İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun ile ilgili çalışmalar 2011 ile 2015 arasında bir geçiş dönemi denilebilecek bu süreci göstermesi bakımından önem taşıyor
Toplumsal bir birim olarak aile, neredeyse her zaman siyasi iktidarların gündeminde yer almıştır. Her anlamda bireysel özgürleşme girişimlerinin aileye yönelik bir tehdit olarak görülmesi de yabancısı olduğumuz bir durum değil. Mevcut iktidar tarafından Cinsiyet eşitliği meselesi de (mevcut cinsiyet ilişkilerine ilişkin değerlendirmeler, eşitlik talebine yönelik politika ve eylemler, hayata geçen uygulamalar gibi) bir bütün olarak “aile” yapısını parçalayacak bir konu olarak tüm tartışma alanlarından dışlanmaya çalışılıyor. Cinsiyet eşitliği fikrinden uzaklaşmak için “Toplumsal cinsiyet adaleti” gibi yeni kavramlar da icat ediliyor.
Son otuz, kırk yılına şahitlik ettiğimiz binlerce yılın kadın mücadelesinin elde ettiği hak ve özgürlükler bugün tek tek geri alınmaya çalışılıyor. Bunu yapan siyasi iktidarların en başta sarıldıkları “aile”, “ailenin korunması” oluyor.
Kadınların kazanımlarına karşı gitgide hiddetlenen eril öfkeye de dayanarak kararlar alan siyasal iktidar, aldığı kararlar ve uyguladığı politikalarla bu öfkeyi besliyor, cesaretlendiriyor.
Mevcut siyasi iktidarın bunu hangi kararlar ve uygulamalarla yaptığına bakmak ve bazı gelişmeleri hatırlamak gerekiyor. Öncelikle AKP’nin tek başına iktidar olduğu dönem ile 2015 sonrası ittifaklar dönemi ayrımını yapmak gerekiyor. Zira önce MHP ile daha sonra ek olarak Hüda Par gibi partilerle yapılan ittifaklar AKP’nin kadın özgürlüğüne karşı, aile merkezli politikaları derinleştirmesi ve sertleştirmesi ile koşutluk göstermektedir.
AKP’nin tek başına iktidar olduğu dönemde de oy oranının artmasına paralel olarak söylem ve eylemlerinin nasıl değiştiğini görmek gerekiyor.
90’lar, kendi örgütlerini kurmaya başlamış kadınların feminist bir yaklaşımla ağırlıklı olarak kadına yönelik şiddet ile mücadelesinin ivme kazandığı ve aynı zamanda kadına yönelik şiddete karşı mücadelenin ilk kurumsal adımlarının atıldığı bir dönem oldu. Kadına yönelik şiddet ile mücadelenin bütüncül bir yaklaşım gerektirdiğini o zamandan bilen kadınlar olarak hem CEDAW gibi uluslararası sözleşmelere sahip çıkıldı hem de var olan yasaların bu sözleşmeleri ve dile getirilen kadın taleplerini dikkate alarak yeniden düzenlenmesi, resmi kurumların oluşturulması için güçlü bir mücadele yürütüldü. 4320 sayılı “Ailenin Korunmasına Dair Yasa” (1998) ve devamında ilgili yönetmeliklerinin çıkarılması, devletin ve yerel yönetimlerin ilk kadın sığınaklarının Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) ve Bakırköy Belediyesi tarafından açılması (1990), Devlet İstatistik Kurumu’nun (DİE) Toplumsal Yapı ve Kadın İstatistikleri Şubesini kurması (1993) bu dönemin önemli adımları oldu. Medeni Yasa da kadınların gündeminde oldu bu süreçte. 1993 yılından itibaren kadın taleplerini içeren yasa taslaklarının hazırlanması, eylemler ve basın açıklamaları ile yasanın Meclis’teki sürecinin takip edilmesi ile 2001 yılında yeni Medeni Kanun’un kabul edilmesi ve 2002 yılında da yürürlüğe girmesi ile sonuçlandı. Benzer bir süreç 2005 yılında yürürlüğe giren yeni Türk Ceza Kanunu çalışmalarında da yaşandı.
Bu çalışmalar kadınların hak, özgürlük ve eşitlik taleplerinin kurumsal yapılar tarafından nasıl yok sayılmaya çalışıldığını, ataerkil ideolojinin özellikle resmi kurumlar nezdinde ne kadar güçlü olduğunu da gösterdi. Kadına yönelik şiddetle mücadele için çıkarılan yasanın adının bile “Ailenin Korunması”! olması, kadın sığınağı yerine ısrarla kadın konukevi adının kullanılması ve daha sonraki dönemlerde birçok gerekçe ile Medeni Yasa ve TCK’ya, elde edilen kazanımların ortadan kaldırılması amacıyla yapılan müdahaleleri sayabiliriz.
Kadın hareketinin gücü ve Avrupa Birliği üyelik sürecinin canlılığı, tek başına iktidar olduğu bu dönemde AKP’yi pek istekli olmasa da bu değişiklikleri yapmaya ve gelişmeleri devam ettirmeye zorladı. Ancak Partinin oy oranı arttıkça kadın-erkek eşitliği, kadına yönelik şiddet ile mücadele ve genel olarak hak ve özgürlüklere dair söylemi ve devamında politikaları da klasik bir sağ muhafazakar çizgiye çekilmeye başlandı. Eğitim sistemi, kendi söylemleri ile “dindar ve kindar bir nesil yaratmaya” yönelik olarak dönüştürülmeye, 4+4+4 gibi kesintisiz eğitimi sekteye uğratan düzenlemeler ile özellikle kız çocuklarının eğitime erişimi azaltılmaya başlandı.
8 Mart etkinliklerinde, kadın örgütleri ile yapılan toplantılarda kadınlara en az üç çocuk doğurmayı tavsiye eden (2008) ya da kadın erkek eşitliğine inanmadığını (2010) belirten dönemin başbakanı, eşitlikçi politikalardan uzaklaşılacağına ve kadınlara “ev” ve “aile” dışında bir alan tanımak istemediklerine dair ilk ipuçlarını vermişti.
İstanbul Sözleşmesi ve 6284 sayılı Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun ile ilgili çalışmalar 2011 ile 2015 arasında bir geçiş dönemi denilebilecek bu süreci göstermesi bakımından önem taşıyor. Kadından Sorumlu Devlet Bakanlığı’nın yerine aile merkezli politikaların hayata geçirileceği bir yapılanma olarak Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın kurulması da (2011) bu dönemin önemli dönemeçlerinden biri olarak kabul edilebilir.
Avrupa Komisyonu’nun İstanbul Sözleşmesi’nin hazırlanması aşamalarında Türkiye’yi temsil eden Feride Acar’ın, Türkiye kadın hareketi ile kurduğu ilişki, bizlerin hem süreci izlememiz hem de kadın taleplerinin sözleşmeye yansıması bakımında büyük bir fırsat sağladı. 6284 sayılı yasanın hazırlık çalışmaları da yine kadın örgütlerinin oluşturduğu platform temsilcilerinin katkısı ile sürdürüldü. Ancak İstanbul Sözleşmesi gereği seçilecek temsilciye ilişkin seçim süreci (2014) aslında siyasi iktidarın bağımsız kadın örgütleri ile ilişkisini kesmesinin ve artık kendi kurduğu kadın örgütleri ile çalışacağının neredeyse açık bir biçimde belirtildiği bir dönemin başlangıcı oldu. Aynı şekilde 6284 sayılı yasa gereği açılması gereken ŞÖNİM’lerin yasayla belirlenen kriterleri taşımaktan çok uzak bir biçimde faaliyete geçmesi de siyasi iktidarın bundan sonraki politikalarının işaretlerini çok güçlü biçimde verdi.
2016 yılında hazırlanan Boşanma Komisyonu Raporu (Aile Bütünlüğü, Boşanma Olayları ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu Raporu), aileyi esas alma ve aile bütünlüğünü sağlamak için kadınların büyük mücadelesi ile elde ettiği kazanımları tartışma ve ortadan kaldırma çabalarının ana metni oldu. Öncelikle TCK’nın 103. maddesi değiştirilmeye çalışıldı. Yapılmak istenen değişiklik ile çocukların (15 yaş altı) 5 yıl boyunca “başarılı ve sorunsuz” evlilik yapmaları durumunda cinsel istismar failinin affedilmesini öngörüyordu. Hem Meclis muhalefeti hem de kadın hareketinin etkili eylemleri ile geri çekilen bu teklif farklı adlar altında yeniden ve yeniden gündeme getirilmeye devam etti. Siyasi iktidar hazırladığı “yargı paketleri” ile erken evliliklerin önünü açmaya, Medeni Yasa’dan kaynaklanan kadın haklarını “aile bütünlüğünü koruma” adı altında etkisiz kılmaya, cinsel suçlar için getirilen “somut delil” şartıyla cinsel istismarın cezasız kalmasını kolaylaştırmaya, kadına yönelik şiddet faillerini infaz sistemi değişiklikleri ile serbest bırakmaya devam etti.
İktidarın tartışmaya açtığı bir diğer konu ise kadınların nafaka hakkı oldu. İktidar, boşanmaları aile bütünlüğüne, ailenin güçlendirilmesine yönelik bir tehdit olarak gören siyasi iktidar, kadınları evlilik içinde tutmak için (bu onların canına mal olsa bile) nafaka hakkını sınırlamaya, kısıtlamaya yönelik girişimlerini hep gündemde tutuyor.
Oldukça yetersiz olan sosyal politikaların bir nevi sadaka, yardım biçimine büründürülmesi, aile içindeki yaşlı, hasta bakımı gibi bakım emeği için ödemeler yapılması, kadınları güçlendirecek politikalar yerine cinsiyetçi iş bölümünü sağlamlaştırma ve kadınları ev içinde tutma amacını gösteriyor.
Aile merkezli politikaları kendi kurduğu kadın örgütleri veya “mağdur erkek” dernekleri ile meşrulaştırmaya çalışan siyasi iktidar, dini cemaatler ile kurduğu ilişkiler, imzaladığı protokoller çerçevesinde İstanbul Sözleşmesi’nden çekildiği gibi kadınların emeği ve bedeni üzerindeki denetimini sıkılaştırmaya, Anayasa’da ailenin yeniden tanımlanması gibi girişimler ile LGBTİ+ hakları ve varlıklarına yönelik müdahalelerine devam ediyor.
İktidar, kadını güçlendirmek yerine aileyi ve ailenin güçlenmesini merkeze alan temel politikasını uygulamak için yasal ve kurumsal yapıları hayata geçirmeye devam etmektedir. Aile ve sosyal Politikalar Bakanlığı koordinasyonunda “Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Vizyon Belgesi ve Eylem Planı (2024-2028)” hazırlandı ve bu planın etkin olarak uygulanmasını sağlamak için Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Koordinasyon Kurulu oluşturuldu. İl düzeyinde yaygınlaştırılan bu kurulların, eylem planları ve faaliyet raporları ile takip edilmesine yönelik düzenlemeler oldukça ayrıntılı bir biçimde belirtildi. Söz konusu vizyon belgesinde “küresel cinsiyetsizleştirme”, aile ve toplumu tehdit eden “güncel risk faktörleri” gibi muğlak gibi görünen ancak temel hedefi toplumsal cinsiyet eşitliği yaklaşımını zayıflatmak olan tanımlamaları görmek mümkün. Aynı belgede halihazırda hizmet veren belediyelere ait aile danışma merkezi, kadın danışma merkezi, aile yaşam merkezi vb. birimlerde sunulan hizmetlere Diyanet İşleri Başkanlığı aracılığıyla aile odaklı sosyal politika rehberliği görevi verilmesi de dikkat çekiyor. Boşanma durumunda mahkeme temelli “aile arabuluculuğu” sistemi bu belgede de yer almaya devam ediyor. Bu vizyon belgesinin yanı sıra Kadının Güçlenmesi Strateji Belgesi ve Eylem Planı (2024-2028), Kadına Yönelik Şiddetle Mücadele IV. Ulusal Eylem Planının (2021-2025) hızlı bir incelemesi de bize, özgür, kendi kararlarını alan, hayatı hakkında söz sahibi olmak isteyen kadınların, iktidar için bir tehdit olarak algılandığı gösteriyor. Bu nedenle kadına yönelik şiddetin yaygınlığı, neredeyse katliam niteliği alan kadın cinayetleri her gün hepimizin gözleri önünde gerçekleşirken iktidarın önceliği aile içinde “sağlıklı” iletişimin kurulması ve bunun için dini kurumlar ve ittifak halinde olduğu tarikatları göreve çağırmak oluyor.
AKP-MHP iktidarının ve daha doğrusu Cumhur ittifakının “aile” anlayışı bir duvar gibi hayatlarımızın önünde yükseltiliyor. Bu duvarın dışında iseniz ya da dışında kalmayı seçmiş iseniz başınıza gelen her şeyi hak etmiş oluyorsunuz. “Güçlü Aile”nin güçleneni kim diye sormuştum ya, biz değiliz…