Kadınların patriyarkanın her daim saldırısı altında olduğu bir dünyada hangi kadın örgütünün hangi örgütsel formla olursa olsun, kadınlarla erkeklere direnmelerini mümkün kılacak ilişkiler ve ağlar kuruyor olması, feminizm açısından çok kıymetlidir
28 Mayıs gecesi Kısıklı’da evinin önünde yaptığı konuşmada Erdoğan’ın ilk sözleri LGBTİ+’lara ve aileye ilişkindi; verdiğimiz sözleri tutacağız dedi. Sözünü tutuyor; LGBTİ+ Onur Ayı kapsamındaki kapalı salon film gösterimleri ve üniversitelerdeki eylemler dâhil her şey yasaklanıyor, eylemlere polis saldırıyor. ÇEDES Projesi adı altında okullara imamlar atanıyor, İstanbul’da 128 okul yaz aylarında dini eğitim düzenlemesi için TÜGVA’ya tahsis ediliyor ve son olarak karma spor eğitimi yapıldığı için Okul Sporları Federasyonu, Erdoğan’ın imzasıyla kapatıldı.
Tam bu esnada (belli ki burjuva) bir tesettürlü kadın öğrenci, Alaçatı’daki lüks bir ‘beach cluba’ giremeyişinin mühim mağduriyetini sosyal medyada paylaşıyor. İstanbul ve İzmir kent sınırları içinde yaşayıp denizi hiç görmemiş milyonlarca yoksul kadının değil, Alaçatı ‘beachlerine’ giremeyen -çok yüksek ihtimal AKP’li- burjuva tesettürlülerinin ‘mağduriyetlerini’ tartışıyoruz. AKP’nin son 21, hatta büyükşehir belediyelerini ele geçirdiği son 30, yıldaki en büyük başarısı, İslamcı sermaye fraksiyonu ile geleneksel büyük sanayi burjuvazisinin temsil ettiği sermaye fraksiyonu arasındaki mücadeleyi yoksul, mazlum, inançlı halkla, modern laik yasakçı yurttaşlar arasındaki mücadele olarak sunabilmesi oldu. Hep birlikte tesettürlü kadınların lüks ‘beach clublara’ alınmamasının kadınlara ilişkin önemli bir ayrım olup olmadığını tartışırken, tüm halkın ücretsiz olarak kullanımına açılması gereken sahillerin neden yerel yönetimlerce ‘ücretsiz halk plajı’ haline getirilmediğini ve özelleştirildiğini sorgulamak akıllara bile gelmiyor. (Hiç kuşkusuz ücretsiz halk plajlarında haşemalarıyla denize giren ya da örtünmüş halde sahilde oturan kadınların aşağılamayla karşı karşıya kalmaları modernist ayrımcılığın ve erkek egemenliğinin bir sonucu.) Lüks İslami otellerin içindeki şatafattan paylaşılmayan görüntüler lüks beach clublardan paylaşılıp başörtülü burjuva bacılarımız o mekânlara alınmadığında, işçi sınıfından muhafazakâr ve dindar kadınlar kendilerini burjuva ama tesettürlü kadınlarla özdeşleştirerek siyasal saflaşmadaki yerlerini alıyor ve oylarını [HÜDAPAR ve Yeniden Refah Partisi ile ittifak yapan] AKP’ye veriyor.
Hiç kuşku yok ki İslamcı sermaye fraksiyonu ile laik geleneksel sanayi burjuvazisi arasındaki ideolojik ve siyasal hegemonya mücadelesinin, dindar halk ile baskıcı laik devlet ve ‘vatandaşları’ arasındaki bir kimlik mücadelesi olarak sunulmasının otuz yıl boyunca aşılamaması esas olarak liberalizmin etkisi altındaki sınıf örgütlerinin sorunu/başarısızlığı/reformizmi. Ancak güncel siyasal literatürde “kutuplaşma” diye ifade edilen bu siyasal ve ideolojik mücadelenin yansımaları, son yirmi yıldır liberalizmin etkisi altında feminist harekette de yer yer karşılık bulurken, bu salınım son seçimler özelinde modernizme kaymanın önünü de açtı. Feminist hareketin ve kadın hareketinin 14 Mayıs ama özellikle 28 Mayıs öncesindeki seçim kampanyaları yirmi yıldır etkili olan bir uçtaki liberalizmden bir diğer uçtaki modernizme kaymanın somut siyasal örneğini oluşturdu.
Bağımsız feminist hareket ve seçim kampanyaları
Meclis’te temsilin kesin hale geldiği 2007’den itibaren Kürt kadın hareketinden arkadaşlarımıza ‘feministler’ olarak oy istemek konusunda tartışmalarımız hep oldu. Sebahat Tuncel’in 2007 ve 2011’de İstanbul’dan aday olması ile somutlaşan bir tartışmaydı. O dönemde gerek bir bütün olarak Kürt hareketinin gerekse özel olarak Sebahat’ın şahsında yürüyen seçim kampanyası, feminist hareketin tümüyle destekleyebileceği bir çerçeveye sahip olmasına rağmen, “feministler” imzası ile bir doğrudan destek verilmedi. Kimilerimiz sadece erkek egemenliğine karşı mücadele programı açısından değil, barıştan, emekten, demokrasiden yana programı nedeniyle de, Sebahat’a [ve aslında diğer Kürt kadın hareketinden aday olan arkadaşlarımıza] açıktan “feministler” imzasıyla destek olunabileceğini düşünüyor olmamıza rağmen, bağımsız feminist siyasetin teamülleri gereği farklılıklarımızı gözeterek feministler imzası ile çağrı yapılmadı.
2015’e geldiğimizde AKP’yi ve inşa etmeye hazırlandığı faşizmi durdurmanın en önemli adımı HDP’nin yüzde 10 seçim barajını aşarak Meclis’e girmesiydi. Seçim programı yine erkek egemenliğine karşı feministlerin –de- taleplerini içermenin ötesinde LGBTİ+ hareketin de talepleri programda yer bulmuş ve ayrıca bir bütün olarak da emek, barış ve demokrasi güçlerini yan yana getiren bir seçim programı ortaya konmuştu. Ayrıca Türkiye feminist hareketinden bir arkadaşımız da yine İstanbul’dan kesin olarak seçilecek yerden adaydı [ve seçildi.] 2015’te HDP’nin yüzde 10 barajını aşarak Meclis’e girmesi, en az bu seçimde Erdoğan’ın devrilmesi kadar önemliydi aslında. Ama yine programatik olarak somut herhangi bir eleştiri söz konusu olmamasına rağmen, feministler olarak doğrudan HDP’ye destek olmak için toplanıp bir kampanya planlamadık. Yine destek olmak isteyenler yan yana gelerek kendi adımıza çalışma yürüttük. 2018’de faşizmin kurumsallaşmasında ciddi yol alan AKP karşısında yine feministler olarak doğrudan HDP’yi işaret eden bir kampanya yapmadık ancak tek tek yüzlerce imza ile HDP’yi desteklediğimizi söylediğimiz bir basın açıklaması yaptık ve sosyal medyada yaygınlaştırdık.
2007’de Sebahat, İstanbul 3. Bölge’den adayken, bir grup bağımsız feminist birinci ve ikinci bölgelerde aday olan, eski genelev çalışanı iki kadın arkadaşla bir araya gelerek, “vesikalılar” kampanyası diye andığımız seçim çalışmasını yürüttük. Bu kampanyada tam da aile kurumu ile fuhuşun aynı madalyonun iki yüzü olduğunu teşhir eden bir politik çerçeve oluşturulmuştu. 2009’da yine bağımsız feministler yerel seçimlerde Beyoğlu’nda “Bey- oğlu’na Sözümüz Var” diyerek belediye başkan adayı olarak gösterdiğimiz kadın arkadaşımızla, feminist bir yerel seçim kampanyası yaptık. 2017’de bağımsız feministlerin de dâhil olduğu kadın hareketi bileşimleriyle referandum için hayır kampanyaları örgütlenirken, 8 Mart feminist gece yürüyüşünün ana pankartına “hayır” yazmadan önce uzun tartışmalar yürüttük. 2015 seçimlerinde ise Sosyalist Feminist Kolektif olarak ayrıca “Makbul kadın olmayacağız” kampanyası ile AKP’nin aile ve makbul kadınlık dayatan politikalarına karşı feministlerin siyasetini görünür kılmayı hedefledik. Çünkü seçim dönemleri başta kadınlar olmak üzere bütün toplumun siyasi algılarının en açık olduğu süreçler oluyor.
Bu seçimlerde ise önce 14 Mayıs’a giderken kadın hareketi olarak “diktatörü devireceğiz” kavramı çerçevesinde kadın hareketinin seçim politikası olması gerektiği düşünülen bir çizgi öne çıkarılmaya çalışıldı. Kuşkusuz bu lafın ardından İstanbul Sözleşmesi’nden imza çekilmesinden LGBTİ+ düşmanı politikalara kadar, AKP-MHP’nin kadın düşmanı çizgisini teşhir eden bir çerçeve söz konusuydu. Ancak çizilen çerçeve zaten seçimlere ittifak olarak katılan EÖİ’nin yanı sıra diğer sosyalist partilerce de büyük oranda dillendiriliyordu. Kaldı ki diktatörü devirme, tek adam rejimini yıkma vb. tüm sloganlar da zaten tüm toplumsal muhalefetçe dillendiriliyordu.
Bağımsız feminist hareket ve dışarıdan bilinç taşıma
Sosyalist Feminist Kolektif’in hem kadın hareketinde hem de toplumsal muhalefetteki etkinliği, kimi sosyalist örgütlerdeki feminist arkadaşlarımızın kendi bulundukları örgüt zeminlerinde karar alarak feminist örgütler kurmalarında da etkili oldu. Birçoğu kendilerini sosyalist feminist olmanın dışında feminist hareketin de parçası olarak tanımlıyorlar. Ki dünyada da sosyalist örgütlerle organik ilişkisi olan sosyalist feminist örgütler mevcut. Türkiye’deki feminist mücadele açısından bu türdeki feminist örgütlerin kurulması hiç kuşku yok ki erkek toplumsal muhalefetin feminizme tepkiselliği düşünüldüğünde, önemli bir kazanım. Ancak kurulan bu sosyalist örgüt bağlantılı feminist örgütlerle bağımsız feminist örgütler/hareket açısından kurulma biçimi ve bileşiminin ötesinde önemli örgütsel-siyasal farklılar var. Feminist gece yürüyüşleri, 25 Kasımlar ve kadın hareketi platformlarının dışında, bu feminist örgütlenmelerde sosyalist örgütlerin dışarıdan bilinç taşıma esaslı, örgüte kadın+ kazandırmayı hedef alan bir siyasal çalışma tarzının, esas alındığını görüyoruz. Mahallede örgütlenmek gibi, kadınların hayatlarını dönüştürecek biçimde feministleşmesinin değil, sola ait kadro-kitle ilişkisine benzer bir eğilimle, siyaset yapıldığını da sık sık görüyoruz. Bahsi geçen sol feminist örgütlere dâhil olan, özellikle mahalle ilişkilerindeki kadınların çoğunun kadın mücadelesi ile ilişkisi sadece bu örgütler üzerinden kuruluyor ve bu örgütlenmeyle sınırlı kalıyor. Ki özellikle İstanbul’da mahallelerde örgütlenirken dosdoğru “feminist” adıyla örgütlenmenin zorlayıcı olacağı düşünüldüğünde, hiçbirinin adında feminist kelimesinin geçmemesi de şaşırtıcı olmuyor. Bu noktada altı çizilmesi gereken bu örgütlenme tarzının asla bir sorun olmadığı ve sol örgütlerdeki feministlerle bağımsız feministler arasında kimin daha çok feminist olduğu yönünde bir tartışma yapılamayacağıdır. Kadınların patriyarkanın her daim saldırısı altında olduğu bir dünyada hangi kadın örgütünün hangi örgütsel formla olursa olsun, kadınlarla erkeklere direnmelerini mümkün kılacak ilişkiler ve ağlar kuruyor olması, feminizm açısından çok kıymetlidir.
Ancak tarihsel olarak ikinci dalga feminist hareketin, hem aynı dönemdeki diğer toplumsal hareketlerden hem de kısmen birinci dalga feminist hareketten ayırt edici yönü, dışarıdan bilinç taşımayı değil bilinç yükseltmeyi esas almasıdır. Bilinç yükseltmenin merkezinde de kadınların özel alandaki/ailedeki erkek egemenliğini sorgulamaları yer alır. Örgütlenme alanı belirleyerek ve bu örgütlenmeyi yapacak kadroları görevlendirerek bir mahallede çoğalmaya çalışırken bir bütün olarak aileyi/özel alanı sorgulamak mümkün olamaz. Dümdüz söylersek mahalleli ev dışında çalışmayan her kadına evde kocasından dayak yiyorsa evden çıkmasını, adamı evden uzaklaştırmasını söylemek mümkündür ama aynı kadınlara –en azından büyük çoğunluğuna- 18 yaşındaki kızlarının istediği gençle flört edip sevişmesini savunmanın da feminizmin esasına dair olduğunu söylemek çoğu zaman mümkün değildir. Bu nedenle AKP’nin kadın düşmanı politikalarının hız kazandığı son beş yıl içinde laiklik vurgusuyla ve AKP’nin kadınların yasal kazanımlarını gasp etmesine karşı mücadelenin öne çıkarılmasıyla, kurulan ilişki ağlarının ve gerçekleştirilen örgütlenmelerin tarihsel olarak ikinci dalga feminist hareketin örgütlenme formlarına pek benzemediğini görmek gerek. Yeniden vurgularsak bu çalışmalar, daha çok sayıda kadına ulaşarak AKP’nin kadın düşmanı politikalarını teşhir etmek ve/veya kadınları evdeki erkek şiddetine karşı bilinçlendirip güçlendirmek açısından son derece kıymetlidir. Ancak bu çalışma tarzını feminist hareketin ve/veya kadın hareketinin seçimlerde yapacağı siyasal kampanyalara egemen kılmaya çalışmak ikinci dalga feminizmin odağını modernizme doğru kaydırma riskiyle maluldür ki 14-28 Mayıs sürecinde öyle de oldu. Kadınlara neden Erdoğan’a oy vermemeleri gerektiğini anlatma sorumluluğunu üstlenmek, onlara kendilerini bekleyen tehlikeleri (HÜDAPAR-Yeniden Refah) görmeden Erdoğan’a oy verdiklerini anlatmaya çalışmak ve karşısındaki adaya oy kullanmaları yönünde telkinde bulunmak ile, mahalle mahalle gezip İstanbul Sözleşmesi’nden, 6284’ten ya da nafaka hakkından neden vazgeçmek istemediğimizin kampanyasını yapmak arasında feminizm açısından esastan fark vardır. Birincisinin yani Erdoğan’a karşı oy istemenin sol feminist örgütlenmelerin çalışma tarzıyla bir çelişkisi bulunmazken aynı şey bağımsız feminist hareket için geçerli değildir. Kadınların, HÜDAPAR’ın, Yeniden Refah’ın ya da Erdoğan’ın kadınlara ilişkin ne dediğini bilemeden oy verdiğini ve doğrular, bir bildiri ya da ayaküstü on dakikalık sohbetle anlatıldığında bu kadınların ikna edilebileceklerini düşünmek de modernizmin -feminist siyasetle de doğrudan çelişen- en mutlak yanılsamasıdır.
Kadınlar evdeki erkek şiddetine direnmeye ve İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkmaya iki bildiri okuyarak başlamadılar. Yaklaşık kırk yıldır kadından kadına, evden eve yayılan direniş ve mücadele, yüzlerce kez dağıtılan bildiriler ve ölümüne direnen kadınların seslerinin duyulur kılınmasıyla, başladılar. Sadece 16-17 sene önce kadın cinayeti yerine namus cinayeti kavramı kullanılırken, feminist dava takipleriyle, kadın cinayetlerine isyandayız kampanyalarıyla büyüyen direniş, evlerdeki kadınların İstanbul Sözleşmesi’ne sahip çıkmasını mümkün kıldı. Ama kadınlar AKP’ye de Erdoğan’a da oy vermeye devam ediyorlar çünkü, biz feministler dâhil hiç kimse (ve tabii LGBTİ+’lar da), sadece kadınlara ya da LGBTİ+’lara ilişkin programların kusursuzluğuna ya da kaç kadının aday olduğuna bakarak oy kullanmıyor. Çok sayıda kadın hakları savunucusunun, seçilecek yerden aday gösterilen kadınların oranı yüzde 40’ı geçen ve kadın mücadelesi açısından en kapsamlı programa sahip olan Yeşil Sol’a değil (sahi niye!) CHP’ye oy vermesi gibi, çok sayıda LGBTİ+ da görünür bir sıradan trans kadın arkadaşımızın aday olduğu TİP’e değil Yeşil Sol’a oy vermeyi tercih etti.
Bağımsız feminist siyaset ve aile
En başa dönersek, inançlı, muhafazakâr, dindar ya da İslamcı kadınlar da, evdeki erkek şiddetine, kız çocuklarının tecavüzcülerle evlendirilmesine, ailede ikinci sınıf insan kabul edilmeye karşı direnç göstermenin bir yolunu arasalar da, toplumsal ve siyasal olarak kendilerini ‘yurttaş’ hissetmenin yolunun, tesettürlü burjuvaziyle kendilerini siyasal olarak özdeşleştirmekten geçtiğini düşünerek oy kullanıyorlar. Bütün ezilmişlikleriyle kendilerini Kürt halkından üstün hissettiren savaş politikalarına destek vererek oy kullanıyorlar.
14-28 Mayıs arasında İstanbul Sözleşmesi’ni dahi ağzına almadığı, başta Suriyeliler ve Afganlar olmak üzere mültecileri ırkçı nefretle hedef haline getirdiği bir kampanya söz konusuyken, sandıkta değiştirelim diyerek Kılıçdaroğlu’nun işaret edilmesi, feminist mücadele açısından gelecekte de tartışma başlığı olmaya devam edecek kuşkusuz. Yeşil Sol’un ve sosyalistlerin büyük bölümünün de çağrı yapmış olması feminist hareketin tutumunu doğrulamaz. Kürt hareketi Diyarbakır’da, İstanbul’da organik ilişkisi olan tabanının ötesinde, seçmeni olan halk kesimlerine dahi tüm milliyetçi ittifaklarına rağmen neden Kılıçdaroğlu’na oy istediğini açıklayabilecek sistematik bir ilişkiye ve iletişim kanallarına sahip. Keza sosyalistler de esas olarak kent merkezlerinde ve örgütlü oldukları mahallelerde Kılıçdaroğlu’na destek verdilerse, aynı şekilde bu neoliberal, milliyetçi ve ırkçı politikalardan ayrımlarını anlatacak kanallara sahip olduklarını varsaymışlardır (diye umuyoruz!). Oysa feminist hareket söz konusu olduğunda, ilk kez gidilen AKP seçmeninin ağırlıkta olduğu pazarlarda, Kılıçdaroğlu’nu işaret ederek sandığa çağrı yapıldığında, Kılıçdaroğlu’nun kampanyasında öne çıkan Kürt ve mülteci düşmanlığının feminizmle aslında yan yana gelemeyeceğini anlatmak mümkün değildi. Çünkü bağımsız feminist hareket, Kürt hareketi ya da sosyalist hareket gibi, sistematik mahalle örgütlenmeleri ya da seçim kampanyaları ile kadınlarla dışarıdan bilinç taşıma ilişkisi kurarak, önce taraftar sonra kadro haline getirmeyi öngören, bir örgütlenme anlayışına sahip değildir. Bu noktada kendi verdiğimiz oyu çevremizdekilere tanıdıklarımıza söylemekle, hiç değmediğimiz ve bir daha değme olanağı yakalayamayacağımız tek tek kadınlara söylemek, çağrı yapmak arasında çok fark vardı.
2022 sonundan itibaren AKP-MHP iktidarı ve Erdoğan, seçim kampanyasını, aileyi korumak, LGBTİ+’ların haklarını gasp etmek yer altına itmek ve HDP nezdinde Kürt halkına yönelik milliyetçi saldırganlığı yükseltmek ekseninde kurgulayacağını açıkça belli etmişti. Anayasa değişikliği adı altında, aileye ilişkin düzenlemelerden bahsederken, kadınları aileye mahkûm etmenin, LGBTİ+’ların tüm kazanımlarını gasp etmenin hedeflendiği açıkça söyleniyordu. Depremle birlikte sarsılan güç dengeleri nedeniyle seçim öncesinde bu anayasa değişikliğini hayata geçiremedi ama bütün seçim propagandasını bu eksende örgütledi ve bu nedenle de Kısıklı’daki ilk konuşmasında bu konuyu gündeme taşıdı (ve Ankara’daki ikinci konuşmasında da zaten Selahattin Demirtaş’ı hedef aldı.) Cumhur İttifakı, HÜDAPAR ve Yeniden Refah ile genişlerken ve bütün pazarlıklar 6284 ve LGBTİ+ örgütlenmelerinin dağıtılması üzerinden dönerken, Millet İttifakı’nda da Saadet Partisi’nin şerhi, İstanbul Sözleşmesi’nin mutabakat programına konmasına engel olmuştu. İşte tam bu nedenle kadın düşmanı İslamcı- faşist siyaset Meclis’te önemli bir çoğunluk elde etmişken bağımsız feminist hareketin yapması gereken Kılıçdaroğlu’nu işaret ederek sandıklara çağrı yapmak değil, aileye, LGBTİ+ düşmanlığına, erkek şiddetine vd. karşı mücadeleye devam ediyoruz, kazanımlarımızı gasp etmenize izin vermeyeceğiz, demek olmalıydı. Çünkü biz siyasal mücadelenin hele ki feminist mücadelenin Meclis’te kalkan parmaklardan çok fazlası olduğunu, posta kutularını, golf sahalarını yakarak, sadece erkeklerden oluşan parlamentoları kadınların oy hakkını vermek zorunda bırakan birinci dalga feminist hareketten biliyoruz.
14 Mayıs’ın sonrasında yaşadığımız hayal kırıklığı ve kaygıları, son yıllarda feminist mücadeleye gözünü diken, feminist gece yürüyüşlerine katılan ya da takip eden yüzbinlerce kadına da güç verecek biçimde, korkmuyoruz direniyoruz vurgusunu öne çıkaran bir kampanya ile aşmaya çalışmalı, öncelikle yakın geçmişte feminist hareketle kader birliği yapan kadınlara ulaşmayı hedeflemeliydik. Keza seçimden sonra ağır saldırılara maruz kalacağı belli olan LGBTİ+ hareketin direnişine ses vermek bir adım olarak 28 Mayıs sonrası yaşanan yenilgi ruh haline hazır olmamızı sağlayabilirdi. Ancak feminist hareket olarak yakın ve uzak geçmişimizi hiç kuşku yok ki mücadelemizin siyasal ayaklarını yere sağlam çakmak için eleştiririz ve tartışırız. Önümüzde zorlu yıllar var, bu yazı da bundan sonra hem direnmeye hem de tartışmaya devam ederken, feminist mücadelenin 2023 seçimlerindeki uğrağına dair bir eleştiri olsun. Görkemli eylemlerde buluşmaya devam etmek umuduyla…
*LGBTİ+ ONUR AYI KUTLU OLSUN…