Şırnak’ta Gabar ve Cudi dağında ve eteklerinde, 2014 yılın da birkaç tane ile konuşlanan maden şirketlerinin, taş ocağı, krom çinko, asfaltit, kömür çıkarımına, petrol arama sondajlarındaki artışa, bu artışı sağlayan idari kararların, onayların dağılımına bakıldığında bugün tüm yaşamın nasıl bilinçli ve planlı yok edildiğini görmek mümkün. 2015 yılında 7 Haziran seçimlerinin hemen ardından temmuz ayında ilk önce Cudi yanmaya başlamıştı, sonra hektarlarca orman birkaç ay içinde yaygınlaşan yangınlarla yok oldu. Kürdistan coğrafyasına şirketler 2015 siyasi müdahalelerin sonunda sokuldu
“Yeni yaşamı örmenin bizi zorladığı, kozanın içine girdiğimiz şu günlerde… Biliyoruz ki kendi için olması gerekenden daha çoğunu yaşam için isteyebilmektir mücadele.”[1]
Mezopotamya havzası başta olmak üzere ülkenin pek çok bölgesinde enerji, inşaat, maden şirketlerinin yaşam alanlarına konuşlanarak sermaye biriktirme süreçleri devletin gözetiminde, siyasi iktidarın (çevre şehircilik ve iklim değişikliği bakanlığı vd. ilgili bakanlıklar, idarelerin) ardı ardına verdiği olurla tüm hızıyla devam ediyor. Sular, su havzaları, havzalarda tarım alanları (meralar, kışlaklar, otlaklar, tarlalar, bağlar, bahçeler, zeytinlikler vd.), orman ekosistemleri bu organize sistemin saldırısı altında. Sömürü mekanizması hızla sürerken bu süreci önlemek için nasıl mücadele edeceğimiz, sömürü stratejisinin sürecine nasıl karşı duracağımızı hızla düşünmeye, saldırının yaşanacağı yerde bölgede yaşayan halklar, ekoloji, emek, meslek örgütleri zaman zaman birlikte zaman zaman ayrışarak mücadeleye başlıyoruz. Çok kısa zamanda gerçekleşmeye başlayan ya da gerçekleşecek olan sömürünün can yakan boyutu ile sonlanıyor bu düşün ve arayış yolculuğu. Yaşam için kısa bir zamana sığıveren bizleri yaşamımızın geleneksel akışından koparan bu süreçte hepimiz bu yıkım, saldırı sürecini belirleyen ekonomi politik kararların, siyasi stratejilerin ayırdındayız. Yaşamı korumak için mücadele eden halklar, demokratik kitle örgütleri yapılacak saldırının şiddetine uğramadan ne şirketler el koyacakları alana girebiliyor, ne de mücadele edenler için o andan sonra başka bir hayat mümkün oluyor. Süreci yürüten Devlet-şirket yapısı/Sistem ürettiği şiddetle halklara rağmen alanda hegemonya kurabilirse biliyoruz ki sonuç yaşam için geri dönüşümsüzlüğe evrilecek, yaşam yok oluş boyutuna ulaşacak. Biliyoruz, yaşıyoruz. Bu Sistemi tanıyoruz. Geri alamadıklarımız, yok olan yaşamlar ise yaşamın özgürlüğünü örerek bu süreci tersine çevirme sorumluluğunu bizlere yüklüyor.
Sistemin saldırısı nereden vuruyorsa oradan başlıyoruz bu yolculuğa, politik tutum alışa, her aşamada akıl arayışımız, politikalarımız bizi bu sürece blok oluşturmaya, durdurmak için mücadeleye, öz savunmaya çıkarıyor. Düşünce özgürlüğünden, yaşamı, dereleri, tarlaları, evimizi, barkımızı, kendimizi, yerimizi, yurdumuzu, hayvanları, yaşamın genetiğini taşıyan kültürleri, birlikte yaşamı sürdürdüklerimizi sistemin zulmünden, sömürüsünden korumak için verilecek mücadelenin sisteme (kapitalizme, faşizme, her ikisinin de beslendiği temel aldığı patriyarkaya) karşı politik mücadele ile gerçekleşeceğini biliyoruz tüm açıklığı ile. Sistemin baskısı altında şiddete uğrayan her alanda verdiğimiz mücadeleler ise yaşam özgürlüğe ulaşıncaya kadar sürecek, bu tüm berraklığı ile görünüyor. Halklar dayanışmalar, mücadele dinamikleri Sisteme karşı yürütülen her örgütlü mücadele saldırı/sömürü sistemini yok edecek en güçlü hedefte; yaşamı özgürleştirmek için buluşuyor, birlikte politik dayanışmayı örüyor, yaşamın özgürlük ideasına bizleri taşıyor. Ötekileştirmenin, devletin ayrıştırıcı araçlarının giremediği her politik mücadele alanından özgürlüğün ağları örülüyor.
İnşa edilen sömürü rejimi yaşamın her alanını baskılarken tarım alanlarına müdahalenin suyun hegemonya altına alınmasından ayrışmayacağı açık. Tarım politikalarından tartışmak, politika üretmek, suyun, toprağın, yaşamın, emeğin sermaye birikimi kıskacına alınışı, geçimlik yaşamdan kopuşu, halkların yerinden yurdundan zorla edilişini göz ardı edilerek irdelenemiyor. Sistemin halklara, yaşam alanlarına uyguladığı baskı süreci giderek daha şiddetlenerek sürüyor. Mücadele edenler, yaşamını, yaşam alanlarını korumaya çalışan halklar kendisini savaş politikaları ile yönetilen bir sürecin içinde buluyor. Sistem saldırı politikalarında halkları birbirinden ayrıştırarak, bölgeler arası eşitsizliği büyüterek sürdürüyor. Bu ayrışmalarda şiddetin boyutu da artarak yaşama el konulmaya çalışılıyor. Bu siyasi rejimde sömürünün şiddetinin derinleştiğini irdelemeden, halklar arası, bölgeler arası eşitsizliği ayırt etmeden ve saldırı mekanizmasının yayılarak süreceğini bilmeden sisteme karşı herhangi bir tekil alanda oraya yapılan müdahaleye karşı durmak, mücadele etmek yürütülen mücadeleleri barışa özgürlüğe taşımıyor.
Bugün yaşadığımız politik stratejiler dün planlanmadı, 1992-Rio De Janerio da BM (Birleşmiş Milletler) Çevre ve Kalkınma Konferansı ve konferansın çıktısı olarak deklare edilen “Sürdürülebilir Kalkınma” Stratejisi ile doğanın kapitalizmin kıskacına sokulması; uluslararası zeminde devletler tarafından tanınarak, ekolojinin temel unsurları doğal varlıkların ve yaşamın belleği olan kültürel varlıkların korunmasını meşrulaştırılarak ortadan kaldırdı. 1992 de Dublin’de BM Su ve Çevre Konferansında alınan kritik kararda su, piyasada fiyatlandırılabilir (ekonomik mal)/meta olarak, suyun akışındaki havzası ise bütünleşik olarak sürdürülebilir kalkınma gereği kullanılabilir olarak tanımlandı. Kalkınmanın sürdürülebilirliği için sermayenin sınır tanımazlığı, sermaye birikiminin doğa – toplum koruma stratejileri ile dengede ve eşdeğer kılınabileceği savı, kapitalizmin krizlerinin tarihselliğinde emeğin ve doğanın sermaye birikiminde sınırsız kullanılmasına evrileceği bir karardı, öyle de oldu.
Kapitalizmin su havzalarına saldırısı Birleşmiş Milletlere bağlı Dünya Su Konseyinin işlevi ile şirketlerin suya sahip olma çabaları ile hız kazandı. “suyun kıtlaştığı” “suyu boşa akıtılmamalı”, “temiz su tüm Dünya’da yüzde 3’ler mertebesindedir”, “yoksul ülkelerde kirli suyla ölümün önlenmesinin, “herkese” suyu iletmenin yolu suyun şirketler tarafından kontrol altına alınmasıdır” argümanları, iddiaları ile gerçekler; suyun yaşamdan ve doğal alanlardan sermaye için koparılışı gizlenerek suyun ve su havzalarının ticarileştirilmesi yaşama geçirilmeye çalışıldı. Ekosistemlere, yaşama verilecek zarar hiçe sayılarak doğal alanlardan, derelerden, göllerden, yeraltından suların çekilebilirliği resmi olarak onandı.
Türkiye de 90’lı yıllarda devlet tarafından sürdürülen egemenlik politikaları, Kürt illerinde sürdürülen insansızlaştırma, orman yakılarak başlatılan süreç, dereler barajlandırılarak güvenlik barajları inşa etme stratejisi ile sürdüğü dönemlerde Kapitalizmin temel gereksinimi için suların ve su havzalarının, yeraltı katmanlarındaki kayaçların sermaye birikimine sokulma kararları egemen siyasetin belirleyici oldu. Halkların özgürlüğünü elinden alarak yürütülen hükmetme politikalarına eklenen kapitalist stratejiler Mezopotamya Havzasından başlayarak ülkenin tüm alanlarında güç ve kararın devletin kontrolunda sürdürülmesini güçlendirdi. 2003 yılında suyun ve su havzalarının şirketlere kullanım hakkının devrini belirleyen yasal düzenlemelerle yaşam alanları, doğal varlıklar, tarlalar, meralar, kıyılar, ormanlar, yaylalar, dereler, göller, denizler, kıyılar, yeraltı katmanları, akiferler, biyolojik türler, yabanlar; koruma, kullanma “gerekliliği” bahanesi ile (kamu yararı/üstün kamu yararı kararları vb. ile) giderek şirketlerin sermaye birikimi için kullanılabilir temalar olarak belirlendi. Yaşam alanlarının, sulak alanların kirlenmesine ve kirlenen sucul sistemlerde ve çevresinde yaşayan türlerin yok olmasına göz yumuldu, müdahaleler idari izinlerle, yasama- yürütme kararları (KHK’ler, torba yasalar, idari mahkemelerin, danıştayın şirketlerin ve idarenin aleyhine bozma kararları uygulanmayarak, 2009/7 genelgesi ile, gerçeği, bilgi ve veriyi karartan, şirketler lehine görüş veren bilirkişilerin raporları vb.) ile itiraz edilemez kılındı.
Meraları kullanıma sokulan köylerde hayvancılık, enerji, maden işletmelerine devredilen, yapılaşmaya açılan alanlarda, tarlalarda tarım politikalarının çiftçi aleyhine uygulanma (tarım alanlarının , orman ekosistemlerinin, su havzalarının işlevinden çıkarılması, 1. Derece tarım alanlarının bir gecede 3. Derece tarım vasfında gösterilmesi, orman ekosistemlerinin kullanılabilir olacağını gösteren 2B tanımları, su havzalarının içme suyu havzası olmadığı tanımları, koruma statülerinin kaldırılması vb.) kararlar da eklenerek tarlalarda geçimlik tarım, geçimlik yaşam yok edilmeye sürüklendi. Suyun; yaşam için değil işletmelerin sermaye birikimi için akiferlerden, derelerden, sulak alanlardan çekilme hızı ve aynı hızda sucul sistemlere sanayi sistemlerinin atıklarının verilmesi, doğanın, suların yaşam döngüsünü, işlevini yerine getiremez boyuta sürükledi
2008 krizinin ardında suyun ticarileştirilmesi hızlandı. Suyun akışını sürdürdüğü tüm havza sermaye birikimine ortak olarak sokulmaya, su ve tüm doğal varlıklar metaya dönüştürülmeye başladı. Suyun yaşam döngüsündeki uğrak alanları, göller, dereler, denizler, sucul sistemleri besleyen yer altı suları, suyun içinde beklediği ve arındığı ormanlar, meralar, yeraltı akışı ile geçtiği, beslendiği yeraltı katmanları/suyun yerkürede yolculuğunu sürdürdüğü havzası, sermaye birikimi için bütünleşik kullanıma açıldı.
Kapitalizm; tarihsel krizlerinin arka arkaya yaşandığı son 20 yılda, emeği daha çok sömürerek, doğal ve kültürel varlıkları, alanları sermaye birikimine sokarak, doğal varlıkları (suyu, biyolojik tür ve çeşitleri vb.) ticarileştirerek kendini var ederken, ürettiği yeni stratejilerle yaşam alanlarına el koymayı sürdürmekte. Tarihe tanıklık etmiş, kültürlerin birikim alanı ve mozaiği olan, yaşamı ve uygarlıkları yıllarca bezeyen Hasankeyf’in Ilısu Barajı[2] ile Allianoi’nin[3] Yortanlı Barajı ile Zeugma, Urima, Halfeti Antik kentlerinin Birecik Barajı ile sular altında bırakılması vb. pek çok kırım bu süreçte yaşandı, yaşanmaya da devam ediliyor.
Kapitalizmin tarihselliğinde krizleri derinleştikçe yaşam üzerinde baskısını artıracak yeni kararlarla kendi krizinden çıkmaya devam etti. Kapitalist sistemin uygulamaları ile açığa çıkan ekolojik krizler (iklim krizi, sağlık krizi, gıda krizi vb.) sarmalında yaşam üzerindeki baskı daha yakıcı olarak yaşanmakta, ormansızlaşma, suya erişememe, beslenememe, barınamama tüm canlıların yaşamını yok oluşa sürüklerken, Kapitalist sistem; sürekli kendini yenilemekte, krizleri ürettiği alternatif stratejiler ile karşılamakta. Sürdürülebilir üretimler, yenilenebilir enerji sistemleri, nükleer santralların sürdürülebilir olduğunun kararları, Kopenhag kararları ile karbon kotası- borsası üzerinden yürütülen sera gazları üretimlerini aklama ve sermaye birikim yöntemleri, Avrupa yeşil mutabakat anlaşması, Paris İklim Anlaşması, Avrupa yeşil mutabakat kararları ve benzerleri son dönemin yeşil ve yeni stratejileri ile hızlandırılan sürdürülmekte.
Ekoloji Politik Grubu bu süreci BM COP 28 zirvesinde alınan kararların politik analizini yaparak irdeledi[4]: Kapitalist sistem; açığa çıkarttığı ekolojik krizlere çözüm iddiası ile uluslararası zeminlerde (BM, AB organizasyonları ile) duyurduğu, WHO, UNDP, IMF, Dünya Bankası vb. yapılarının desteğinde ulus-devletler dolayımıyla uygulamaya soktuğu, yaygınlaştırdığı ekonomi politik kararları ile kendisini yeniden üretmekte. Üretilen her yeni kapitalist çözüm, emekçiler, geçimlik yaşamından, yerinden yurdundan edilen halklar, kadınlar, çocuklar, yoksullar için daha derin sömürüleri de üretmekte.
2023 yılı Aralık ayı başında ise Avrupa Parlamentosu Başkanı Ursula von der Leyen tarafından kritik hammaddeler bildirgesi/düzenlemesi[5] ile bu süreci destekleyen yeni bir karar deklare edildi. Yeşil ve dijital geleceğin başarılması için kritik hammadde düzenlemesinin gerekli olduğu belirtildi. Kritik elementlerin AB’nin iklim hedeflerine ulaşılmasını sağlayacak anahtar önemde teknolojiler -rüzgâr santralleri vb. yenilenebilir enerji üretimleri, hidrojen depolama veya aküler/bataryalar gibi anahtar üretim teknolojileri- için gerekli ve zorunlu olduğu vurgulandı.
COP zirvelerinde, AB Komisyonu deklarasyonlarında iklim krizinin çözümü olarak amaçlanan yenilenebilir, sürdürülebilir üretimler tanımının diğer sermaye birikim alanları da eklenerek genişletilmesinin yanı sıra, yenilenebilir üretim olduğu iddia edilen ve böyle tanımlanan üretimlerin sürdürülmesi için gereken maden işletmeleri de AB Komisyonu kararları vb. ile aynı hızda yürürlüğe sokulmakta ve desteklenmekte.
Uluslararası Enerji Ajansı, 2022 Mart ayında yaptığı revizyonda (Şekil 1) 2050 yılında hedeflenen net sıfır sera etkisinin sağlanabilmesi amacıyla yeni enerji üretimleri için zincir rolü olan ve bu hedeflere ulaşmak için gerekli üretimler olarak belirlediği güneş, rüzgâr, elektrik iletim hattı, hidrojen enerjisi ve düşük karbonlu güç ünitelerinin, akü ve batarya üretimlerinin projeksiyonunu gösteriyor. Bu projeksiyona ulaşmak için 2020’den 2040’a kadar lityum, grafit, kobalt, nikel ve diğer toprak elementlerine duyulacak gereksinim ve AB Komisyonu’nun kritik hammadde bildirgesi, gelecek 30 yılda doğal alanlara temiz enerji üretimleri ile birlikte bu madenlerin elde edilmesi için el konulacağını haber veriyor.
Şekil 1: Uluslararası Enerji Ajansı – Temiz Enerji sistemleri için kritik madenler, Mart 2022 revizyonu[6]
Şekil 2. IEA “Temiz” teknolojiler için mineral gereksinimi: 1MW enerji üretimi için element miktarı (kg)[7]
Yeşil ekonomi ile alınan uluslararası kararlar enerji ve maden alanında, sermaye birikiminin yaygınlaşacağını açıkça ortaya koymakta. Bu sömürü alanları suyun var olduğu ya da ticarileştirildiği alanlarda uygulamaya sokulmaya devam edecek. Türkiye; BM iklim zirvelerinde, COP organizasyonlarında belirlenen stratejiler yönetişim sisteminde yapılan düzenlemelerle (örneğin, yeni idari mekanizmalar tanımlanarak) hızla katılım sağlanmakta.
İliç madeni ile Fırat Nehri madenin siyanür çözeltileri ile, ağır metal atıkları ile zehirlenmeye devam ederken, işçiler iş cinayetlerine uğrarken Diyadin’de Zilan’ı yok edecek, Van Gölü’nü zehirleyecek altın işletmelerine onay verilmesi bu kararların tümünün gereği. Yıllardır Bergama’dan Murgul’a, Çaldağ’a, Bakırtepe’den, Manisa Turgutlu’ya, İda Dağları’ndan Cerattepe’ye, Küre’den, Uşak Eşme’ye yaşamı yok eden “değerli” ya da “kritik” madenler yeraltından çıkarılarak siyanürle ya da siyanürsüz (örn. asitle) parçalanarak posalarının, içindeki istenmeyen ağır metalli atıksuların doğaya verilmesi sürdürülecek. Üstelik bu maden işletmeleri yeşil kapitalizmin gereği olarak uluslararası teşviklerle doğal alanlarda sermaye biriktirmeye ve yaşamı zehirlemeye, yok etmeye devam edeceği artık bu coğrafyada yaşayan tüm halklar tarafından bilinmekte.
Türkiye’de bu süreç uluslararası kararlar ve uyum yasaları gerekçe gösterilerek meşrulaştırılmakta her geçen gün daha hızlanarak yürütülmekte, sömürü ve yıkım sürecinin Türkiye’de ve dünyanın pek çok sömürge coğrafyasında giderek yoğunlaşacağı açık.
Sulara el konulan alanlarda, su havzaları akıllandırılmış yapılandırmalar (akıllandırılmış binalar, araçlar, ulaşım, kentler) ve buna uygun teknolojilerle enerji ve dijital hamle sürecinin işgali altına alınacak. Bu nedenle Mezopotamya havzasında 90’lı yıllardan beri başlayarak sürdürülen ve giderek yaşam alanları üzerinde yaygınlaşan şirket- devlet hegemonyası ile su havzaları suyuyla, yaşam alanlarını (ormanları, tarım alanları ile enerji, inşaat, ulaşım, tarım, maden şirketlerine vermeye devam edecek
Bu yazıyı yazarken Şırnak’ta Gabar ve Cudi dağında ve eteklerinde, 2014 yılın da birkaç tane ile konuşlanan maden şirketlerinin, taş ocağı, krom çinko, asfaltit, kömür çıkarımına, petrol arama sondajlarındaki artışa, bu artışı sağlayan idari kararların, onayların dağılımına bakıldığında bugün tüm yaşamın nasıl bilinçli ve planlı yok edildiğini görmek mümkün. 2015 yılında 7 Haziran seçimlerinin hemen ardından temmuz ayında ilk önce Cudi yanmaya başlamıştı, sonra hektarlarca orman birkaç ay içinde yaygınlaşan yangınlarla yok oldu. Kürdistan coğrafyasına şirketler 2015 siyasi müdahalelerin sonunda sokuldu.
Kısa bir tarihsel dolaşım yapıp sadece yaşamı yok olmaya mahkum edilen Şırnak’ yukarıda sürecini aktarmaya çalıştığım Devlet- Şirket Hegemonyası ve sömürüsüne, sömürünün tarihsel gelişimine ve nasıl derinleşerek yok edişe yaşamı sürükleyişlerine yönetişim denile devlet- kapitalizm yapılanmasını yorumsuz örneklemiş olayım. Şırnak’ta yaşanan yok olan yaşam Mezopotamya havzasının tamamında yaşanmakta. Giderek Türkiye topraklarının her köşesine yayılarak sürdürülecek.
2014 Cizre Silopi de doğal gaz arama başlatıldığı duyuruluyor ancak başlatılamıyor. 2015 de idil de petrol arama için ÇED gerekli değildir Valilik Çevre ve Şehircilik il Müdürlüğü. tarafından veriliyor. 2015 de İdil Silopi de GES için tarım alanlarına onay veriliyor.
2016 da Uludere Can Barajı HES yapımı için aynı bakanlık olur verip derenin suyu şirketin kullanımına sokuluyor. 2016 Şırnak doğalgaz
2017 Silopi de kömür, Beytüşşebap da çinko arama Uludere kömür üretim tesisi için kapasite artış kararları veriliyor. 2017 kasım petrol arama idil Uludere Silopi merkez de hızla başlatılıyor.
2018’in ekim ayında idil petrol arama CED gerekli değil kararı TP Batman bölge Müdürlüğünce veriliyor. 2018 Uludere Silopi Şırnak merkez de aramalar arttırılıyor.
2019’da ağustos ayında şirketlere kömür asfaltit tesislerine Silopi ve Şırnak merkezde maden işletmeleri için arka arkaya onay veriliyor. Uludere Beytüşşebap merkez asfaltit, petrol arama CED olumlu kararlarını izleyen süreçte aynı yıl Cizre barajı HES için CED olumlu kararı ile bölgeye dereyi barajlayan bir şirket daha sokuluyor. Ardından Beytüşşebap’da ılıcak HES olumlu kararı ile suların şirketlere devri hızlanıyor
2020 de kurşun bakır çinko 2021 İdil Silopi Şırnak’ta petrol aramalar hızlandırılıyor
2021’in eylül ayından itibaren idil merkez petrol arama CED gerekli değil kararları ile sürdürülmekte.
2021 Aralık ayında Uludere çinko bakır, kömür CED gerekli değil ve petrol arama başlıyor, Uludere HES onaylanıyor.
2022’de Silopi’de termik santral alan genişletme, asfaltit kapasite artışı için Silopi CED olumlu kararı veriliyor.
2023’te Cizre yeraltı suyu çıkartma ve Güçlü konak arama çalışmaları başlatılıyor.
2023’te Uludere Cizre Silopi ve merkezde CED gerekli değil kararı ile kömür ve petrol arama, kurşun madeni CED gerekli değildir kararlarını, 2024’te de artan petrol aramaların başvuruları izliyor.
Aynı yıllarda petrol aramaların ve Şırnak’ın tüm alanlarının maden şirketleri tarafından istila edildiği son iki yılda bölgede hala yaşamı destekleyen tarım alanları da CED gerekli değildir kararlarını valiliğin Çevre Şehircilik ve iklim Değişikliği İl Müdürlüğünden alarak idil de yüzlerce tarım alanına güneş enerji santralları kurulumu için onaylarla kalan doğal alanları da ele geçirmeye devam ediyor.
Kapitalizmin sürdürülebilirlik hedefini, krizleri ile geldiği her aşamadan çıkışında yaşamı, yaşam alanlarını nasıl yok ettiğini, inşa ettiği yönetişim sistemi/ devlet rejimi ile yoksul ve güvencesiz halkları nasıl yaşamdan kopardıklarını görmek için Mezopotamya havzasından sadece bir ilin, Şırnak’ın sürecine bakmak eşitsizliği de, savaşın tüm stratejilerini de, şiddeti de, yok edişi de gözler önüne sermekte
Halkların yoksullaşmasını, geçimlik yaşamlarından koparılıp, yaşam alanlarına kondurulan şirketlerde (Soma kömür madeni, Kütahya Eti Gümüş, Murgul maden işletmesinde, İliç vb.) işçileşmesini, güvencesiz koşullara mahkum olmasını, iş cinayetlerini yaşamalarına kadar sıkça yaşanır olması bir katliam stratejisinin, zulmün ve soykırımın sonuçları. Yaşam için mücadele eden halkların, yaşamdan, ekosistemden yana olanlar yan yana gelenler İda dağlarında, Murgul’da Cerattepe’de, Sivas Kangal‘da, Hasankeyf’te, Yeşilırmak Vadisinde, Hopa’da, Loç, Perisuyu, Munzur Vadilerinde olduğu gibi dereleri, su havzalarını toplumu sağlıksızlığa, biyolojik türleri, tüm hayvanları, halkların yaşam gereği olan suları sermayeye karşı korumaya devam edeceği kesin. Ancak sistemin saldırılarına sadece kendi yaşam alanından bakmanın hiçbirimizi bu saldırı düzeninden koruyamayacağımız açık. Ve halklar eşit özgür yaşamadıkça, barış bu topraklarda hepimizin aklında, yaşamında örülmedikçe bu planlı saldırılar sürecek
[1] B. Üstün, “Doğayı, Emeği, Yaşamı Korumak – Ekoloji Politik Yazılar” İletişim yayınları 2021, ISBN: 9789750530722
[2] Ilısu Barajı En az 12.000 yıllık belleğe sahip olan uygarlık izi Dicle havzasının yaşam kaynağı olan Dicle Nehrinin sularını tutuklayan, onu nehir statüsünden koparan kültür varlığı, en az 199 köy ve kültürel alanın bütünün yok oluşu (12.000 yıllık Hasankeyf’in Yeni Yüzü, Independent Tükçe, 5 Kasım 2021)
[3] Bergama’da M.S. 2. yy inşa edildiği düşünülen, Sağlık Tanrısı Asklepios’a adanmış ılıca ve antik kent
(Gültekin G., “Direnen Tarih (2)-Bir Belgeselcinin Gözünden Türkiye’deki Antik Bölgeler ve Kentleri – Misya (Mysia)”, Türk Bilimi, 2011)
[4] COP vb. organizasyonlar, yaşama yüklenenler, Şubat 2024 www.ekolojipolitik.com
[5] https://single-market-economy.ec.europa.eu/publications/european-critical-raw-materials-act_en