Değerleri bırakalım, fiziksel durumlar bile kendi olmaktan çıkmıştır. Binyıllardır yaratılmaya çalışılan köle- efendi mantığının modernize edilmiş halidir bu ve öz olarak değişen bir şey yoktur. Zamana yaydırılarak, sinsi ve kurnazca yaratılan şey kapitallerin “emir” ve “buyruk”larının yerine getirilişidir. Bu durumun prangaya bağlı çalışan eski dönem köleliklerden hiçbir farkı yoktur
İnsanlığın başına bela olmuş tüm anti-toplumsal olguların yine insan eliyle inşa edildiği gerçeği, belki de onu tekrardan yapılandırmak ya da bir bütün yok etmek düşüncesine güç verecek bir düşüncedir. Mücadelesizlik dediğimiz şey ise tüm bu anti-toplumsal inşaların bir kader gibi algılanması, bir süre sonra da onunla yaşamaya alışma haliyle gelişir. İnsanın sosyo-psikolojik evrimi de bu yönde gelişim gösterir. Kuşkusuz anti-toplumsal gelişmeler ve de bunların ideolojik argümanları bugünkü insan profilinin yaratıcı unsurudur. Yapma, etme gibi öğrenme biçimlerinin dışında bir de toplumsal olarak bir öğrenme biçimi vardır ki, gelişimi en fazla şekillendiren şey de budur. Çünkü insan olmanın en temel koşulu sosyal bir varlık olması yani toplumsal olmasıdır. Bu noktada bilgi, deneyim aktarımı da olumlu olduğu kadar olumsuz da olabilmektedir. Aktarılan şeyin niteliğine, amacına göre değişkenlik gösterir.
Kapitalist bir dünyada yaşadığımız doğrudur. Kendini “tarihin sonu” olarak gösterip “tüm hakikatlerin yaratıcısı olma” düşüncesini toplum üzerinde etkileri yadsınamaz bir gerçekliktir. Ancak kapitalizm, Rosa Luxemburg’un belirttiği gibi, toplumüstü bir yapılanma olup kapital olmayan bir altyapıya ihtiyaç duyar. Özcesi kapitalizmin kazanması için “kazanamayan” bir kesimin olması gerekmektedir. Kazanamayan, ancak sürekli kazanma güdüsüyle hareket eden, en önemlisi de sürekli tüketim halinde olan bir kitleye ihtiyaç duyar. Kazanma dediğimiz şey hayatta kalabilme istemidir. Hayatta kalabilmek için de belirli kıstaslar vardır. Toplum üzerinde yaratılan “mükemmel yaşamın” standartlarını çizme, nasıl yaşamalı, nasıl beslenmeli, nasıl giyinmelinin formülasyonunu, kendi üretim tarzına göre belirlediği ve bunu ince detaylar ile sunduğu korkunç bir algı yönetim ve şekillendirme alanı yaratır.
Herkesin herkes ile benzeşmeye başlaması, taklidin, yapaylığın alıp başını gitmesi de bunula bağlantılıdır. Fiziksel özellikler bu standarda göre “estetik” adı altında formsuzluğa doğru ilerler. Kuşkusuz burada da meta haline getirilen kadınlardır. Tarihin hiçbir döneminde yaşanmamış bir formsuzluk hali ortaya çıkmıştır. Fiziksel kabul-ret ölçüleri, yani maddi olan özellikler bir meta olarak kadın bedeninde hayat bulur ve beden bir pazar haline getirilir. İş, aile ve çevre tarafından bir sömürü haline gelen, salt bir cinsel obje olarak sunulan beden, bugün “estetik olmayan estetik”lerle yapboz haline getirilerek toplumsal bir kriter halini almıştır. Düşünceleri, duyguları ve en önemlisi de benliğini bunun üzerine oluşturma, tek amaç haline gelmiştir. İdeal benlik, kendini “ideal pazarlama” olarak değiştirmiştir. Toplumsal aidiyet, saygınlık görme gibi Maslow hiyerarşisinde yer eden toplumsal statü, tamamen bedenen varolma durumuna indirgenerek tüketim nesnesine dönüşmüştür. Özgünlük, farklılık dediğimiz yaşamsal ve doğal renkler ortadan kalkmaya başlamıştır. Herkes tek bir fabrika ürünü misali allanıp pullanıp, kendini kabullendirme telaşı içerisinde kendi olmaktan çıkmaya başlamıştır. Bu bir öz yitimidir. İnsanın kendine olan özsaygısının, özgüveninin yitimidir. Kukla olmaktan farkı yoktur. Kendi dışındaki etkilere açık, onunla şekillenen onunla saygınlık gördüğünü, sevildiğini zanneden, kendini kandırma halinden başka bir şey değildir.
Oysa doğaya dönüp baktığımızda dişi olan canlıların (buna insan türü de dahil) erkeğe göre daha sade olduğu görülür. Erkek bazı türlerde daha renkli, göz alıcı, bazılarında daha heybetli bazılarında ise güzel seslidir. Çünkü kendini beğendirme çabası içerisinde olan erkektir. Yaşamın temelinde üreme vardır ve tüm canlılar en sağlıklı üremenin güçlü bir birleşmeden geçtiğinin bilgisi ile deneyim kazanır, öğrenir ve aktarır. Hayvanlar aleminde belirleyici olan kadındır. Bu kıstasların bilinci ile karar verendir. Güçlü bir erkek, güçlü bir üreme anlamına gelir ve tercihini de bu yönlü yapar. Yani amaç yaşamsaldır. Üremek, her canlının özsavunma mekanizmasıdır. Renk, heybet ve ses de bunların somutlaşmış hali olarak karşımıza çıkar. İnsan türünde de başlangıçta durum aynıdır. Kadın iradedir ve seçici olan odur. Bunun için allanıp pullanmaya ihtiyaç duymaz. Yaşamsal bir ihtiyaç olarak bunu gerçekleştirir. Ancak geldiğimiz aşamada durum tam tersi olmuştur. Kendini beğendirmeye çalışan kadın, seçen taraf erkek olmuştur. Beğenilmek için de kendi olmaktan çıkmış-çıkarılmış, doğal estetiğini kaybetmiş bir kadınlık gerçeği ile karşılaşırız. “Güzellik” adı altında, çarpıtılmış beğeni ölçülerine kendini kurban ettiğinin, bedensel sömürünün bir aracı olduğunun farkında bile değildir çoğu zaman. Kendini beğendirmek için her türlü acıya katlanır hale gelmiştir. Hatta çoğu kadın salt “güzellik” uğruna hayatını bile kaybetmiştir. Estetik sektörünün bu kadar gelişmesinin altında da bu algı yönetimi vardır. Adım başı göze çarpan bu merkezler aslında birer tüketim merkezleridir. Ve tüketim dediğimiz şey salt maddi bir durum değildir. Kapitalist tüketim dünyasında bahsettiğimiz algı yönetimi ve “kabul görmenin” tekeller tarafından çizilen sınırları doğrultusunda hareket eden bir kitle gerçeği ile karşı karşıyayız. Neden kadınlar? sorusunun kodlarını kadına yapılan ilk saldırının, kadın bedenine ve aklına yapıldığını unutmadan cevaplamak bizi hakikate daha çok yaklaştıracaktır. Çünkü bahsettiğimiz çarpık, özentili ve her açıdan kendine yabancılaştırılmış her kadın, sistemin bilinçli saldırısı altındandır. Toplumsallığın yaratıcı unsuru olan kadın ne kadar etki altına alınırsa toplum da o kadar etki altına alınır. Bu nedenle de kapitalizm kendini en çok kadın üzerinden var eder.
Kuşkusuz bu yönelimin sosyo-psikolojik etmenlerini görmek, kadın bedeninin her bir organının neden pazar haline getirildiğini de anlamamız açısından önemlidir. Varolan ile ulaşılamayan arasındaki çatışmanın yarattığı bir çıkmaz içerisinde olan her birey sapmalara açıktır ve özsavunmasını yitirir. Özsavunma, canlı olma fonksiyonunu taşıdığı kadar insan türünün inşa ettiği toplumsal değerleri de kapsar niteliktedir. Bunu yitirdiği an kendinden başka her şey olma tehlikesi ile karşı kaşıya olur ki karşılaştığımız durumlar da bunun somut halidir. Değerleri bırakalım, fiziksel durumlar bile kendi olmaktan çıkmıştır. Binyıllardır yaratılmaya çalışılan köle- efendi mantığının modernize edilmiş halidir bu ve öz olarak değişen bir şey yoktur. Zamana yaydırılarak, sinsi ve kurnazca yaratılan şey kapitallerin “emir” ve “buyruk”larının yerine getirilişidir. Bu durumun prangaya bağlı çalışan eski dönem köleliklerden hiçbir farkı yoktur. Görünmeyen zincirler ile önce düşünce ve duygu köleleştirilir sonra da bedenden itaat beklenir. Eğer bir farktan bahsedecek olursak herhalde bu “gönüllü kölelik” olacaktır. En tehlikeli olan da budur.
Zihnen köleleştirilen insan, her şeyini kaybeden insandır. Zihniyet sapması en derin kölelik halini ifade eder. Çünkü tüm yaratıcılığını, iradesini özcesi özünü kaybetmiştir. Herkesin kolayca şekil vereceği, kullanacağı bir metaya dönüşmüştür. Bedenin pazar haline gelmesi de bu noktada gelişim gösterir. Kadın zihninin, aklının, duygusunun bu kadar tartışma konusu olmasının altında binyılların hain emeli olan, yok etme ve kendine göre tekrardan şekil verme amacı yatar. Kapitalist dönemde kadınlara dönük pazar sektörünün bu kadar gelişkin olması hatta bizzat kadının bu pazarın hem metası hem de alıcısı olması, bu tarihi amacın zirveleşme halidir. Bunu salt maddiyat üzerinden ele almak eksik bir değerlendirme olacaktır. İlk toplumsal adım nasıl kadın aklı ve duygusu ile inşa edilmişse, ilk toplum kırım da o aklı ve duyguyu işgal ile başlamıştır. Bu işgal ile de tahakküm altına almaya başlamıştır. Güç dediğimiz şey de bu tahakkümün, zorun geliştirilmesi, genişletilmesi ve kabullendirilmesi ile ortaya çıkmıştır.
Bunun yanında değinilmesi gereken esas nokta ise buna karşı gelişen bir kabullenme durumu. Kabul ve retlerimizin sınırını çevresel faktörler, özentiler belirlemeye başlamıştır. Nasıl hissetmemiz gerektiğine bile karar veren “ben dışındaki ben’ler” olmaktadır. Oysa onları da şekillendiren başka “ben”ler vardır. Bu bir halka halinde şekillenir ve yayılır. Kendimizi o kadar sevmemeye başlarız ki sevilebilmek uğruna, dışarıdan dayatılan her şeyi kabul ederiz. Derin bir yalnızlık duygusuyla sürekli olarak “modaya uygun” hale getirmeye çalıştığımız her bir uzvumuzla, varolmaya çalışırız. Bunun dışında başka bir yol imkansız gibi gelir. Her kabulleniş, zamana yayılmış bir intihardır. Önce zihnimiz ölür sonra da ruhumuz. Bunu yapamayan da fiziksel olarak ölmeye çalışır.
Sosyal aidiyet, sosyal varlık olmanın ön koşuludur. Yanlış da olsa hatalı da olsa her canlı bir aidiyet duygusu taşımak ister. Kendini o aidiyet duygusunda var eder. Bugün “ait olma” dediğimiz şey ise kapitalist tekellerin kar aracı olurken, toplumsal boyutta ise sadece niceliksel var olma halidir. Hiçbir özgünlüğü, farklılığı aynı zamanda yaratıcılığı kalmayan, üretici olmak yerine sürekli tüketen tipolojilerdir. İnsan olmaktan çıkarılmış kitleler yığını haline getirilmiştir. Yakıcı ve acımasız da olsa bunun başka bir tanımlaması da yoktur.
Salt maddi olan ile ayakta kalmaya çalışanların toplumsal refleksleri elbette ya çok zayıf olur ya da hiç olmaz. Yoksa şimdiye kadar kıyametin kopması gerekirdi. Duyarsızlaşma dediğimiz şey de kendine aşırı dönük insanların yaşadığı şeydir. Öyle bir yaşam anlayışı oturtulmaya çalışılmıştır ki “her koyun kendi bacağından asılır” denilerek dayatılan bireycilik öz yaşamdan, değerlerinden köklü ve trajik bir kopuşu da getirmiştir. Oysa bu insanın doğasına aykırıdır. İnsan dediğimiz varlık, canlı dünyanın ilk devrimci türüdür. Tüm doğa koşullarına rağmen ayakta kalmış, doğa içinde ikinci doğa olarak yaşama anlam katma arayışına girmiştir. Anlam katma dediğimiz şey insanlaşma için ilk adımdır. Ve hiçbir anlam, mücadelesiz gelişme göstermez. Beslenme bile bir mücadeledir, alet yapma veyahut onu kullanma bile varolan olan yetinmeme mücadelesidir. Oysa bugün yaşanılan şey, kendi doğamıza ihanetten başka bir şey değildir.
Öze dönüş, insanlığı ve toplumu kurtaracak tek yoldur. Bu yolda kaybedilen her şey tekrardan inşa edilebilir. Her inşa bir önceki üzerine şekil kazanır. Ne kadar inkar edilse de o temel oradadır. Anlama kavuşmak, bugünün en temel ihtiyacıdır. Bedenler ve en önemlisi de zihniyet üzerinde inşa edilen yıkıcı fikirlerin sökülüp atılması da bu kavuşma ile gelişecek bir durumdur. Kendine dönme, bencillik değil de, kendi özüne olduğu zaman da asıl mücadele başlayacaktır.