Kapitalizmin birçok alanda yıkıma devam etmesi özellikle beslenme sisteminde endüstriyel tarımın ve endüstriyel hayvancılığın yaygınlaşması, coğrafyaların kendine yeterliliğinin yok edilerek küreselleşmiş endüstriyel gıda sisteminin yaratılması ekolojik krizi derinleştiren önemli kök nedenler arasında bulunuyor
“Başka bir yaşam mümkün!”
Hepimizin inancını güçlendiren, hayata ve mücadeleye devam etmemizi sağlayan cümlelerden biri bu cümle. Başka bir yaşamın mümkünlüğü için birçok alanda birçok şekilde mücadeleye devam ediyoruz. Bu coğrafyada kaderine razı olmuş bir şekilde ümitsizliği değil, mücadeleyi ve inanmayı seçiyoruz. Adil, bir arada, yaşanabilir bir hayatı kurmak için her gün yeniden uyanıyoruz. Yaşamın her alanına saldırının bu kadar yoğun olduğu bir dönemde dirayetli bir şekilde mücadele etmeye çalışsak da bazı zamanlarda mücadeleler arasında hiyerarşi kurmak zorunda hissettiğimiz, hiyerarşi kurduğumuz dönemler olabiliyor. Bu hiyerarşik sıralamada bazen ekolojik mücadeleyi geride bırakabiliyoruz.
Doğayı sadece bir meta olarak gören, her noktasını sömüren kapitalist sistemin içinde türümüzün yarattığı yıkımın sonuçlarıyla karşı karşıya kalmış durumdayız. Ekolojik krizin derinleşmesi ile oluşan bu yıkımların dünya tarihinde “Antroposen çağı” olarak adlandırılan yeni bir çağı başlattığı söyleniyor. Bu çağ bir kesim için Sanayi Devrimi’ni başlangıç kabul etse de bir kesim için de 1950’lerden başlayarak bugüne kadar hızlanarak devam eden bir süreç olduğu belirtiliyor. “Antroposen çağı” kavramı ilk olarak 2000 yılında Nobel ödüllü kimyager Paul Krutzen[1] tarafından ortaya atılıyor. “Antroposen” kavramı ile yeni bir çağın başladığını ve bunun en büyük sebebinin de türümüz kaynaklı olduğu belirtiliyor. Öyle ki içinde bulunduğumuz çağın ismini türümüzden alması ve ekolojik krize neden olması hiç şaşırtıcı değil. Antroposen çağı, bizlere insanın Dünya’ya etkisinin diğer bütün türlerden daha üst düzeyde bir etki yarattığını gösteriyor.[2]
Endüstrinin gelişmesi, fosil yakıtların kullanılmaya başlanması, ormansızlaştırmanın artması, biyolojik çeşitlilik kaybı, katliamlar, savaşlar, mega kentler, tüketimin artışı gibi birçok sebepten dolayı ekolojik kriz derinleşiyor. Bu noktada sellerin, tür kayıplarının, orman yangınlarının, kuraklığın ve susuzluğun sadece “doğa kaynaklı olduğunu”, “doğal” afet olduğunu söylemek, insanın payının olmadığını ya da az miktarda olduğunu düşünmek çok inandırıcı olmuyor. Ancak insan payının olduğunu söylerken herkesin aynı şekilde bu yıkıma katkı sağladığını düşünmek; kişilerin aldığı duştan, kullandığı pipetten daha yıkıcı bir önemde olan kapitalizmin doğayı sermaye olarak görmesi ve doğayı katletmesini daha çok tartıştığımız, göz önüne çıkardığımız bir olgu olması gerekiyor. Kapitalist birikim sürecinin devam ettiğini geride bırakarak yıkımın sebebini bireysel nedenlere odaklanarak çözmeye çalışmak sorunun kök nedenlerini görmemizi engelliyor.
Kapitalizmin birçok alanda yıkıma devam etmesi özellikle beslenme sisteminde endüstriyel tarımın ve endüstriyel hayvancılığın yaygınlaşması, coğrafyaların kendine yeterliliğinin yok edilerek küreselleşmiş endüstriyel gıda sisteminin yaratılması ekolojik krizi derinleştiren önemli kök nedenler arasında bulunuyor. Endüstriyel tarım ve hayvancılık tüm organizmaların bağlı olduğu fiziksel, kimyasal ve biyolojik sistemlerin temelden değişmesine sebep olurken karşımıza COVID-19 örneğinde de olduğu gibi birçok salgını çıkarıyor[3] Medyada ve diğer birçok yayında salgınların sebeplerinin genellikle tek bir hayvana bağlanması mücadele etmemiz gereken bütünlüklü yıkımı görmemizi engelliyor. Dün Çin’in Wuhan kentindeki Huanan deniz ürünleri pazarında hayvanlardan insanlara geçiş yaptığı söylenen COVID-19 (SARS‐CoV‐2) virüsü[4], bugün bambaşka bir hastalık olan yalnızca Orta ve Batı Afrika’da yaygın zoonotik bir hastalık olarak başlayan ancak şu an küresel sağlık için büyük bir tehdit haline gelen Maymun Çiçeği (MPV) virüsü[5] ile devam edebiliyor. Bu salgınların insan yaratımı olduğunu anlamak, türümüzden, seçtiğimiz üretim ve tüketim şekillerinden kaynaklanan, yarattığımız mega kentlerin etkisi olduğunun farkında olmak ve buna dair bir mücadele örmek önemli oluyor. Bunu bu şekilde görmediğimiz ve bütünlüklü bir mücadele örmediğimiz sürece tek tek mücadele alanları yaratmak değerli olsa da gelen yıkımı engelleyemiyor.
Aşırı hava olaylarının yaşanması, orman yangınlarının sıklaşması, sıcaklıkların üst üste rekorlar kırması, salgınlar gibi sürekli olarak gördüğümüz, duyduğumuz, okuduğumuz haberler yaşadığımız sürecin sonuçlarıdır. Bunları değiştirmek için topyekûn kapitalizme karşı mücadele etmediğimiz sürece çözüme ulaşmamız mümkün değildir. Verdiğimiz mücadelelerde de ekolojik krizi görmediğimiz bir çizgi yeterli olmayacaktır. Umudu yeşertmenin ve mücadeleye devam etmenin gücü eko kırıma karşı, kapsayıcı, adil, feminist, anti faşist, dışlanan ve yok sayılan her şeyin yanında olan bir mücadele ile mümkün olacaktır.
[1] Crutzen, P. J. (2002). Geology of mankind. Nature, (415), 23. https://doi.org/10.1038/415023a
[2] https://www.antrog.net/
[3] Tan Gülcan, Duygu, “Ekolojik Kriz Karşısında Devletin Rolü Üzerine İdeolojik Bir Tartışma”, Uluslararası İlişkiler, Cilt 13, Sayı 59, 2018, s. 49-63, DOI: 10.33458/uidergisi.523829
[4] Velavan TP, Meyer CG. The COVID-19 epidemic. Trop Med Int Health. 2020 Mar;25(3):278-280. doi: 10.1111/tmi.13383. Epub 2020 Feb 16. PMID: 32052514; PMCID: PMC7169770.
[5] Begum, J.P.S., Ngangom, L., Semwal, P. et al. Emergence of monkeypox: a worldwide public health crisis. Human Cell 36, 877–893 (2023). https://doi.org/10.1007/s13577-023-00870-1