Bundan sonra Sözleşme’yi yeniden kazanmak için verilecek mücadelenin politik yönelimlerini belirlemek için son bir yılın, feminizm içinden bir tartışma ile ele alınması gerektiği de aşikâr
Danıştay’ın İstanbul Sözleşmesi’nden cumhurbaşkanı kararnamesiyle çekilmenin yürütmesini durdurma başvurusunu reddetmesi on yıllık bir sürecin tamama erdiği nokta oldu. Feminist hareket 2011 yılında genel seçimlerin hemen öncesinde kadın ve aileyi koruma bakanlığının isminden kadın kelimesinin çıkmasının, “kadınlara rağmen” aileyi koruma siyasetinin ilk adımı olduğunu defaatle söyledi. Her ne kadar aynı yıl İstanbul Sözleşmesi’ne imza atılmış olsa da Sözleşme’nin 2014’te yürürlüğe girmesinin ardından kadınlar için ilk kolektif siyasi sonuçlarının ortaya çıkmasıyla AKP iktidarı sözleşmeyi hükümsüz kılma girişimlerini hep sürdürdü. Temel yönelimleri kadınları aileye mahkûm etmek, boşanmaktan caydırmak, öldürücü olmayan şiddete boyun eğmeye zorlamak, boşanmakta direnirse de erkeklik indirimleriyle katil erkekleri kollamak şeklinde tezahür etti.
AKP’nin yetkili isimlerinin özellikle geçen yıldan beri Sözleşme hakkında yaptıkları yorumlardan belki de en isabetlisi Sözleşme'nin aileyi yıkmayı hedeflediğine ilişkin söyledikleriydi denebilir. Kuşkusuz İstanbul Sözleşmesi tek başına aileyi yıkamaz ancak devletlere, “kadına yönelik şiddeti” engellemek için toplumun her yapısında kadın erkek eşitliğini sağlama ve kadınları şiddete en çok maruz kaldıkları yer olan aileden koruyabilecek önlemleri hayata geçirme görevi vermesiyle, bildiğimiz [burjuva-patriyarkal] aileyi aşındıracak en ileri hukuki metin olduğu da bir gerçek. İstanbul Sözleşmesi, ikinci dalga feminist hareketin aileyi yıkma ve erkek şiddetini engelleme yönündeki mücadelesinin en önemli toplumsal, siyasal ve hukuki kazanımı oldu.
Erkek şiddetiyle feminist mücadele
Türkiye’de de feminist hareket 1987’deki dayağa karşı yürüyüş mitinginde simgeleşen erkek şiddetine karşı mücadeleyi her daim, aile kurumunun bu şiddetin kaynağı ve meşruiyet zemini olduğunu teşhir ederek örgütledi. Heteroseksüel çekirdek aile ortadan kalkmadan kadınların kurtuluşunun mümkün olmadığı, kadınların emeklerini, bedenlerini ve cinselliklerini denetleme tekeline sahip olan erkek iktidarının ailede inşa olduğunu söyleyerek siyasal mücadelesini şekillendirdi. Kadın hakları savunuculuğu ile feminizm arasındaki ayrım tam da, feminizmin hetero-patriyarkayı kurucu bir egemenlik ilişkisi ve aileyi de patriyarkanın temel kurumu olarak gören siyaseti ile kadın erkek eşitsizliğini ve erkek şiddetini eğitim eksikliğine ve/veya yasal düzenlemelerdeki eksiklere indirgeyen kadın hakları savunuculuğu siyaseti arasındaki farkla ortaya çıkıyor.
Dayağa karşı yürüyüşten bugüne feminist hareketin ve kadın hakları savunuculuğunun erkek şiddetine ilişkin çizgilerine baktığımızda İstanbul Sözleşmesi’ne ruhunu yansıtan siyasetin feminist hareket olduğu açıkça görülüyor. Namus, töre, cinnet cinayeti gibi tanımların yerine “kadın cinayetleri” kavramının hem toplumun hem de medyanın gündemine sokulması feminist mücadele ile mümkün oldu. 2000’lerin ortalarından itibaren aile içi şiddet, eril şiddet, kadına yönelik şiddet gibi şiddetin failini ve sistemik kökenini muğlaklaştıran kavramlaştırmaların yerine “erkek şiddeti” kavramının gündeme sokularak, hem failin hem de şiddetin temelindeki erkek egemen sistemin yani patriyarkanın belirgin kılınması da yine kararlı ve tutarlı bir feminist siyaset ile mümkün oldu.
“Kadın cinayetleri politiktir” tespiti ile başlayan/gündemleştirilen feminist dava takipleri feminist hareketin eş zamanlı olarak yükselttiği “aile değil kadınız” vurgusuyla uyumluydu. Kadın cinayetlerinin feminist hareketçe gündemleştirilmesi feminist dava takiplerinin feminist kampanyalar şeklinde örgütlenmesi medyanın ve toplumun hem algısını hem yaklaşımını dönüştürdü. Bir süre sonra başlayan “ailelerimizle kadın cinayetlerini takip ediyoruz”, “kadın katillerine ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verilsin ” söylemlerinde cisimleşen, erkek şiddetinin aile ve patriyarka ile ilişkisini görmeyen- kurmayan en iyi ihtimalle kadın hakları savunuculuğu olarak tanımlanabilecek çizgi, kadın cinayetlerini erkek-burjuva hukukunun suç-ceza ikiliğinden öte kavrayamamakla maluldü. Davaları ailelerle takip ediyoruz diyerek gözü yaşlı babaları medyanın duygu sömürüsüne sunma popülizmi 25 Kasımlarda da aynı gözü yaşlı babaları kadın kortejinin önüne dizerek sistem içi bir meşruiyet arayışına giriyordu. “Baba evi” ile “koca evi” arasında fark olmadığını görmeyen bu anlayış evliliğinde yaşadığı şiddet nedeniyle boşanmak isteyen binlerce kadının öldüklerinde gözyaşı döken babalarca engellendiğini de göremiyordu. Aile kurumu ve aile içinde babaların erkek kardeşlerin ve kocaların top yekûn şiddeti sorgulanmadan kadın cinayetlerinin siyasetini yapmak mümkün değil. Tam da bu nedenle feminist hareket başbakanlığı döneminde AKP kadın kolları toplantısında Tayyip Erdoğan konuşurken “siz kadın erkek eşit değildir dediğiniz için her gün üç kadın öldürülüyor”, “siz üç çocuk doğurun dediğiniz için her gün üç kadın öldürülüyor” diyerek eylem yapıyordu. Kadın hakları savunuculuğu çizgisi ise cezaları artırıp (insan haklarına aykırı) ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası talep ederken aslında tecavüzcüleri hadım ederek cinsel şiddeti önlemeyi hedefleyen AKP siyaseti ile benzeşiyordu. Ve en önemlisi, tek tek erkeklere daha ağır ceza gibi talepler erkek şiddetini bireyselleştirdiği için de iktidar çevrelerince benimsenebiliyor.
Kadınların ölmemek için öldürmeleri, hayatlarına sahip çıkmaları, erkek şiddetine direnmeleri ve boşanma kararlılığını sürdürmeleri, evde dayak yemenin kader olmadığını, erkeklerin kadınları dövme hakkı olmadığını görmeleri hiç kuşku yok ki 1987’deki dayağa karşı yürüyüşten itibaren gün gün yıl yıl büyüyerek evlere yayıldı. Yani kadınlar öldürüldüklerinde katil erkeklerin ağır cezalar alacağını varsayarak değil, ailenin dışına çıkmanın erkek şiddetine direnmenin meşruiyetine inandıkları için İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıktılar. Feminizmin etkisi bir yerlere üyelik sayısıyla ya da kendine feminist diyenlerin yan yan gelerek kaç kişi eylem yaptığıyla değil, kadınların başta aile kurumu olmak üzere erkek egemenliğini sorgulayarak toplumu dönüştürmesiyle ölçülür. Bugün AKP iktidarı boşanmaları engellemek için nafakayı gasp etmeye, kadınları uzlaşma görüşmelerine zorlamaya ve en nihayet İstanbul Sözleşmesi’nden çekilerek ölüm tehdidini büyüterek yıldırmaya çalışıyorsa, kendi seçmeni kadınlar arasında yaptığı anketlerde bile İstanbul Sözleşmesi’ne desteği görüyorsa, bu feminist hareketin erkeklere ve aileye direniş için yaktığı ateşin ışığının sadece AKP karşıtı kadınların değil AKP’li kadınların da evlerine ulaştığının göstergesidir.
Sözleşme kampanyasının bir yılı
AKP saflarında Sözleşme’den çekilme kampanyası yaklaşık bir yıl önce başladı. Kadın hareketinin gösterdiği direniş, Sözleşme’den haberdar olmayan kesimlerin de Sözleşme’yi öğrenmesine ve benimsemesine yol açarken, AKP tabanındaki kadınların da Sözleşme’ye sahip çıktığı bizzat AKP tarafından yapılan anketlerde ortaya çıktı. Bu durum AKP karşıtı olarak konumlanmış siyasal odakların hepsini feminist hareketin ve kadın hareketinin yıllar süren mücadelesi ile kazandığı Sözleşme’yi sahiplenmek durumunda bıraktı. Kadın hareketinin İstanbul Sözleşmesi’ni savunmak için yürüttüğü kampanyaya bir şekilde eklemlenme ihtiyacı duydular; Meral Akşener’in Sözleşme maskesi takması aslında bu eklemlenme çabasının en somut ifadesiydi.
Sözleşme karşıtı kampanyanın odağına Sözleşme’nin “aileyi yıkacağı” ve “eşcinselliği özendirdiği” söylemi yerleştirildi. Ve yine son bir yıldır diyanet işleri başkanından içişleri bakanına bir dizi yetkili AKP’li nefret suçuyla malul söylemlerle LGBTİ+’ları hedef alırken, LGBTİ+ harekete yönelik devlet şiddeti de hep arttı. Bu noktada Sözleşme’yi koruma kampanyasının eksenine yerleşen, en geniş çevre ile yan yana gelerek mücadele hattını oluşturma anlayışının feminizmden ziyade kadın hakları savunuculuğuyla tanımlanması daha doğru olur. CHP’den DEVA partisine (hatta maalesef Meral Akşener’e) uzanan bir siyasal yelpazeyi içerme kaygısı Sözleşme’yi kadın cinayetlerini engellemekle sınırlı bir hukuk metni olarak ele almayı da beraberinde getirdi. Yer yer “aileyi yıkmıyor” “eşcinselliği teşvik etmiyor” gibi talihsiz açıklamalara yol açan bu çizgi, aslında AKP karşıtı burjuva parlamenter siyasetin sınırlı kapsayıcılığının en geniş zemin olduğu yanılsamasına düşerken, kime oy verdiğinden bağımsız kadınların aileye ve erkek şiddetine başkaldırdığını ve İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıktığını görmüyordu. Bu çizgi hiç kuşku yok ki yirmi yıl öncesinin, meclisteki erkek burjuva siyasilerin asgari müştereğini bularak kadınların kazanımlarını ilerletmeye çalışan lobicilikle de maluldü. Yirmi yıl öncesinde bu çizgi çok ciddi kazanımların önünü açmış olsa da erkek şiddetine ve kadın cinayetlerine karşı mücadele, çok farklı bir mecradan kadınlarla buluşmanın önünü açtı; Kürt kadın hareketi recmedilen Şemse Allak’ın cenazesini omuzlarken feminist hareket polis günü kutlamalarında Taksim’de bir otelden “kadın cinayetlerine isyandayız” pankartını sallandırdı; Kürt kadın hareketi yönetimlerinde olduğu belediyelerde kadın danışma merkezleri, kadın müdürlükleri ve sığınakları açarken feminist hareket feminist dava takiplerini örgütledi, ölmemek için öldüren hayatlarına sahip çıkan kadınlarla dayanıştı, aile değil kadınız feminist isyandayız, dedi. Ve en önemlisi feminist mücadelenin sesi ve talepleri 2007’den itibaren, bugün HDP’de cisimleşen siyasi çizgiden meclise giren Kürt kadın hareketinin ve feminist hareketin temsilcileri ile dile geldi. Kadınların talepleri artık erkek-burjuva parlamenter siyasetin asgari müştereğini gerektiren lobi siyasetine mahkûm değil.
Gelinen noktada elbette İstanbul Sözleşmesi’ni bugün patriyarkanın en güçlü temsilcisi olan AKP (-MHP) iktidarı yürürlükten kaldırdı. Ancak bu durum İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkmak için verilecek mücadeleyi laiklik ya da AKP karşıtı cephe siyasetine endeksleyerek örgütlemeyi doğru kılmıyor. Deva Partisi’nin ya da CHP’nin seçmeni kadınlar partileri Sözleşme’ye sahip çıktığı için değil aile baskısı ve erkek şiddeti karşısında direnmenin umudunu güçlendirdiği için Sözleşme’ye sahip çıkıyorlar; tıpkı AKP tabanındaki kadınlar gibi. Tam da bu nedenle feminist mücadelenin adım adım büyüttüğü direniş ile evlere yayılan feminist sözden taviz vererek amorf bir siyasi yelpazenin ortalamasını bulmaya çalışarak kampanya yapmak kadın hareketi açısından doğru da değil gerekli de. 87’den bugüne erkek şiddeti ile mücadeleyi hangi temelde örgütlediysek aynı çizgide yürümek doğrusu çünkü gelinen noktada feminist hareketin ve kadın hareketinin CHP-İYİ Parti ve DEVA Partisi'nin meşruiyet onayına ihtiyacı yok tam tersine onların kadınların mücadelesine bir şekilde kendilerini eklemlemeye ihtiyacı var.
Feminist eylem, teamül…
En kapsayıcı siyaset anlayışının yanlış tariflenmesi ve erkek-burjuva-parlamentarizmin temsilcilerinin dâhil olabileceği bir bileşimi oluşturma hedefinin politik ortaklık zeminini de kadın hakları savunuculuğuna geri çekmek zorunda kalması, eylemlerin örgütlenmesine ve katılımına da olumsuz etki yaptı. İstanbul söz konusu olduğunda kadın hareketi 8 Mart dışında herkesin kendi grup pankartı ve bayrakları ile sıralı kortejler oluşturduğu mitingleri bırakalı çok oldu. 8 Mart mitingleri İstanbul için bir gelenek ve sosyalist kadınların, Kürt kadın hareketinin, işçi sınıfından kadınların ve feministlerin pankartlarıyla bayraklarıyla imzalı dövizleriyle alanda buluşması elbette çok değerli. Ancak gerek 25 Kasım Platformu eylemleri gerekse kadın hareketinin diğer eylemlerini, grup kortejleri, imzalı dövizler ve pankartlar olmaksızın mor feminalı bayraklar ve imzasız dövizlerle örgütlemenin, hem kadınların katılımı hem de ortaklaşan politik sözünün, sadece çoğu duyulmayan basın metinleri ile değil bütün alandan, katılan tüm kadınların sesiyle sloganıyla ifade edilmesinin daha etkili olduğu, yıllardır ispatlandı (8 Mart feminist gece yürüyüşleri ise bu eylem biçiminin en görkemli yansıması). Keza eylemlerde basın metinlerinin Türkçe- Kürtçe (ve son yıllarda olabildiğince Arapça) okunması da birlikte güçlü olduğumuzun olağan ifadesi. Ancak İstanbul’da Maltepe’de Sözleşme için örgütlenen miting bu yanlış kapsayıcılık ve en geniş zemin anlayışı nedeniyle hem siyaseten dışlayıcı oldu hem de yerleşmiş bir dizi teamülü tartışmaya açan bir çizgide seyretti.
Fatma Altınmakas’ın derdini Türkçe anlatamadığı için eve geri döndüğü ve İstanbul Sözleşmesi’nin ona verdiği tercüman hakkını kullanamadığı için öldüğü göz ardı edilerek Kürtçe basın metni ve/veya Kürtçe bildiri tartışmasının yapılmasının meşruiyeti yoktur. Musa Orhanların Musa Çitillerin ellerini kollarını sallayarak gezdiği bir yerde erkek-devlet şiddeti kavramını tartışmanın meşruiyeti olmamalı. Yıllardır kadın hareketinin bütün eylemlerinde ortak simge olarak kullanılan mor feminalı bayrağın, kadın hakları savunuculuğu çizgisini feminist siyasete ikame etmek için yasaklamaya çalışmanın feminist hareket karşıtı bir rekabetçi grup refleksi olduğu görülmeli. Feminist hareket ve kadın hareketi yıllardır, Kürtçe metin okudu, özellikle her 25 Kasım’da erkek devlet şiddetine direndi, mor feminalı bayraklarla örgütlenen eylemlerle evlerindeki kadınlara sesini duyurdu, erkek şiddetine ve erkek egemenliğine direnecek gücü ulaştırdı. Feminist siyasetin kapsayıcılığının üç siyasi parti ile iki kadın grubunun amorf siyasi uzlaşısından çok daha fazlası olduğunu yıllar içinde gördük ve gösterdik.
Sonuçta…
Danıştay’dan yürütmeyi durdurma kararı çıkmadı ve bu yazının yayımlanacağı 1 Temmuz itibarıyla İstanbul Sözleşmesi’nden mahrum kalacağız. Ve kuşkusuz bu yazıda yaptığım bir dizi eleştiriye rağmen bir yıldır Sözleşme için yapılan kampanyanın örgütlenmesinde görev alan kadınlar çok ciddi ve kıymetli bir emek harcadılar. Elbette Sözleşme’nin yürürlükten kalkma sebebi bu yazıda yapılan eleştirilerden tümüyle bağımsız. Ancak bundan sonra Sözleşme’yi yeniden kazanmak için verilecek mücadelenin politik yönelimlerini belirlemek için son bir yılın, feminizm içinden bir tartışma ile ele alınması gerektiği de aşikâr. Çünkü feminist hareketin önümüzdeki süreçte kadınları hem hetero-patriyarkaya, aileye ve erkek şiddetine direnişe devam etmeye hem de İstanbul Sözleşmesi’ni geri kazanmak için mücadeleye çağırması gerekiyor. Yani önümüzdeki süreçte sadece hukuki bir kazanım olarak İstanbul Sözleşmesi’ne kilitlenecek bir çizgi feminist siyaseti belirsizleştirir. Farklı siyasal çizgilerin ve örgütlenmelerin kendi bildikleri yoldan İstanbul Sözleşmesi için mücadele etmesi meşrudur ve kıymetlidir. Ancak feminist hareket ve yıllardır 25 Kasımlarda ve bir dizi başka şekilde yan yana gelen kadın hareketinin politik sözü ve eylemi ortaklaştırma anlayışı, dar grupçu, rekabetçi ve kadın kurtuluş mücadelesini kadın hakları savunuculuğuna geri çekmeye çalışan çizgi ile yan yana gelmeyi içermek zorunda değil. Dayanışma ile bugüne kadar evlere ulaşan sözümüze siyasetimize sahip çıkarak, politik sözümüz eylemimiz ve kampanya teamüllerimiz arasında kopmaz bir bağ olduğunu unutmadan yola devam etmeliyiz.
1 Temmuz’da meydanlarda buluşmak umuduyla…