Efrin'de 28 Mayıs 2020’de Hamza Tugayı üyeleri tarafından kaçırılan kadınlara ait video görüntüsünden bir kare. Foto: Syrians For Truth & Justice
Efrin’de yaşananlar münferit olaylar değildir. İdeolojik bir zemine dayanan, oldukça sistematik bir şekilde uygulanan bir kadın kırımı ile karşı karşıyayız. Bu kırımın iki temel boyutu var. Birincisi, kadın düşmanlığı… Diğeri ise soykırımcı zihniyet
Türkiye ve desteklediği grupların Efrin’e girmesinden hemen sonra Kürt kadınlarla ilgili kayıp haberleri gelmeye başladı. Aradan geçen yaklaşık 2 yıllık süreçte paramiliter gruplarca kaçırılan 200’den fazla Kürt kadını kayıp.
Uzunca bir süre uluslararası kamuoyunca görmezlikten gelinen bu durumla ilgili sessizlik, 28 Mayıs 2020’de internete düşen bir video ile birlikte kırıldı. Videoda, Hamza Tugayı’na ait bir karargâhta tutulan 8 kadın ve bir bebek görünüyordu. İsimleri tespit edilen bu kadınlar, 2018’de farklı zamanlarda Hamza Tugayı’na mensup çetelerce kaçırılıp esir alınmıştı.
Bu görüntüden sonra hem uluslararası basın hem de uluslararası kuruluşlar işgal altındaki Kürt şehirlerinde yürütülen kadın kırımı politikalarını işlemeye başladı. Öyle ki BM de artık daha fazla sessiz kalamayıp, Efrin ve Serêkaniyê’de Türk devletinin kontrolündeki ‘Suriye Milli Ordusu’nun kaçırma ve tecavüz suçlarını raporuna geçirdi. Bu suçların failleri, Hamza Tugayı'nın yanı sıra (Türkmenlerden oluşan) Sultan Murat Tümeni, (Hevrîn Xelef’i katleden) Ahrar al Sharqiya, Ceyş-ul Nukhba, Şam Cephesi, Şam Lejyonu ve Türk devleti tarafından oluşturulan jandarma. Bu gruplar 2 yıldan az bir süre içinde yüzlerce Kürt kadınını kaçırıp alıkoydu, tecavüz etti, kendine ‘evlilik’ adı altında seks kölesi yaptı ya da başka şehir, hatta ülkelere sattı. Bu kadınların 200’den fazlasından haber yok. Akıbetleri ailelerince bilinmiyor.
Türkiye'nin operasyonlarla girdiği Rojava’daki Kürt şehirlerinde soykırım politikası uygulanıyor. Etnik temizlik (yüzde 90 olan Efrin’deki Kürt nüfusu bugün yüzde 30’un altında), şehir idaresinin dışarıdan getirilen Arap ve Türkmenlere verilmesi, yerli dil olan Kürtçenin kamusal alandan çıkarılıp yerine Türkçenin resmi dil ilan edilmesi, Suriye Anayasası ve Toplumsal Sözleşme yerine şeriatın getirilmesi, başlıca soykırım uygulamalarını teşkil ediyor.
Peki kadınlara karşı uygulanan işkence, kaçırılma, alıkonulma, tecavüz, köleleştirilme suçları genel soykırım uygulamaları olarak mı değerlendirilmeli yoksa daha özgün mü ele alınmalı?
Öncelikle şunu vurgulamak gerekir: Tarihte işlenmiş soykırımların çoğu kadın kırımını da içerecek şekilde uygulanmıştır. Hatta bazı soykırımlarda kadın kırımı boyutu daha çok önde. Dêrsim (1938), Ruanda (1994) ve Şengal (2014) buna örnektir. Ancak bu gerçeğe rağmen, 1948’de BM Genel Kurulu’nda kabul edilen Önleme ve Soykırım Suçunun Cezalandırılması Sözleşmesi (CPPCG) toplumsal cinsiyet körü. Yani kadın kırımını, temel soykırım mekanizması ve yöntemi olarak görmezlikten geliyor. Hal böyle olunca uluslararası -daha doğrusu devletlerarası- hukukta bir soykırım aracı olarak kadın kırımını önlemeye ve cezalandırmaya dönük herhangi bir mekanizma söz konusu olmuyor. Elbette ki bunda, devletlerarası hukukun eril karakteri belirleyici bir rol oynuyor.
Bununla birlikte olayın kendisini, yani Efrin’de uygulanan kadın kırımı politikalarını ideolojik bir açıdan irdeleme gereği var. Zira Efrinli kadınlara yönelik yürütülen saldırılar tek başına eril zihniyet ile izah edilemez. Burada çok daha sistematik bir durumla karşı karşıyayız ve bu sistematik politikanın dayandığı ideolojik bir yaklaşım söz konusu.
Efrin’in Rojava devriminde özgün bir yeri var. Hatta burayı, Rojava kadın devriminin çıkış yeri olarak değerlendirmek de mümkündür. DAİŞ’e karşı mücadeleye öncülük eden Kadın Savunma Güçleri (YPJ) 3 Nisan 2013’te burada kuruldu ve 29 Mayıs 2013’te ilk şehidini burada verdi. Özerklik ilanından sonra Efrin Kantonu’nun ilk başkanı bir kadındı. Zaten sosyokültürel açıdan bakıldığında Efrin’in kadınları göreceli olarak toplum içerisinde daha etkin. Devrimle birlikte yürürlüğe giren Toplumsal Sözleşme'de kadının toplum içindeki yerini güçlendiren ve toplumsal cinsiyetçilikle mücadeleyi destekleyen çok sayıda yasa çıkarıldı. Örneğin çocuk yaşta evlilik ve zorla evlendirme yasaklandı. Efrin, Rojava ve Kuzey-Doğu Suriye çapında belki de kadınların en rahat ve göreceli olarak özgür yaşadığı yerdi.
Efrin'de paramiliter grupların kaçırdığı kadınların sayısı tam olarak belirlenemiyor.
DAİŞ’in hiç giremediği bu bölgeye, Türkiye'nin operasyonu ile birlikte DAİŞ zihniyeti ve sistemi girmiş oldu. Yani Rojava devriminin tümüyle tasfiyesini amaçlayan işgalin, öz savunma direnişinin çıkış noktasında başlatılması kendi başına oldukça manidar. Devrimin en zayıf değil en güçlü halkasının kırılmasını amaçlayan bir politika bu. Çünkü devrimin öncülüğünü yapan gücü kırdığında gerisinin de kolayca dağılacağını öngörüyor. Dolayısıyla burada uygulanan kadın kırımı politikalarının temel hesabı, Efrin üzerinden bütün devrimi kırma ve boğmadır.
Efrin’de, özgürlük için devrime öncülük etmiş kadınlardan intikam alınıyor. Islah ve teslimiyet politikaları uygulanıyor. İradeli, başı dik, özgür yaşam arayışı güçlü, kendine güvenen, toplumun tümüne öncülük eden kadınlara kölelik dayatılıyor. Dolayısıyla mücadeleci ve direngen özne yok edilmeye çalışılıyor. Her konuda söyleyecek sözü olan kadın, susturulmak-sessiz kılınmak isteniyor. Duyguları, düşünceleri, hayalleri, ümitleri, aklı, sevgisi, bağlılığı, iradesi ile var olan kadının varlığı bunun için nesnelliğe indirgeniyor. Artık varlığının tek sebebi, erkeğe hizmet etmektir. Bu açıdan kadının köleleştirilmesi, özne olmaktan çıkarılıp tümüyle erkeğin güdümündeki bir nesneye -çoğunlukla cinsel nesneye- dönüştürülmesidir. Bu, teslim almanın tecelli edilmesidir. Yine erkeğin kadın üzerinde mutlak iktidar sağlamasıdır.
İkinci bir iktidar boyutu ise, etnik kimlik üzerinden inşa ediliyor. Zira Kürt kadınlarını kaçırıp alıkoyan, onlara tecavüz eden, kaçmaya çalışanı katleden, evlilik adı altında kendine köle yapan ve hatta dışarıya satan erkeklerin tümü İslamcı Arap ya da Türkmen. Onlar işgalci, Kürt kadınları ise ‘helâl’ ve ‘ganimet’. Dolayısıyla burada, dine dayandırılan Ortaçağ fetih ideolojisinin bizzat kendisiyle karşı karşıyayız. İşgal ve istila ettikleri ‘kâfir’ (politik kimlik açıdan) toprakları, insanlarıyla ve özellikle de kadınlarıyla onların her türlü istek ve zevkleri için helâl. Bu yönüyle Kürtler üzerinde de bir iktidar inşa ediliyor. Kürt burada her türlü haklarından mahrum bırakılmış, nesnelleştirilmiş, kendi olmaktan tamamen çıkarılmış bir varlıktır. Her an kaçırılıp işkence edilebilir, tutuklanabilir, fidye karşılığında esir alınabilir, mal-mülküne el konulabilir, tecavüz edilebilir, satılabilir, TC zindanlarına gönderilebilir, seks kölesi diye Katar ya da İdlib’e götürülebilir, vahşi biçimde katledilebilir. Son iki yılda Efrin’de kalan Kürtlerin günlük olarak yaşadığı terör rejiminin temel uygulamaları bunlardır.
Efrin’de Kürt kadınlarının işgalci Araplar ve Türkmenler tarafından sürekli tecavüze mahkum edilmesiyle toplum kırımı da amaçlanıyor. Kadın üzerinden bütün toplumun iradesizleştirilmesi, kırılması, teslim alınması, toplum olmaktan çıkarılması ön görülüyor. Savaş ve işgallerde kadına yönelik cinsel şiddet hep iki yönlü ele alınmalı. Bir boyutu hep toplumun onur ve haysiyetinin yok edilmesidir. Efrin’de de katledilmemek uğruna kızlarının çetelerce köleleştirilmesine boyun eğmek zorunda bırakılan ailelerin yaşadığı realite budur.
Efrin’de yaşananlar münferit olaylar değildir. İdeolojik bir zemine dayanan, oldukça sistematik bir şekilde uygulanan bir kadın kırımı ile karşı karşıyayız. Bu kırımın iki temel boyutu, daha doğrusu ekseni var. Birincisi, kadın düşmanlığın en kaba halini teşkil eden iktidarcı erkek zihniyeti. Diğeri ise Kürtlere sadece kölece bir yaşamı tanıyan soykırımcı zihniyet. Bu kadın kırımı ve soykırım kıskacının Efrin’le sınırlı tutulmayıp bütün Rojava, hatta bütün Kürdistan’a genişletilmesi amaçlanıyor. Bunun önlenmesinin temel yolu ise Efrin’de işgale son vermek için mücadeleyi büyütmekten geçiyor.