Her birimiz 10, 20, 30 yıllık işçileriz. Yine de ucuz işçi olarak görülmeye, asgari ücret almaya devam ettik. Sıcak pres makinelerinde conta üretiyoruz. Yanan ellerimiz, yüzümüze sıçrayan sıcak çapaklarla havalandırmasız bir ortamda, sağlığımız hiçe sayılarak çalıştırılıyoruz
Ülkenin dört bir yanında patlak veren irili ufaklı direnişlere her gün bir yenisi ekleniyor. Bu direniş haritasında müthiş dirayeti ile parlayanlar ise büyük oranda kadın işçilerin önde olduğu direnişler. Polonez, TKIS Blind, Temel Conta… Öncesinde Özak Tekstil, Agrobay…
Kazanımla sonuçlansın ya da sonuçlanmasın kadın işçi eylemleri ve direnişleri son yıllarda daha görünür olmaya, artmaya başladı. Bunda ağırlaşan hatta vahşileşen çalışma ve yaşam koşullarının kadın emekçileri kat kat fazla etkilemesi, kadın direnişlerinin kadın emekçilere güç ve cesaret vererek bir silsile yaratması, sanayi havzalarında bir mücadele deneyiminin de birikmesi etkili.
Koşullara bir bakalım önce: Türkiye’de kadınların %41’i asgari ücrete bile erişemiyor, yani asgari ücretin altında çalışıyor. Daha geniş bir çerçeveden bakarsak Türkiye’de kadınlar ile erkekler arasındaki gelir uçurumu her geçen gün artıyor. TÜİK gelir dağılımı verilerine göre 2023 yılında kadınlar erkeklerden %37 daha az gelir elde etti. Ayrıntıya bakıldığında gelir farkı; yevmiyeli çalışanlarda yüzde 78, kendi hesabına çalışanlarda yüzde 29, ücretli ve maaşlı çalışanlarda yüzde 22. Gelirin kadın ve erkek arasında en çok yakınsadığı çalışma biçimi ücretli ve maaşlı çalışanlar olduğu görülüyor ama yine de aradaki %22’lik fark oldukça büyük. DİSK-AR Temmuz 2024 raporuna göre tahmini 7 milyon kadın çalışanın %61,4’ü asgari ücretin altı ve asgari ücretin %20 fazlası ücretler ile çalışıyor. Yani asgari ücret kadınlar için standart ücret.
Buna bir de kadınlara reva görülen korkunç koşulları ekleyelim. Hakaret, aşağılama, şiddet, taciz, uzun saatler çalıştırma, hak gaspı kadın işçiler için işyerlerinde normal hale getirilmeye çalışılıyor. Çoğu fabrika işçi kadınlar için şiddet yuvası haline gelmiş durumda. Kadınların ‘mecburiyetleri’ patronlar için keyfiyete dönüştürülüyor. Ülkede işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemleri genel olarak patronlar için gereksiz bir maliyet kalemi olarak görülüyor ama özellikle kadınların ağırlıklı olarak çalıştıkları işkollarında işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerine bir kuruş bile ayırmak istememeleri kadınların meslek hastalıklarının, iş kazalarının ve hatta iş cinayetlerinin görünmez mağdurları haline gelmesinin de en önemli nedeni.
Bu korkunç tabloya bir de iktidarın Orta Vadeli Program ile derinleştirdiği yoksulluğu, geçim derdini ekleyelim. Geçinmenin imkansız hale geldiği koşullarda patronlar kadınların çalışıp eve ekmek götürme zorunluluğunu kendileri için kadınlara her türlü eziyeti reva görme hakkına çevirmek istiyor. İşyerlerinde işsizlik tehdidi büyüyor, zam dönemlerinde ‘Biz bir aileyiz’ sözüne daha çok bel bağlayan patronlar, bu aile söylemi ile kadınları tıpkı kendi ailelerinde olduğu gibi işyerlerinde de yükü en çok sırtlanmak zorunda olanlar haline getirmek istiyor.
Havanın en soğuk olduğu, rüzgarların en sert estiği sanayi bölgelerinde, yüz binlerce işçinin sürgit çalıştığı fabrikaların önlerinde 2024 boyunca direniş ateşleri yakılmasına sebep olan koşullar böyle. Direnişteki işçilerin dilinden en çok “insanca çalışmak istiyoruz” cümlesinin yükselmesi bu korkunç koşullara karşı en temel talebin ne olduğunu da gösteriyor.
Bu korkunç koşullar karşısında sanayi havzalarında sendikalaşma eğilimlerinin arttığını gözlemliyoruz. Yasalara baksak, iktidarın diline doladığı ‘özgürlükleri genişlettik’ hamasetine baksak sendikalara üye olmak e-devlet’te bir tık kolaylığında. Gerçekte ise sendikal hakları kullanabilmek için ilmek ilmek dokunan bir mücadele, iş yeri önünde direniş, sendikanın tanınması için hukuki ve fiili mücadele, bu uzun soluk gerektiren mücadelelerde de işçilerin birliğinin hiç bozulmadan korunması gibi çok çetrefilli bir yol var.
Ağır çalışma koşulları yüzünden, aynı fabrikada çalışırken bile bir kez olsun birbirinin yüzlerini görmemiş işçi kadınlar; birbirlerine bir vardiya amirinin hakaretinden, ay sonunu eksi bakiyeyle gören cüzdanlarından, insan kaynakları masalarında önlerine konan fesih bildirimlerinden tanıdıklar. Sendikal haklarını kullanmak istediklerinde karşılarına dikilen engeller karşısında, sadece örgütlenmenin, sendikaya üye olmanın yetmediğini, yasal hakları kullanmak için bile birlik olarak direnmek gerektiğini öğreniyorlar.
Kadın işçileri hem sendikalaşmaya hem de direnişe geçmeye iten sebepler erkek işçilere göre daha farklı. Bant başında, kulaklarında çınlayan hakaretler, sürekli aşağılanma, insan yerine konmama kadınların istisnasız her direnişte ‘işte direnişe çıkmamıza neden olan şey’ diye anlattıkları meseleler. İnsan onurunu ayaklar altına alan bu hakaretlere, fabrika içinde çok konuşulamayan tacizler ve şiddet de eşlik ediyor. Kadınlar biliyor, yüksek sesle dile getirmek ise ancak direnişte belli bir süre geçirip güçlendikten sonra mümkün olabiliyor.
Kadınları direnişe geçiren meselelere ilişkin bu anlattıklarımı çok güzel özetleyen bir aktarım paylaşmak istiyorum sizlerle. Bu yazı yazılırken direnişlerinin 40. gününde olan Temel Conta fabrikasından bir kadın işçinin anlattıklarını… İşte kadın direnişlerinin özeti:
Temel Conta Direnişi: Kadınlar Neden Direnir’in Özeti
Şöyle anlatıyor Temel Conta’da direnen kadın arkadaşımız süreci: “Biz kadınlar sürekli bulunduğumuz yeri evimiz gibi düşünüp toparlamaya çalışırız. Belli bir süre sonra o kadar benimseriz ki bulunduğumuz yer evimiz olur. Evde bir kadın olarak gösterdiğimiz fedakarlık iş yerimizde de devam eder. Buna patronun ‘biz bir aileyiz’ yalanı eklenince iş yeri de evimiz olur. O ailenin bir ferdi olmadığımız gerçeği, patronun karşısına zam için çıktığımızda ortaya çıkar ve ‘işinize gelmiyorsa kapı orada’ sözüyle bir uyanış olur.
Bizim uyanışımız da böyle başladı. ‘Artık yeter!’ dedik. ‘Emeğimizin karşılığı bir asgari ücret olamaz’ dedik ve Petrol-İş Sendikası Aliağa Şubesi’nde örgütlendik.
Normalde pres işi ‘erkek işi’dir, biz kadın işçiler elimizden gelen gayreti gösterdik ve o işin ustası olduk. Her birimiz 10, 20, 30 yıllık işçileriz. Yine de ucuz işçi olarak görülmeye, asgari ücret almaya devam ettik. Sıcak pres makinelerinde conta üretiyoruz. Yanan ellerimiz, yüzümüze sıçrayan sıcak çapaklarla havalandırmasız bir ortamda, sağlığımız hiçe sayılarak çalıştırılıyoruz.
Biz yıllık izinlerimizi planlayıp kullanamayız. Çünkü işverenin işi her zaman acildir ve önemlidir. İşveren istemediği takdirde bize yıllık izinlerimizi vermez. Hepimizin içeride birikmiş yıllık izinleri var. Hiçbirimiz istediğimiz tarihlerde izin kullanmadık. Eşlerimizle aynı anda izne çıkamadık. İşverenin uygun gördüğü tarihlerde birer hafta sırayla izne gönderildik.
2024 yılında 1500 lira olan yakacak yardımı dışında hiçbir sosyal hakkımız yoktu. Onu da 3 taksitle verdiler. EYT’den emekli olan arkadaşlarımıza emeklilik tazminatları 8 ile 12 ay arasında taksitlere bölünüp ödendi. Bugüne kadar kimse el sıkışıp da iş yerinden ayrılmadı. Herkes mahkeme kapılarında işverenle uğraşmak durumunda kaldı. Şimdi duyuyoruz ki bilmediğimiz ne çok hakkımız varmış, haklıyken bile bizi haksız gösterip faydalanmışlar. En çok ağrımıza gidense patronun ‘işe yaramaz işçiler, Allah topunuzun cezasını versin’ sözleri oldu. Bu işçi düşmanı tutum ve sözler bize bu gidişata dur demenin, bu kölelik sisteminden kurtulmanın vaktinin geldiğini gösterdi.
Sendikaya üye olunca da aynı tutum devam etti. Sendikaya üye olanların izinleri iptal edildi, hastane için randevu aldığımızda izin verilmedi, önceden bildirilmiş izinler de iptal oldu. Gerekçe de açık bir dille söylendi: ‘Sendikaya üye olmayacaktınız.’
Soruyoruz sendikada örgütlenmek anayasal bir haksa neden işveren tarafından böyle zorbalığa maruz kalıyoruz? Bu zorlamalar bizi durdurdu mu? Hayır. Daha da hırslandırdı, daha da güçlü hissettirdi. İstifa etmedik, vazgeçmedik. Hasta olup işe gitmezsek tutanak tutma, savunma yazdırma gibi baskılara maruz kaldık. Polonez işçilerinin uğradıkları haksızlıkları her zaman konuşup üzüldük ama mücadeleleri bize ışık oldu. Demek ki bir şeyler mücadele etmeden kazanılmıyor.”
Kamuda Tasarrufa Karşı Mücadelede Kadınlar En Önde
OVP, 12 Kalkınma Planı, strateji planları, aileyle çalıştayları derken kadın ve çocukların ne kadar hakkı kaldıysa sermayenin karı, iktidarlarının bekası için göz konuldu. Aileyle uyumlu iş yaşamı adı altında ucuz, güvencesiz, esnek çalışma planları kamuda tasarrufla birleştirildi. Tasarruf tedbirleri kapsamında kamu kreşleri özelleştirildi, lojmanlar kapatıldı, çocukların servis hakları kaldırıldı. Özellikle belediyelerde kadın çalışanlara ‘fazlalık’ muamelesi yapıldı. Ana muhalefetin belediyelerinde bile kadın emekçilere reva görülen muamele ‘eve dönün’ anlamına geldi. Ama tüm bunlara karşı harekete geçen kadınlar da vardı.
Ege Üniversitesi’nde kurum kreşinin kapatılması kararı ve sonradan özelleştirilmesi; hastanede çalışan kadınların, örgütlü sendikaların mücadelesiyle püskürtüldü. Kreş taşerona devredildi zaten yüksek olan kreş ücretleri daha da yükseltildi. Sağlık emekçisi kadınlar daha güçlü ve daha örgütlü mücadele gerekliliğini tartışıyor şimdi.
Belediye emekçileri kamuda tasarruf adı altındaki yıkım programının üstüne bir de iktidarın ‘silkeleyin’ çağrısıyla belediyelerin karşı karşıya kaldığı borç yüklerinin ağırlığı altında eziliyor. Özellikle kadın belediye emekçileri bu süreçte iki kat ezildi. Bu yüzden de belediye emekçilerinin eylemlerinde ön safta yer aldılar.
Konuşmamız Gereken Bazı Meseleler
Bütün bu direnişler devam ederken kadınlar, dirayetlerini korumak için ekstra çaba sarf etmek zorunda. Aile baskısı, toplumsal baskı, patron baskısı, devlet şiddeti karşısında bir kadın olarak direniş alanını terk etmeme çabası büyük bir inat meselesi haline geliyor. Sendikaların kadınların bu özgün zorluklarını görüp bilerek tutum alması, kadınların bu baskılar karşısında güçlendirilmesi için özgün çalışmalar yapması gerekiyor. Tablo pek böyle değil. Sendikal örgütlenme çalışmaları içerisinde, eylem, direniş ve grevlerde aktif olarak yer alan, hatta öncü olan kadınların, direnişler sonrasında kendi yaşamlarına ‘sessizce’ çekildiğini gözlemliyoruz.
İşçi mücadeleleri içerisinde yer alan kadınların yaşadığı fişlenme tehdidi, ‘ahlaki gerekçe’ olarak lanse edilen kodlarla işten atılma korkusu, aile baskısı, yalnızlaştırma, sendikal mobbing, direnişlerde maddi desteklerin yetersiz kalması ya da hiç olmayışı, ev içi bakım emeği yükünün kadınlara direniş süreçlerinde daha fazla dayatılması gibi durumlar, direnişlerin kadınların yaşamında dönüştürücü bir etkisi olmasına engel oluyor. Direnişler bittikten sonra özellikle kadınlar ağır ekonomik yüklerle ve aile baskısıyla baş başa kalıyor. Sendikaların kadın işçilerin örgütlenmesindeki zayıflığı ve kadın işçilerin mücadele araçlarının eksikliği bunu besliyor.
İstisnai örnekler var elbette, ancak genele sirayet etmediği için kadın işçilerin örgütlü grev, direniş gibi süreçlerde yer almalarına rağmen neden kalıcı ve dönüştürücü bir örgütlenmenin içinde yer alamadıklarını konuşmamız lazım. Çünkü önümüzdeki dönem yeni işçi direnişlerine gebe.
Çalışma koşullarının ağırlaştığı, enflasyonun yükseldiği, ücretlerin geçimi sağlamadığı bu kriz koşullarında işçi eylemlerinin ve kadın işçilerin mücadele eğiliminin artacağını öngörmek zor değil.
İşçi hareketinin bütünlüklü mücadelesine bağlı olan, ancak özel talepleri ve örgütlenmeleriyle işçi hareketinin gelişmesine ve kök salmasında vazgeçilmez bir rolü olan işçi kadın hareketinin bu yükselen dalga içindeki konumunu nasıl yükselteceğimizi, gücünü arttırmak için yapacağımız hamleleri belirlemek, acil bir konu olarak karşımızda duruyor.
Konuşmamız Gereken Bir Şey Daha Var: Aile Yılı İlanı Sadece Muhafazakarlık Meselesi Mi?
AKP 2025 yılını Aile Yılı ilan etti. Sermayenin krizlerinin yarattığı toplumsal sorunları aileye, aile içinde de kadınların sırtına yüklemek istiyor. Emekçi ailelerin hayatını idame edemez hale geldiği ağır geçim koşullarında, tüm kamusal hizmetlerin piyasalaştırıldığı, eğitimden sağlığa tüm hizmetlerin parayla alınır satılır hale getirildiği, toplumda rıza oluşturmak için dine dayalı gerici muhafazakarlığa bizzat devlet eliyle güç kazandırıldığı bu dönemde kadına aile içinde, toplum içinde yara bandı olma görevi veriliyor.
AKP döneminde kadının aile içinde tanımlanmasının, tüm haklarından yoksun bir “doğum makinesine” dönüştürülmek istenmesinin, giderek vahşileşen şiddetin hedefi haline getirilmesinin ekonomi-politik nedenleri var.
Bugün nüfus öngörülerine bakıldığında Türkiye nüfusu önümüzdeki 40 yıl içinde hızla yaşlanacak. Bu durum istatistiklere de yansıyor. 11. ve 12. Kalkınma Planlarında yaşlanan nüfusun risklerine dikkat çekiliyor ve genç-dinamik nüfus yapısının korunması temel bir hedef olarak belirleniyor. Ucuz emeğe dayalı çalışma rejimini ve uluslararası sermayeye pazarlanacak “genç, çalışabilir nüfus potansiyelini” tehdit altında gören AKP’nin tüm hamleleri de bu eğilimleri tersine çevirmeye yönelik.
Aile işte bunun için çok kritik. Bir yandan derinleşen yoksulluk sorununun “yönetilebileceği” bir araç, bir yandan da ucuz emek gücü üretiminin garanti altına alındığı, bunun tüm maliyetinin ise “ailenin özeline” yıkıldığı bir alan. AKP’nin “aile” vurgusu ucuz emeğe duyulan vahşi açlıktan kaynaklanıyor.
Aile Yılı ilanıyla evlenmeye ve çocuk doğurmaya yönelik “havuç”lar öne çıkarıldı. Çocuk başına para verme, evlilik teşvikleri, faizsiz krediler vs. Verdikleri çocuk teşvik paraları, evlilik teşvikleri çok doğumdan elde edeceklerinin yanında devede kulak bile değil. Bir yandan da “aile desteği” adı altında kadın emeğinin tümden güvencesizleştirilmesi süreci tamamlanacak. Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın Mayıs 2024’te açıkladığı “Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı” iktidarın doğum izni süresini uzatmayı da kapsayan özellikle maddi desteklerle çocuk doğurmayı teşvik edecek bazı adımlar atmanın hazırlığında olduğunu göstermişti. “Kadınlar ev ve iş hayatı arasında tercih yapmak durumunda kalmasın” sözleriyle pazarlanan, kadınlar için düşük ücret ve güvencesizlik anlamına gelen esnek çalışma saatleri, yarı zamanlı çalışma modelleri üzerine bakanlıklar arası ortak bir çalışma yürütüldüğü de açıklandı. İktidar, tüm çalışma hayatını esnek ve güvencesiz hale getirme planını “kadınların güçlenmesi, ailenin desteklenmesi” yalanıyla sunuyor. Bu, tüm emekçiler için açık bir saldırı planı. Ama özellikle kadın emekçiler için büyük bir yıkım demek.
Aile Yılı’nda ne olacak söyleyelim. Kadınların kendi bedenleri üzerinde karar verme haklarının önümüzdeki dönem daha da saldırgan ve zora dayalı yöntemlerle gaspına şahit olacağız. Çalışma hayatında kadınlara reva görülen vahşet de artacak. AKP iktidarı ve gerici ittifakları, önümüzdeki dönem kadınlara yönelik saldırılarını daha da yoğunlaştıracak ve kadınların öfke ve isyanını bastırmak için daha baskıcı yöntemlere başvurmaktan çekinmeyecek.
Ailede yoksulluk var, her geçen gün derinleşen. Kadınlara ve çocuklara yönelen vahşileşen şiddet var. Ailelerin barınma, sağlık, sosyal destek, eğitim, geçim derdi var. Dört kişilik bir ailenin en az 69 bin lira bir gelire sahip olması gerekirken ülkenin yarısı 2025 yılında, hanede bir kişinin çalışması durumunda 22 bin 104 lira ile hayatını sürdürecek. Merkez Bankası verilerine göre, Türkiye’de çalışanların yarısına yakınının asgari ücret aldığını da belirtmek gerekiyor tam da bu noktada. Ailede olmazı olur, yetmezi yeter yapma yükü yüzünden boğulan kadınlar var. Türkiye’de kadın işsizliği, AB ve OECD ülkelerinin 2 katından fazla. Geniş tanımlı kadın işsiz sayısı 4,5 milyon civarında iken 12 milyona yakın kadın; ailevi, kişisel nedenler ve ev işleri dolayısıyla çalışma hayatına katılamıyor. Çalışan kadınların ise yüzde 30,8’i kayıt dışı çalıştırılıyor. Önümüzdeki dönem ailelerin geçim derdi nedeniyle kadınların iş arayışlarının artacağı açık. Kayıt dışı ve güvencesiz çalışmanın artacağı da… Çocuk, yaşlı, engelli bakımı çok büyük bir dert, kreş yok, özelleştirilen engelli bakım merkezleri rant ve şiddet yuvası haline gelmiş durumda, yaşlılar için hiçbir olanak yok. Kapılar üstüne çekilip evlerde yalnız başına bırakılacak çocuklar, engelliler, yaşlılar her türlü istismara, tehdide açık.
Bugün kadına yönelik artan şiddetle asgari ücretin insanca yaşanacak seviyeye çıkarılması talebi arasında, kadınların bağımsız bir hayat kurması için somut taleplerimizle güvenceli iş talebi arasında, kadınların boşanma haklarına ilişkin taleplerimizle çocuklara ücretsiz kreş, engellilere kamusal ücretsiz bakım, yaşlılara emekli maaşlarının insanca yaşanacak ücret talepleri arasında doğrudan, açık bağlar var. Kadın işçilerin direnişlerinde bu taleplerin iç içe geçmesi bir tesadüf değil. Kadın hareketinin de bu iç içeliği daha çok tartışması, bu talepler arasındaki zorunlu bağı daha çok öne çıkarması gerekiyor. Mücadelemizin dinamiklerini buralardan kurmaya, böyle zorba bir hayatla tek başına baş etmek zorunda bırakılan milyonlarca kadını mücadelenin bir öznesi haline getirebilmek için bu genişlikte bir talepler silsilesi oluşturup örgütlenmeye ihtiyacımız var.