Çiğdem Göksoy
Medya, kadına yönelik şiddetin her boyutunu doğru bir şekilde ele almalı ve bu konuda farkındalık yaratmalıdır
25 Kasım, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü olarak tüm dünyada şiddetin gölgesinde yaşayan milyonlarca kadının sesini duyurmayı amaçlar. Ancak kadına yönelik şiddet sadece fiziksel ya da cinsel saldırılarla sınırlı değildir. Psikolojik baskı, ekonomik şiddet, sosyal dışlanma ve ruhsal eziyet de kadınları adım adım çaresizliğe sürükler. Bu tür şiddetlerin sonucunda kadınların birçoğu, toplumun baskıları altında ezilerek yaşamlarına son vermek zorunda kalmaktadır. Bu nedenle her intihar, özellikle de kadınların intiharı, toplumsal bir cinayettir ve bu cinayet, sessiz kalınarak ya da şiddete göz yumulduğu sürece işlenmeye devam edecektir.
İntihar, bireyin kendi yaşamına son vermesi olarak tanımlansa da bu trajedinin kökleri çoğu zaman bireysel olmaktan çok daha derindir. Toplumu oluşturan dinamikler, sosyoekonomik koşullar, aile yapısı, eğitim düzeyi, cinsiyet rolleri ve kültürel normlar, bireylerin ruh sağlığını doğrudan etkiler. Bu nedenle her intihar, aslında toplumsal bir yapının, kolektif bir bilinçsizlik ve ilgisizliğin sonucudur. Bir başka deyişle, her intihar, toplumun işlediği bir tür cinayettir. Dolayısıyla Kadına yönelik şiddet, bireysel bir sorun değil, toplumsal bir hastalıktır. Cinsiyet rolleri ve toplumsal beklentiler, özellikle kadınlar üzerinde ciddi bir baskı yaratır. Ataerkil toplumlarda, kadınlar çoğu zaman baskı, şiddet, ayrımcılık ve istismar ile karşı karşıya kalırlar. Toplum tarafından belirlenen kalıplara uymayan bireyler, dışlanır, yargılanır ve susturulur. Bu sosyal baskılar ve dışlanma, birçok kadını yalnızlığa ve umutsuzluğa iter, bu da onları çaresizlik içinde intihara sürükleyebilir. Kadını intihara sürükleyen ruhsal ve psikolojik yıkımdır. Ekonomik bağımsızlıkları ellerinden alınan, toplumun baskılarıyla susturulan, ev içinde ya da kamusal alanda sürekli şiddete maruz bırakılan kadınlar, zamanla umutsuzluğa kapılır.
Aile içi şiddet, kadınların en temel insan haklarından biri olan yaşama hakkını ellerinden alır. Sürekli bir korku ve baskı ortamında yaşayan kadınlar, çözüm bulamadıkları noktada, yaşamlarına son vermeyi bir çıkış yolu olarak görebilirler.
Özellikle ataerkil toplum yapılarında, kadının toplumsal rolü sıkı kalıplarla belirlenmiştir. İtaatkar, sessiz, fedakar olması beklenen kadınlar, bu rollerin dışına çıktıklarında toplum tarafından dışlanır, damgalanır ve psikolojik şiddete maruz bırakılırlar. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve erkek egemen yapılar, kadını yalnızca aile içinde değil, eğitimde, iş yaşamında, sosyal hayatta da pasif bir role mahkûm eder. Bu pasivize etme süreci, kadının kendi değerini sorgulamasına ve zamanla içsel bir çöküş yaşamasına neden olabilir. Toplumlar, genellikle ruh sağlığını görmezden gelir veya bu konuda yeterince bilinçlenmemiştir. Ruh sağlığı sorunları damgalanır, sorun yaşayan bireyler dışlanır. Tedaviye ulaşmak, ruh sağlığı hizmetlerine erişim sağlamak çoğu zaman hem ekonomik hem de sosyal nedenlerle zordur. Birçok kişi psikolojik sorunlarını dile getirmekten korkar, çünkü toplum onları “zayıf”, “yetersiz” veya “anormal” olarak etiketler. Ancak ruh sağlığı, fiziksel sağlık kadar önemlidir. Bir insanın ruhsal acıları, fiziksel acılar kadar yıkıcı olabilir. Toplum olarak, ruh sağlığını önemsemediğimiz sürece intihar vakalarının artmasına engel olamayız. İnsanların yardıma ihtiyaç duyduğunu görmezden geldiğimizde, o kişilerin yaşamlarına son vermelerine seyirci kalmış oluruz.
Kadınların çalışma hayatından dışlanması, ekonomik bağımsızlıklarının engellenmesi, onları ekonomik olarak tamamen birine bağımlı hale getirir. Bu bağımlılık, zamanla kadının özgüvenini yok eder. Ekonomik baskı, birçok kadının kendini çaresiz hissetmesine ve çıkış yolu bulamamasına neden olur. Bu ekonomik şiddet, psikolojik şiddetle birleştiğinde kadınlar giderek izole olur ve kendi iç dünyalarına kapanırlar. Duygusal şiddet ve manipülasyon, kadının özgüvenini yıkarak, yaşamını anlamsız hale getirir. Bu süreçte kadınlar genellikle çevrelerinden yardım alamazlar çünkü toplumsal normlar, onları bu duruma katlanmaları gerektiğine ikna eder.
Psikolojik şiddet, fiziksel şiddet kadar görünür olmayabilir, ancak sonuçları en az o kadar yıkıcıdır. Sürekli olarak aşağılanan, hor görülen ve değersiz hissettirilen kadınlar, zamanla bu yıkıcı duygularla başa çıkamaz hale gelir. Kendi değerini ve varlığını sorgulayan bu kadınlar, toplumsal baskılar altında ruhsal olarak tükenirler ve maalesef bu tükenmişlik, intiharın kapılarını aralar.
25 Kasım’ın hatırlattığı bir diğer önemli nokta, toplumun ve medyanın kadına yönelik şiddet karşısındaki duyarsızlığıdır. Şiddet vakalarının çoğu haber yapılırken, yalnızca fiziksel şiddet olayları ön plana çıkarılır. Oysa kadına yönelik şiddet, görünmeyen katmanlarıyla çok daha derin bir sorun olarak karşımızda durmaktadır. Ruhsal yıkım ve intihar vakaları, medyada genellikle “bireysel bir trajedi” olarak ele alınır. Ancak bu trajedinin toplumsal sebeplerini göz ardı etmek, sorunun özünü kaçırmak anlamına gelir.
İntihar eden bir kadının yaşadığı psikolojik şiddet, ekonomik bağımlılık, toplumsal dışlanma gibi etkenler genellikle görmezden gelinir. Bu tür olaylar bireysel trajediler olarak değil, toplumsal bir sorun olarak ele alınmalıdır. Medya, kadına yönelik şiddetin her boyutunu doğru bir şekilde ele almalı ve bu konuda farkındalık yaratmalıdır. Kadınların yaşadığı ruhsal baskı ve çaresizlik, bir haberden fazlasıdır; bu, toplumun her bireyini ilgilendiren bir sorundur.
Her intihar, bir kadının toplumsal baskılar altında çaresizlik içinde yaşamını sona erdirmesiyle sonuçlanan bir toplumsal cinayettir. 25 Kasım, bu cinayetlere dur demek için bir farkındalık günü olmalıdır. Kadınlar yalnızca fiziksel şiddetin değil, psikolojik, ekonomik ve sosyal şiddetin de parçası haline gelmişlerdir. Bu şiddet türlerinin her biri, kadınların ruh sağlığını bozarak onları intihara sürükleyen birer unsurdur.
Kadınların yaşama hakkını savunmak, onların karşı karşıya kaldıkları her türlü şiddetle mücadele etmeyi gerektirir. Cinsiyet eşitliği bilincini yaygınlaştırmak ve toplumsal normları sorgulamak, intihar vakalarını azaltmanın anahtarlarıdır. Kadına yönelik şiddet, sadece bireysel değil, toplumsal bir sorun olarak ele alınmalı ve bu şiddetin her türüne karşı topyekûn bir mücadele başlatılmalıdır.
Sonuç olarak, her intihar toplumsal bir cinayettir. Kadına yönelik şiddetin doğrudan ya da dolaylı etkileri altında yaşamlarını sonlandıran kadınlar, sadece bireysel acıların değil, toplumsal çöküşün kurbanlarıdır. Şiddetle, baskıyla ve ayrımcılıkla mücadele etmek, kadınların yaşam hakkını savunmak demektir. 25 Kasım, bu mücadeleyi hatırlatmak için bir başlangıçtır ve her birey bu mücadelenin bir parçası olmalıdır.