1915 Ermeni soykırımını, 1930 Zilan Katliamını, 1938 Dersim Katliamını, 1955 6-7 Eylül pogromunu, 1964 Rum sürgününü konuşmadan; bu toprakların sahipleri olan bu insanların çocuk faktörüne bile takılmadan katledildiği gerçekliği konuşulmadan, yüzleşilmeden, hakkı olana hakkı teslim edilmeden bu topraklardaki ırkçılık sökülüp atılabilir mı?
Birilerini yabancı görme ya da kendini yabancı hissetme durumu bazen bizler için kaçınılmazdır. Evinde, mahallende okulunda şehrinde… kendine ait hissettiğin herhangi bir alanda bu yaşanabilir. Sen gitmişsindir birileri gelmiştir, mekan kendisi olmaktan çıkmıştır ya da yeni bir mekana varmışsındır. Çoğunlukla bir uyum süreci vardır her iki taraf için de. Ve kimse sizden ilk olana, yeni olana hemen alışmanızı beklemeyebilir ve bu da sizin bir hakkınızdır. Fakat meselenin derinleştiği, içinden çıkılamaz hale geldiği nokta öteki diye gördüğünüz kişilerin haklarına yönelik yaklaşımınızdır. Bu yaklaşım hangi sınırları ve hakları ihlal ediyor. Türkiye örneğinden yola çıkarsak kişi ve kurumlar kendi dışında kaldığını düşündüğü kişileri aşağıdan görmek ve haklarının tanınmamasına sarılma noktasında keskindir. Ve hatta bu onlar için çok normal bir yaklaşımdır, buna gündelik dilde çok sık denk gelebilirsiniz. Mülteci, göçmen, Kürt, Ermeni, kadın, LGBTIQ+lara ve diğer bütün “öteki”lere yönelik üstün olduğu inancı davranışlarından, sözcüklerinden akar. “Türkiye Türklerindir”, “Ya sev ya terk et” “Kürt vatandaşlarımız yok, Kürt Kökenli vatandaşlarımız var”, “ Türkiye’deki herkes Türktür” “Kürtçe diye bir dil yoktur” “Allah Kürtçe bilmiyor, Kürtçe ibadet dili olamaz”, “Kılıç artığı”, “Afedersiniz Ermeni”, “ Rumlar düşman” ve daha nicesi… Burdan da anlaşılacağı üzere sizin gerçeğiniz, tercihiniz, sizin kendiniz, kültürünüz, sanatınız baştan kabul görmez. Çünkü "Türkleşmemiş, İslamlaşmamış, Muasırlaşmamıştır". İki “kutsal” yaratılmıştır toplumda Türk ve Müslüman kimliği. Bu kimlikler dışında kalanlar her kötülüğü ve dışlanmayı hak eder… Bir de "çağdaşlaşma"yı unutmamak gerekir…
1789 Fransız İhtilali birçok değişikliğe öncü olmuştur ve etkileri dünyaya yayılmıştır. Bu ihtilal eşitlik, özgürlük, adalet gibi kavramların yanı sıra milliyetçilik kavramını da getirmiştir. Ve zamanla bu milliyetçilik kavramı derin ırkçılığın beslendiği nokta olmuştur.
18. yüzyıl sonlarında başlayan ve 19. yüzyıla gelindiğinde derinleşip yayılan Fransız İhtilali sonuçları ile devletlerin öncülüğünde halkların aralarındaki farklılıklar özellikle etnik köken olarak derin çatışmalara yol açacak bir zemine taşınacaktır. Daha önce inanç yapıları üzerinden, sınırlardan tutun devlet yönetimine farklı bir tutumla karşılaşan halklar Fransız İhtilaliyle artık bu derin çatışma alanlarını başka özellikler üzerinden taçlandırmaya başlamıştır. Bugün bile nefes alıp verdiğimiz her alan ve hatta öldüğümüzde gömüldüğümüz mezarlarımızda bile bunun etkisi fazlasıyla bizlere hissettirilmekte. Çok uzağa gitmeden yaşadığımız sınırlar içerisinde ve hemen en yakın tarihlerde insanların mezarlarından çıkarıldığına tanık olduk, ya da öldürülüp günlerce sokakta bekletilip çocuklarına izletildiğine tanık olduk, doksanlarda her gün duyduğum “bugün yine bir kişi panzerin arkasına bağlanmış sürükleniyor” cümlesini 2015 gibi yakın bir tarihte Hacı Lokman Birlik’in öldürülmesiyle yeniden duyar, görür olduk. Bunlar bir toplumun bütün değer ve inançlarını bir yana bırakıldığında ahlaki olarak kabul edemeyeceği çarpıcı örneklerden sadece birkaçı. Fakat nasıl oluyor da çok normal, çok sıradan karşılanabiliyor toplum tarafından… Bunun derinliği, inşası var. Bu toplum bunlara çok tanık, çok ortak… sadece izlemek bile onaylamaktır, cesaret vericidir. Ve bu aslında toplumun yavaş yavaş ölümüne temeldir. Bugün Türkiye toplumu, için güçlü bir toplumdur denilebilir mi? Cevabınızı belirleyecek şey buradaki güç kelimesini nereden tuttuğunuzdur. Ancak ahlaklı bir toplum insanca yaşamın savunucusu olabilir; ötekileştirmeden bütün bir toplumun hak savunucusu olmak ve bunun için mücadele etmek iyi bir ahlak ister ve bu iyi ahlakı belirleyen din ya da ırk değildir bu daha çok kişinin ve toplumun yaşamın ya da yok oluşun özünü anlamasıyla ilgilidir. Oysa tarihsel süreçte inşa edilen toplumların ahlaksızlığıdır. Yaratılan suskunluk ise bu ahlaksızlığın en temel besinidir.
Foto: 1938 Dersim Katliamı
Irkçılığın kökü dündür, dünden öncedir… Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Êzidîler, Süryaniler, Lazlar, Çerkezler… ve bütün bunların son direngen ayağı olan Kürtler Osmanlı Devleti’nin özellikle 19. yüzyıla denk gelen döneminde bu topraklardan sökülüp atılsın diye başlanan kırım, katliam, göç, sürgün gibi durumlara her fırsatta maruz bırakılmıştır. Bugün eğitim sıralarında bizlere ilk öğretilen ise bütün bunların ihanetçi ve hain olduğudur. Cumhuriyetin yüzyılı aşkın tarihinde neler yaşandı da bir zamanlar her köşe başında mutlaka bir Rum’a bir Ermeni’ye denk gelinirken bugün bunlara denk gelmek bir mucizeye dönüştü? 1915 Ermeni soykırımını, 1930 Zilan Katliamını, 1938 Dersim Katliamını, 6-7 Eylül 1955 pogromunu, 1964 Rum sürgününü konuşmadan; bu toprakların sahipleri olan bu insanların çocuk faktörüne bile takılmadan katledildiği gerçekliği konuşulmadan, yüzleşilmeden, hakkı olana hakkı teslim edilmeden bu topraklardaki ırkçılık sökülüp atılabilir mı? Bütün bunlar konuşulmadığı ya da övünülerek konuşulduğu için aynı toplumun devamı çok rahat Suriyelilerin evlerini yakabiliyor. 1955 “Atatürk’ün evi bombalandı” yalanıyla gayrimüslimlere cehennemi yaşatanlar bu utancın ağırlığıyla yüzleşmediğinden “bir çocuğun hakkını dert ettim” yalanıyla başka birçok Suriyeli çocuğun yaşadığı alanlara saldırıp cehennemi yaşatabiliyor başka çocuklara. Bundandır ki amasız fakatsız Irkçılık aşağılık olmanın belirtisidir. Ve bu toplumda ırkçılığın suç olarak görülmemesi “öteki” hakkında çok rahat konuşulup, hüküm verilmesi korkunçluğunu korudu, korumaya devam etmektedir.
Irkçılık özellikle devlet yönetimlerinin politika/siyasetleri neticesinde gücünü korur. Türkiye’ye baktığımızda yönetimlerin bu noktada son derece besleyici teşvik edici olduğu da görülmüştür. Bunun güçlü örneklerinden olan 6-7 Eylül Pogromunun yönetim destekli olduğu özellikle Mendereslerin yargılanması sırasında da gündeme gelmiştir. “Kıbrıs Türktür Cemiyeti'nin önayak olması ve diğer gençlik örgütleri, meslek kuruluşları, DP teşkilatı, bazı resmi ve gayriresmi makamların telkin ve teşvikiyle yerel kalabalıklar ve şehre dışarıdan getirilmiş olan kitlelerce 6 Eylül akşamı Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir yağma ve yıkım eylemi gerçekleştirilir.”[1] Bu da aslında ırkçılığın nasıl örüldüğü, örgütlendiğinin açık göstergesidir. Buna benzer durumlarla tam bir yüzleşme ve yaptırım meydana gelmediği sürece benzer durumların önü alınamaz.
Foto: 6-7 Eylül ve “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı…” diyen Sabri Yirmibeşoğlu
Ulus devlet tarafından istenilen toplumun yaratımı ancak toplumdaki bütün farklılıkların ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Çünkü ulus devletin özellikle milliyetçilik kavramı üzerinden var ettiği kimlikler biriciktir-kutsaldır-dokunulmazdır. Bunun dışında kalanlar ise tehdittir. Yusuf Akçura’ 1904 yılında Mısır’da Türk adlı gazetede yayınlanan yazısı Üç Tarz-ı Siyaset’te[2] iki alan ve dört aşamada Türklük bilincinin geliştirilmesini belirtir. Buna göre: “İlk alan Osmanlı Devletidir. Buradaki Türkler arasında ırksal bağlar, din duyguları gibi kuvvetlendirilecektir. Sonra Türk olmamakla beraber, bir dereceye kadar Türkleşmiş olan Osmanlı toplulukların Türkleştirilmesine geçilecektir. En sonunda Türklükten etkilenmemiş, ulusal bilinçten yoksun topluluklar Türkleştirilecektir.”[3] Diyerek Türklük inşasının aşamalarını anlatır daha tarih1904 iken. Osmanlı ile başlayan ve Cumhuriyetle derinleştirilen bu süreç bugün bile işlemeye devam ediyor. Yusuf Akçura bu söylemi temelsizce söylemiyordu ve bugün bile onu baz alıp düşüncelerine, yaşam tarzına şekil veren kişi sayısı da az değildir. Bu kişilerin düşünce ve yaşam şekli buradan beslenirken ırkçılığı inşa etmekten geri durabilir mi?
Elbette ayrımcılığı Osmanlı’nın son döneminde başlayan etnik kökene dayandırılan milliyetçilik anlayışıyla başlatmak yanıltıcı olabilir sonuçta Fransız İhtilali öncesi dünya düzeni daha çok dini inanç üzerinden şekilleniyordu. Osmanlı Devleti’nde de millet sistemi dine bağlıydı. Devletin öznesi kabul edilen Müslümanların dışında kalan inanç gruplarına yönelik vergilendirme sistemi bile tek başına bu ayrımın tanımlayıcısıdır. Yarattıkları sınırlar içerisinde kalan Müslümanlar ile gayrimüslim topluluklar arasındaki farklı din faktöründen yola çıkılarak yapılan ve belli şartlara bağlanan anlaşma neticesinde çatışma alanları bu sınırlar içinde minimize edilmişse de “Zimmiler”le yapılan bu anlaşma sonucunda gayrimüslimler için vergilendirme sistemi, askerlik ve bazı konumlardan men gibi durumlar yaratılmış ve bunlar karşılığında dini inancına izin verilmiştir. Bu sistem içerisinde inanç kimliğini koruyan gayrimüslimler ve hatta aleviler bugüne kadar en ufak siyasi kıpırtılarda devlet ve devletin merkeze oturttuğu toplumun hedefi olmaktan kurtulamadılar.
Foto: 1964 Rum Sürgünleri
Farlılıklara yönelik nefret inşası toplumun yaşamına, diline, kültürüne fazlasıyla oturmuştur. Hala bir “gevur” öldürdüğünde cennete gideceğine inana insan sayısı az değildir. Bugün Türkiye’de “Alevi’nin yemeği yenilmez” anlayışı Türk-Sünni kimliğinin dışında kaldığınızda toplumda karşılığınızın ne konumda olduğunu göstermektedir. Elbette Osmanlı devletinin dini inanç üzerinden yapmış olduğu ayrım Cumhuriyetle direkt kesintiye uğramadı bu ayrım din-Irk ayrımı üzerinden daha da derinleştirilerek toplumun özellikle azınlıklaştırılanların bir çıkmazı haline geldi. Özellikle Kürtler, Rumlar ve Ermenilere yönelik söylemler, girişimler ırkçı kişiler tarafından hep yetersiz bulunmuş ve toplumda kendilerine ters düştüğünü düşündükleri kişileri hızlıca Ermeni, Kürt, Rum diye belirtip bunu aşağılamak için kullanmışlardır, kullanıyorlar. Rumların, Kürtlerin, Ermenilerin çok sık maruz kaldığı söylemlerdir bunlar.
Cumhuriyetle birlikte hemen her şeyin; Eğitim, ekonomi, kültür, sanat… millileştirilme girişimleri toplumda ciddi kırılmalar yaratmıştır. Bunu bir örnek üzerinden ele alacaksak Varlık Vergisi örneği üzerinden ele alabiliriz. Türkiye’nin 1942’ yılında çıkarmış olduğu Varlık Vergisi’ din-etnik köken ayrımı üzerinden insanların nasıl fakirleştirildiği, bir anda nasıl bütün varlığının elinden alınıp Türklere aktarıldığının en çarpıcı örneklerdendir. “Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları ortadan kaldırarak Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz.”[4] Diyen Başbakan Saraçoğlu’da bunu açık ifade etmiştir. Gayrimüslimlerin, Aşkale Kampında toplatılması işin en sorgulanması gereken noktalardandır. Çünkü dünyada ırkçılığın ne olduğunu ve nasıl sonuçlar doğurduğunu en iyi yansıtan örneklerden; Nazi Almanyası’nın ünlü toplama kamplarından Sachsenhausen’i o dönem ziyaret eden Türk yöneticiler gerçeği de var. Bu kişiler bu kampı neden ziyaret etti? öğrenmek istedikleri neydi burayı ziyaret edenlerin kimlikleri sistemli ırkçılığın taşıyıcısı olarak adlandırabileceğimiz kişiler olması normal miydi? “Türk hükümetinin verdiği resmi görevle Nazi Almanyası’nı ziyaret eden Halûk Nihat Pepeyi, dönemin İstanbul Emniyet Müdürü; Selahattin Korkud ise Emniyet Genel Müdürlüğü Azınlıklar Şube Başkanı’ydı. Korkud ve Pepeyi seyahatlerinden kısa bir süre önce Varlık Vergisi’ni ödeyemeyenlerin Aşkale’deki çalışma kamplarına gönderilmesinden sorumluydular.”[5] Ayrıntısı bu kampın hangi amaca hizmet için açıldığı sorusunu güçlü bir şekilde sormanın gerekliliğini gösteriyor. Erzurum Aşkale çalışma kamplarına gönderilenler ve ülkede yaşayan yabancılar için de ödemesi gereken yeni vergi borçları çıkarılmış olması durumu diğer ülkelerin tepkisini çekmiştir[6] ve bu tepkiler Varlık Vergisinin durdurulmasını etkilemiş olmalı.
Peki Ekonominin millileştirilmesi söylemine karşı bütün varlığı elinden alınan bu insanlar kimdi ki? Yabancı- azınlık denilen bu insanlar kimdi? Bu insanlar bu topraklara üç beş gündür yerleşen insanlar değildi. Bu toprakların sahibi olup iki büyük dünya savaşını görmüş bütün akışa rağmen doğdukları bu toprakları terk etmemiş insanlardı. Bazen şu yanılgıya kapılabiliyor insanlar ki çok tanık olmuşluğumuz da var; Rumlar, Ermeniler, Süryaniler… sanki bu toprakların sahibi değilmiş, sanki üç beş günlük işgalciymiş gibi düşünülür. Oysa her fırsatta hatırlatmakta fayda var kökleri bu topraklara dayanan ve birer yurttaş olan bu erkekler, kadınlar, çocuklar asıl özne kimlik kabul edilen Türkleşmenin/ Müslümanlaşmanın dışında kaldıkları için hep bir fazlalık olarak kabul edildi ve bu insanların her hakkı çiğnendi. Bu insanlar bir an önce kurtulunması gereken kişiler olarak çok sık ulus devletin olumsuz planlarına maruz bırakıldı. Birer yurttaş olarak hiçbir zaman kabul görmeyen bu farklı kimliklerin hakları tanınmadı ve azınlık konumuna indirgenerek tanınacak her hak birçok şarta bağlandı ve bu gıdım tanınan haklarda yüz yıllık cumhuriyette birçok yasa, kanun, yönetmelikle olabildiğince azaltıldı, kısıtlandı, ortadan kaldırıldı.
Türk/ İslam kimliğinin bütün olarak işlenmesi ve bu iki kimliğin ayrılmaz kabul görmesi resmi tarih anlatısında o kadar sıkı işlenir ki bütün hızlı ve sınırsız bilgi erişimine rağmen hala bu topraklardan farklı kimlikte insanların nasıl doğup büyüdüğü ve toprakların sahibi olduğu gerçeği bilinmez duyulunca da kabul görmez.
1948 Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi’nin 2. maddesinde “Herkes ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka türden kanaat, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuş veya başka türden statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, bu Bildirgede belirtilen bütün hak ve özgürlüklere sahiptir.”[7] Denilmiştir. Ve uluslararası hukukta bunların çiğnenmesine engel olacak durumlar mevcutsa da çoğunlukla tam uygulanamamış ve özellikle bir vesayet altında bulunan kendi kendini yönetme hakkı tanınmayan toplum ve toplulukların hakları konusunda sessiz kalınmış ve devletlerin aralarındaki çıkar ilişkilerine bu haklar kurban edilmiştir. Bu duruma en fazla maruz bırakılan toplumlardan biri de Kürtlerdir. 1948’den günümüze birçok devlete birçok birey, toplum ve topluluğun haklarını çok açık bir şekilde çiğnese de yok saysa da ciddi sonuç getirecek tepkiler almamış olmalı ki bugün bile şehirleri bombalayanlar gayet yargılanmayacağının, bir cezayla karşılaşmayacağını bilerek hareket etmektedir. 1949 da bu Bildirgeyi yürürlüğe koyan Türkiye’de neler yaşandı ve yaşatılanlar karşısında ne kadar caydırıcı bir ceza verildiği/verilmediği açıktır.
Farklar hayatın olağan akışının en önemli parçasıdır ne kadar renk o kadar güç, o kadar yaşamdan tat almaktır. Fakat toplumlar bu farklılıklar üzerinden birbirine düşürülür yaratılan sınırlar ve simgeler toplumları mutlu, barış ve özgürlük temelli bir yaşama çekmekten uzaklaştırıldığı halde yaratılan korku ve benmerkezcilik anlayışından kaynaklı aşılamaz ve hep kaybeden insanca yaşamdır.
[1] 6-7 Eylül Olayları, Dilek Güven, Radikal, 06.09.2005, E.T: 19.07.2024 https://web.archive.org/web/20160306103629/http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=163380,
[2] Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1976, s 2.
[3] Yusuf Akçura, Üç Tarz-ı Siyaset, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 1976, s 16.
[4] Şahin Yeşilyurt, VARLIK VERGİSİ HAKKINDA BİR DEĞERLENDİRME, Uluslararası Yönetim İktisat ve İşletme Dergisi, Cilt 12, Sayı 27, 2016, s 298.
[5] AGOS, https://www.agos.com.tr/tr/yazi/821/varlik-vergisi-ve-askaleninmimarlari-nazilerden-ders-almis yayın yılı: 09.03.2012, E.T: 18.07.2024.
[6]Yasin Coşkun, Varlık Vergisi’ne Gösterilen Uluslararası Tepkilere Bir Örnek: ABD’nin Varlık Vergisi’ne Yaklaşımı, Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları Sayı/Issue: 36, 2019, https://cdn.istanbul.edu.tr/FileHandler2.ashx?f=5-yasin-coskun1.pdf
[7]İnsan Hakları Derneği, https://www.ihd.org.tr/insan-haklari-evrensel-beyannames/