Ev içi emek, varlığımızın ve yaptıklarımızın bize ne kazandırdığı ya da kazandırmadığı ile ilişkili. Elbette bunlar nasıl bir cinsiyet rejiminin kurucu parçası olmakla da kalmıyor, ekonomik ve siyasal rejimlerle, ideolojilerle ilişkileniyor, yaşadığımız eşitsizlikleri çeşitli alanlara yayıyor, çeşitlendiriyorlar
Yıllar yıllar önce Hürriyet gazetesinde tam sayfa bir röportajım yayınlanmıştı. O röportajımda özellikle devlete ama elbette insanlara da “Evlerdeki şiddeti görmeniz için damlar, duvarlar da mı camdan olmalı?” diye soruyordum.
Özetle de olsa merakınızı gidereyim: Sanırım 1991 genel seçimlerinin kampanya dönemiydi. Süleyman Demirel, siyasi yasaklılıktan kurtulmuş, şapkasını portmantoya yedinci veya sekizinci kez takmaya, başbakan koltuğunda oturmaya hazırlanıyordu. Biz bizzat yaşamışlar “var” derken, resmi ağızların “yok” dediği “Türkiye’de işkence var mı, yok mu?” tartışması sürüyordu. Demirel, tartışmayı, iktidara geldiğinde Emniyet Teşkilatı’nı şeffaflaştırarak bitireceğini gayet veciz ifadelerinden biriyle şöyle dillendirerek noktaladı: “Karakollar camdan. Herkes kötü muamele olup olmadığını görecek.” Demirel, SHP Genel Başkanı Erdal İnönü ile koalisyon kurarak iktidara oldu. Fakat tahmin edeceğiniz gibi, Emniyet Teşkilatı’nı şeffaflaştırmadı. Karakollar bugün hâlâ içindekini görünmez kılan duvarlara, çatılara sahip.
Tam da o sıralarda, 1980’lerin ikinci dalga feminist hareketinin en önemli mücadele alanı kadına yönelik ev içi şiddetti. Şiddeti görünür kılmaksa, onu durdurmanın ilk adımıydı. Evdeki şiddet görünür, bilinirse, devleti şiddetsiz yaşamak isteyen biz kadınlara yönelik sorumluluğunu yerine getiren politikalar geliştirmeye, kadın danışma merkezleri, sığınaklar gibi sosyal hizmetler uygulamaya zorlayabilirdik. Hürriyet röportajımda bu nedenle “Evlerdeki şiddeti görmeniz için damlar, duvarlar da mı camdan olmalı?” diye sormuştum. Gazeteci Nuriye Akman da manşete bu soruyu çekmişti. Şimdi diyeceksiniz ki, ev içi emekle bu hikâyenin ne alakası var?
Alaka şu: Ev, günlük hayatımızda önemli bir yere sahip. Genellikle de aile olmayı, aile olarak yaşamayı simgeliyor. Ve “ev”de yaşadığımızın bir boyutu şiddetse, bir diğer boyutu da görünmeyen ev içi emeğimiz. Üstelik, kadınlık dediğimiz gerçekliğin, yani alın yazımızın değişmesi, ev içi emeğimizin görünür kılınmasıyla doğrudan alakalı.
Aslında mesele oldukça derin. Ev içi emeğimizin nasıl şekillendiği, neleri kadınların amel defterine yazdığı doğrudan cinsiyetle, cinsiyet rejiminin inşası ile alakalı. Ev içi emeğimizin bir değer olarak görünüp görünmemesi de bu rejimin bir parçası. Ev içi emek, varlığımızın ve yaptıklarımızın bize ne kazandırdığı ya da kazandırmadığı ile ilişkili. Elbette bunlar nasıl bir cinsiyet rejiminin kurucu parçası olmakla da kalmıyor, ekonomik ve siyasal rejimlerle, ideolojilerle ilişkileniyor, yaşadığımız eşitsizlikleri çeşitli alanlara yayıyor, çeşitlendiriyorlar.
Bir örnek siyasetten gelsin: 2010 yılında, Tayyip Erdoğan’ın başlattığı Kürt Açılımı, yolda değişimlere uğramış, Millî Birlik ve Kardeşlik adı altında ayrımcılığa uğrayanların bir kısmının duraklarına şöyle bir uğramış, son olarak da kadınlarla yapılan bir Dolmabahçe toplantısıyla noktalanmıştı. O toplantıda olup bitenleri ayrıntılı anlatacak değilim tabii, ama Erdoğan’ın söylediği iki cümleyi aktarmadan da geçemeyeceğim: Birincisi, “Siz kadınsınız, ben erkek. Aynı değiliz ki eşit olalım.” İkincisi, “Kreş eken, huzurevi biçer.”
Biliyoruz, Erdoğan kadınların hayatın içinde eşit olma hakkına sahip olduğunu kabul etmeyen bir ideolojiye sahip. Dini inancını siyasete taşımış olan Erdoğan için cinsiyet sadece kadın ve erkek diye iki cinsten oluşuyor; “fıtrat”, yani doğuştan içimizde var olan, varlığımızı belirleyen, asla değişmez özelliklerimiz de sadece ve sadece cinsiyetimizle alakalı. Bu anlayışta kadınlar, biyolojik olarak içinde insan üretebilme, doğurabilme, emzirerek besleyebilme, geliştirebilme yeteneğine sahip olmakla da kalmıyorlar. Fıtrat; fazilet, şefkat, hassasiyet gibi özellikleri neredeyse sadece kadınlara has saydığından, kadınlar tüm aile üyelerinin, yani aynı evde yaşayanların her gününün sağlıkla, esenlikle yaşanmasının da görevlisi oluyorlar. Üstelik de onlar için aileleri her şeyin üstünde, hatta hayatlarında başka hiçbir şeye yer olmayacak kadar hayatlarının tamamı olmalı. Faziletli olmak da adeta böyle bir tanımlamayla yaşamak demek.
Erdoğan’ın anlayışı, aslında çok bilindik bir anlayış. Kadın işi – erkek işi ayrımını evden başlatan, “aile içindeki cinsiyete dayalı iş bölümü” dediğimiz anlayış. Sabah uyandığınızda evinizde demli çay kokusu varsa, bu evin annesinin, sizden önce kalkıp çayı demlemiş olduğu demektir. Çorabınız temiz, gömleğiniz-pantolonunuz ütülü ve hazırsa, bunu yapan evdeki anne ya da eş olan kadındır. Kahvaltınızın hazır olması gibi… Okul ve beslenme çantanızın hazır olması gibi… Yürüyerek gidilebilen bir okula çocukları götürüp getirmek, derslerine yardım etmek ya da derslerini yapmalarını sağlamak, akşam yenecek yemeği hazır etmek, evi temiz, derli toplu tutmak, evdeki çocuklara ve kocaya ilaveten yaşlıya, engelliye, hastaya yemeğini yedirmek, ilaçlarını içirmek, ev ahalisinin gönüllerini hoş tutmak da kadının işi.
Listeyi işleri tek tek sayarak uzatmaya gerek yok. Vurgulanması gereken, bunun bir toplumsal düzen olması. Erdoğan, bu toplumsal düzenin savunucusu. “Kreş açan, huzurevi biçer.” demesi de bu yüzden. Bugün çocuk bakımını kadının işi olmaktan çıkarırsanız, yarın yaşlı bakımı da kadının aile işlerinden olmaktan çıkar, diyor. Kadınlar değişir, erkeklerin kadınları kontrol altında tutması değişir, diyor.
Erdoğan gibilerin cinsiyete dayalı ev içi iş bölüşümünün değişmesinden korkmasının anlamı bu kadarla da sınırlı değildir. Ev içi iş bölüşümünün değişmesi, ekonomik üretim dediğimiz şeyin değişmesi, siyasetin ve karar almanın değişmesi, siyasetin kaynak dağıtımı kararlarının değişmesi, sermayenin nasıl oluştuğu gibi birçok alanı değiştirir. Açıkçası ev içi iş bölümündeki değişme, ekonomiden siyasete düzeni değiştirir. Korkulan da budur.
Örneğin, kadının aile işleriyle gerçekleşen yeniden üretim, sermaye açısından maliyetsiz bir üretimdir. Hem yarının işçilerinin yetiştirilmesi, hem de bugünün işçilerinin yarın iş yerine üstü başı temiz, karnı doymuş, temiz bir yatakta uyumuş, dinlenmiş, yani işe hazır gelmesi kadınların aile sorumluluğu olduğunda, ne sermaye ne devlet bu işe beş kuruş ödememektedir. İşçinin ücretine bu işlerden dolayı bir ek yapmaya gerek yoktur. Bazı sosyal yardımlarla, mesela çocuk parası, eğitim yardımı ile gönül almak yeterlidir. Üstelik bunlar kadına yapılan herhangi bir ödeme değildir, kadının gelecek güvencesi için bir katkı da yapmaz. Kadınların yeniden üretimi sağlayan ev içi emeği, adeta karın tokluğuna gerçekleştirilen, bildiğiniz karşılıksız, ücretsiz emektir.
Kadının ev içi emeği ekonomik anlamda değersizdir. Sadece aile bütçesinde değil, millî gelir hesaplarında da yeri yoktur. Ne aile ne devlet, kadının ev içi emeğinin ne yeniden üretim boyutunu ne de bakım boyutunu ekonomik bir değer sayar. O kadar değersizdir ki, “ev kadınları”, iş piyasası istatistiklerinde iş gücü piyasasına katılmayan, çalışmayan, çalışma isteğinden yoksun insanlar sayılırlar. Ne iş arayanlar arasında ne işsizler arasında yerleri vardır. Ekonomi dünyasında adeta “hiç”tirler, “yok”turlar.
Oysa yukarıda saydığımız onca günlük geçimlik işe ilaveten, ailenin sosyal hizmet, tüketim maliyetini düşürmek için pazar araştırması, kışlık gıda üretimi, örerek ya da dikerek ya da tamir ederek gerçekleştirilen harcamaları azaltıcı, diğer bir deyişle tasarruf faaliyetleri, aile ve komşuluk ilişkileri diplomasisi gibi işleri de ya bakımla ya yeniden üretimle alakalı işlerdir. Bu işler piyasada yapıldığında bir fiyatı, bir değeri varken, evde kadınlar tarafından yapıldığında değersizdir. Tıpkı ev temizliğinin ev işçileri (gündelik temizlikçiler) tarafından yapıldığında ücretli, “ev kadını” tarafından yapıldığı zaman ücretsiz olması gibi. 2022’deki Medeni Kanun yenilenmesinde çok zorlandığımız değişikliklerin başında yasal mal rejimi değişikliği gelmişti. Çünkü “mal ayrılığı”ndan “edinilmiş mallara katılma”ya geçmek, ev içi kadın emeğinin değeri olduğunu ortaya koyan, gösteren, yani değişime kapı açan bir değişimdi.
Son yıllarda engelli bakımının, koruyucu aile olmanın devlet tarafından bakan kadına ödenen bir gelire bağlanmasını bu anlamda bir gelişme olarak görebilir miyiz? Çok tartışmalı. Çünkü bu ödemeler bakım işini ücretli-sigortalı çalışma yerine geçirmediği gibi, bakım işini kadınların üstünden almaz, cinsiyet rejiminde bir değişiklik yaratmaz, kadınlar için bir gelecek güvencesi oluşturmaz. Üstelik de her vatandaşına insani yaşama şartları sağlamakla yükümlü olan devletin bu işi ucuza getirmesini sağlar. İşverenlerin işçisinin insanca yaşayarak işe hazır hâle gelmesini bedavaya getirmesi gibi… Hatta eve giden işlerin, yani evden çalışmanın işverenin elektrikten suya, ara dinlenmedeki çaya-kahveye, işe getirip götürmekten öğle yemeğine kadar işletme maliyetlerinden kurtulmasını sağladığı gibi… Hatta ev eksenli çalışan yoksul kadınların sigortasız, iş güvencesiz, iş sağlığı önlemlerinden uzak, yasal çalışma sürelerinin ve her türlü yasal denetimin dışında çalıştırılabilmesi gibi…
Ev içi kadın emeğinin görünmezliği, sırtında mevcut koskocaman dünya düzenini taşıyor desem… Yalan mı?