikatini açığa çıkarmaya devam etmişlerdir.
İşte bu mücadele sonucudur ki kadınların çokça bedel ödeyerek elde ettiği “Kadının beyanı esastır, erkek aksini ispatlamakla yükümlüdür” ilkesi önemli bir mücadele aracı ve kazanım olmuştur.
Peki nedir bu “Kadın Beyanı Esastır” ilkesi, ne anlama gelir?
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ve erkek-egemen eril tahakkümün bu kadar yoğun olduğu, devletin başta yargı olmak üzere neredeyse tüm kurumsallıklarını kullanarak erkeklerden yana bir ezen-ezilen hiyerarşisi yarattığı toplumlarda kadın ve erkeğin beyanlarını eşit derecede görmek ve eşitlik varmış gibi muamele etmek kadınların aleyhine ikincil bir eşitsizlik yaratacaktır.
Dolayısıyla en basit tanımıyla “kadının beyanı esastır” demek; eşitsiz güç ilişkilerinin erkekler lehine süreklileştiği ataerkil toplumda sosyo-ekonomik, sosyo-kültürel ve toplumsal olarak türlü baskılar altında ezilen, yok sayılan ve her yönden ikinci plana atılan, toplum tarafından da yılların “mağdur suçlayıcılık” birikimi ile genel olarak suç atfedilen/suçu kendinde arayan kadının sesini duyma, sözünü/beyanını hareket noktası olarak kabul etmeyi ifade ediyor.
Burada tartışmanın hukuksal boyutuna çok girmeden diyebiliriz ki bu ilkenin esas alınması kadının beyanı doğrudur demek olmayacağı gibi, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yarattığı türlü baskı, korku ve kaygılar yüzünden kadınların susmak zorunda kalabileceği durumlarda hukukun (pozitif ayrımcılık ilkesi gereği) bu güç eşitsizliğini göz önünde bulundurarak bir denge yaratmaya çalışması demektir.
Kadının beyanını esas almak “masumiyet karinesi” ilkesiyle de çelişmeyeceği gibi özellikle delil yetersizliği olan cinsel suç ve şiddet vakalarında olayla ilgili etkin bir kovuşturma ve soruşturma yapılması, yargılama aşamasında da delil niteliği taşıması anlamına gelecektir.
Bu çerçeveden değerlendirildiğinde, “kadın beyanı esastır” ilkesi kadının toplumsal cinsiyet eşitsizliği-ayrımcılığı karşısında mücadele etme, hak arama sürecinin de başlangıcıdır.
İlkenin gereği gibi beyan kabul edilmesi, şiddete maruz bırakılmış kadınlar, çocuklar ve LGBTİ+ların gerek teşhir sürecinde, gerek başvuru mekanizmalarında, gerekse soruşturma ve yargılama aşamasında tekrar tekrar yaşadıkları travmaların ve mağduriyetlerin bir nebze de olsa önüne geçecektir.
İstanbul Sözleşmesi ve 6284 kapsamında ilkeye dönük saldırılar
Bugün günde en az dört kadının öldürüldüğü, kadınların, çocukların ve LGBTİ+ların her gün türlü şiddet halleriyle karşı karşıya kaldığı bir ülkede kadınların haklarına, kazanımlarına ve varoluşlarına saldırıların yaşandığı olağanüstü dönemlerden geçiyoruz. Ki bu saldırıların hiçbiri eril iktidarın güç kazandıkça dini, kültürel, geleneksel vd. kodlarla atadıkları kadınlık rollerini aile odağına indirgeyen politik söylem ve kadın düşmanı eylemlerinden azade değil. Kadınların binbir emek ve mücadele ile elde ettikleri bir kazanım olan İstanbul Sözleşmesi'nden bir gece yarısı tek bir kişinin kararı ile çekilinmesi aslında bu malumun açıkça ilamı oldu. Hız kesmeden devam eden tartışmalar sıranın bir diğer hak kazanımı olan ve kadının beyanını esas alan, bir nevi güvencesi olan 6284 sayılı yasaya geleceğinin göstergesi…
Türkiye'de 2011 yılında imzalanan ve 2014 yılından 2021’e kadar yürürlükte olan Sözleşme imzacı olan taraf devletlere, kadına yönelik her türlü şiddetle mücadele konusunda sorumluluklar yüklerken; şiddetin kadınlar ile erkekler arasındaki eşitsiz güç ilişkilerinden, toplumsal cinsiyet temelli ayrımcılıktan kaynaklandığını söylüyor ve bu eşitsizliğinin ortadan kaldırılması için eğitimden, istihdama her alanda gerekli adımların atılması, bu yönde kapsamlı ve bütüncül politikalar geliştirmesi ve uygulanması noktasında bir yol haritası çiziyordu.
Bu Sözleşmeye dayanarak, 2012 yılında 6284 sayılı “Ailenin korunması, kadına karşı şiddetin önlenmesine dair” kanun çıkarıldı. Sözleşme hükümleri gereği yürürlüğe giren ve kadının beyanını esas alan bu kanun açıkça “şiddet tehdidi altında olduğunu beyan eden kadının, ilave delil aranmaksızın koruma, uzaklaştırma, gizlilik, sığınağa yerleştirilme, geçici velayet ve tedbir nafakası talebi, gizlilik kararı isteme, maddi ya da sağlık yardımı gibi koruyucu ve önleyici tedbirler talep etme hakkını” tanırken, beyan ile mağdurun kanunun öngördüğü gerekli mekanizmalara dahil edilmesini ve bu haklardan yararlanmasını güvence altına alıyor. Burada tartışmaların ve saldırıların aksine kadının beyanını esas alan kanun suç/fail hakkında bir hükme değil, fakat şiddete karşı korunma tedbiri alınmasına ve soruşturmanın başlatılmasına esas oluşturuyor.
Bu noktada, gerek Sözleşmeye gerekse ilkeye yönelik saldırılar en çok da 6284 sayılı yasanın kadınlara tanıdığı bu haklar bağlamından şiddetleniyor. Toplumsal cinsiyet eşitliğini temel eksene alan Sözleşmenin tam da bu gerekçeyle “aile ve toplum yapısını bozduğu,” “eşcinselliği özendirdiği,” eşcinsel birliktelikleri yasal teminat altına aldığı gibi argümanlar ön plana çıkarılırken, özünde kadın-erkek eşitliğine inanmayan, “fıtrata aykırı” bulan milliyetçi-muhafazakar, tahakkümcü zihniyetin Sözleşmeyi “marjinal feminist grupların, komünistlerin, bölücülerin ve din karşıtlarının toplum yapısını ve medeniyeti yıkmayı hedefledikleri" gibi akıl almaz savları basında ve kamuoyunda çokça dile getirilen itirazlar oluyordu.
Öyle ki belli zümrelerin, cemaatlerin-tarikatların saldırısı altında olan Sözleşmenin feshinden sonra bile ilgili çevreler Sözleşme artığı olarak gördükleri 6284’ü “yuva yıkan kanun” olarak tanımlıyor, kadınlar tarafından kötüye kullandığı, aileyi dağıttığı, şiddeti daha çok artırdığı, toplumun inanç ve kültür değerlerini alaşağı ettiği gerekçesiyle bu sefer de kanunun kaldırılması için baskı oluşturmaya çalıştıkları gözlerden kaçmıyor. Saldırılar, 6284 kapsamında kadının beyanı esas alınarak erkekler için verilen evden uzaklaştırma kararının aileleri parçaladığı; “6284 ve kadının beyanı esastır ilkesi sonucu milyondan fazla erkeğin yuvasından uzaklaştırıldığı, haksız nafakalar verildiği, adaletsizliğe yol açarak erkeklerin para ve hapis cezalarına çarptırıldığı” gibi manipülatif iddialar üzerinde yoğunlaşıyor ve liste uzayıp gidiyor…
İstatistikler, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasından bu yana 278 kadının erkekler tarafından katledildiğini, 235 kadının ise şüpheli bir şekilde ölü bulunduğunu söylüyor. Bugün, içinde bulunduğumuz durum evde, sokakta, okulda, işyerinde, hapishanelerde kadınlara yönelik şiddetin, taciz-tecavüzün, hak ihlalleri ve baskıların adeta tavan yaptığı bir toplumda ne yasalara riayet edildiğini, ne de kadının beyanının esas alındığını kanıtlar nitelikte. Gelinen süreç kadın bedenine, iradesine, varlığına alenen savaş açmış bir iktidarın her fırsatta kadın kazanımlarına saldırısı karşısında kadın hareketleri ve kurumlarına dünden çok daha fazla sorumluluk düştüğünü gösteriyor. Zira kadınlar gasp edilen birçok hakkın, geriletilen kazanımların sonuçlarını kendi hayatlarında nasıl acı tecrübeler yaşattığına tanıklık ediyor.
Halkların Demokratik Kongresi Kadın Meclisleri olarak bizler de kadın dayanışmasına olan inancımızla, yıllardır binbir zorlukla mücadele ederek, çokça bedel ödeyerek elde ettiğimiz kazanımlarımızdan vazgeçmeyeceğimizi bir kez daha hatırlatıyor, genelde İstanbul Sözleşmesi, özelde ise 6284’e indirgenen “kadının beyanı esastır, erkek aksini ispatlamakla yükümlüdür” ilkesinin bunların çok ötesinde anlamlar barındırdığını biliyor; kadınların kurtuluşu-özgürlüğü ve kadın hakikatinin açığa çıkarılması noktasında ilkenin toplumsallaşması için çalışmalar yürütüyoruz.
Biliyoruz ki tarih onu var eden, yaşamı yaratan kadınlardan yana…
Haklıyız,
Beyan ediyoruz,
Değiştireceğiz,
Biz kazanacağız!
*HDK İstanbul İl Eşsözcüsü