Toplumların tarihi aylarla, yıllarla, mevsimlerle ölçülecek kadar kısa değildir. Tarihsel oluşumda, toplumların atılımlarını, kasılmalarını, geriye düşüp ileri çıkışlarını, yenilgilerini, sabırla taş taş üstüne koyuşlarını tanımlamakta 40 yılın, insan ömrünün ne hükmü olur ki?
Aynı hedefe yürüyenlerin 40 yıl önceki siper yoldaşlıklarının yıllar sonra aynı boylamda buluşmasından daha anlamlı şey azdır kanımca.
Gençsiniz, coşkulusunuz, devrimcisiniz… Dünya uzanıyor önünüzde, hayat sizi bekliyor; yalın kılıç giriyorsunuz sakınmadan, duraksamadan… Bir özgürlük manifestosu gibi dikiliyorsunuz… ölümse ölüm, hapisse hapis, açlıksa açlık!
40 yıl geçmiş aradan… Dünyanın bambaşka bir köşesinde buluşmuşsunuz. Yolunuz yine bir hapishanede kesişebilirdi, otobüste, metroda ya da sıvışılan bir sahil kasabasının çarşısında karşılaşabilirdiniz. Gel gör ki burada, saçlarına ak düşmüş, gençlik yıllarının dinamizmi belki biraz vites küçültmüş olabilir ama bu arada çok şey biriktirmiş iki kadın olarak buluşmuşsanız… tanımlaması gerçekten güç bir ortam bu!
İkiniz de hem eskisi gibisiniz hem de aynı değilsiniz artık; sistem tarafından öğütülüp yok edilmek istenmiş ama -ne olursa olsun- ayakta kalmışsanız, hâlâ söyleyecek sözünüz varsa, hâlâ aktaracak değerli “parçalar” varsa hazinenizden, hâlâ bir düşünüz varsa geleceğe dair… Orada birbirinin sözünü keserek sere serpe sohbetin sonu gelmez. Sadece geçmiş yâd edilmez çünkü; gün çözümlenir taş taş üstüne konularak gelecek hayal edilir, işimizin ne zor olduğunun farkında olunduğu duygusu paylaşılır, umutla umutsuzluk, çareyle çaresizlik arasında gidilip gelinir.
***
“Bir insan aydınlığı hayâl ederek değil, karanlığın bilincine vararak aydınlanır.” (Jung)
Tarihsel deneyim ve derslerin kuşaklar arası aktarılmasının yol ve yöntemlerinin, öğretmen-öğrenci hiyerarşisini işlemez kılacak bir doğallık ve içtenlikle özünü bozmadan verilebilmesi kanımca çözmemiz gereken çok önemli bir problemdir.
Birikimin ve deneyimin taşıyıcıları olarak çarçur edilmek istenen tarihsel hafızayı ve değerleri kendinden sonra gelenlere aktarma sorumluluğu daha deneyimli olanların omuzlarındadır. Ama nasıl; neleri öğrenip nelere nüfuz etmeleri gerekecektir? Eğer yaşayıp tanık oldukları açısından bir adım öndelerse, içinden geçilen zorlu belirsizlik ve kaos anaforunu analiz etmekle yetinmeyerek dönemin ihtiyaç duyduğu eylem ve mücadele araçları üzerine kafa yormaları gerekir. Neoliberal kapitalizmin tortu haline getirmeye çalıştığı topluma bir ışık olsun sağlamak için -hayli yabancısı oldukları- toplumsal gerçekliğin ürünü insan tipolojisinin kıvrımlarına nüfuz etmeleri gerekenler de onlardır.
Gündelik hayhuy içinde bir türlü üstünde durulup enine boyuna düşünülmeyen, o koşturma içinde buna pek de “sıra kalmayan” kayıtsızlığa ve duyarsızlaştırılmaya alıştırılmaya, ilke, değer ve ölçü erozyonuna, onurun ayaklar altına alınmasına, insanlığı çürüten sisteme karşı aralıksız bir savaşım verilmesi gerektiği açıktır. Peki hangi örneklerden yola çıkılacak, hangi mücadele araçları başa yazılacak?
Bunun başta gelen koşulu “bizim zamanımızda…” tutuculuğunun zincirlerinden kendimizi kurtarmaktır. Misyonumuzun dünü güzellemek ve kutsamak değil onunla bugün ve yarın arasında işlevsel bir köprü kurmak olduğunu sık sık hatırlamaktır. İşimiz bir yönüyle bir hafıza inşa etmektir ne var ki bu hafıza dün nostaljisiyle değil bugünü inşa ve yarına hazırlanmayı esas alan bir hatta ilerlemelidir.
“Şimdi yeni şeyler söylemek lazım” da peki hangi “yeni”? Geçmişten/eskiden neleri alacağız, yeniyi nasıl inşa edeceğiz? Bizi biz yapan değerleri unutulmaya terkedersek, elimizde bu çimento yoksa hiçbir “yeni” gerçekten sağlam bir yapı ortaya çıkarmaz!
Gençliğin yaşam alışkanlıklarının nasıl başkalaştığını, hayâllerinin ve umutlarının zor ve rıza maymuncuğu kullanılarak nasıl manipüle edilebildiğini, bilincin ve öfkenin yol göstermediği çaresizliğin nasıl öldürücü bir silah olarak işletildiğini çözümleyemezsek, toplumsal dinamiklerin yaratmaları gereken enerjiyi ve eylem kapasitesini ortaya çıkaramazsak bu “yeni” ne işimize yarar?!.
Dinlemek, anlamaya çalışmak, çözümlemek ve eylem için tartışma zeminlerini genişletip yaygınlaştırmak. Ne pahasına olursa olsun kolektivizmi yeşertip atılmaya çalışılan bütün adımları bir havuzda toplamaya çalışmak, birleşik bir ordu haline gelerek çarpışmalara hazırlanmak… işte bunu yapmak gerekir. Aksi halde bu hayatı neden yaşamış olalım ki…
Sistemin 2008’den beri içinde debelendiği krizin derinliği, eğer kendisini sıkıştıracak güçlü bir proletarya ve emekçi halk hareketleri dalgasıyla karşılaşmazsa dünya burjuvazisinin kendine yeni bir yol aç(a)mayacağını kim söyleyebilir?
***
“Ötekilere bıraktık
Güneşi karşılamayı” (İlya Ehrenburg)
Kadınların fotoğrafları düşüyor önümüze, çocuk denecek kadar genç, yaş almış ve deneyimli…
“İnsan olmak, bütün her şeyden daha önemlidir. Ve bu da ciddi, şeffaf ve güleryüzlü olmaktır, evet, bir şeyin ya da herhangi bir şeyin yerine, güleryüzlü olmak, zira sızlanmak güçsüzlerin işidir. İnsan olmak, eğer lüzum hasıl olursa bütün ömrünü feleğin çarkına karşı masaya sürmek ve aynı zamanda her gün ışıyışında ve her bulutun güzelliğiyle berhûdar olmak demektir” demişti Rosa Luxemburg hapishaneden yazdığı bir mektubunda.
Öfkeleri gülüşlerinde gizli bu kadınların bir kısmı hayatta değil artık. Suikastlerle kaldırıldı bedenleri ortadan. Tek tek saymamız gerekmez, tanıyorsunuz onları…
Bir kısmı boyun eğdirmek için yıllar boyunca hapislerde çürütülmek istenmiş… Yaşarken bile gözlerinin feri sönmüş olanlara inat 10 yıl 20 yıl 30 yıl tık demeden yatan kadınların ışık saçtığını görüyorsunuz soluk fotoğraflarda bile. Saçlarının akıyla, rengarenk giysileriyle, sevdiklerini kucaklayışlarıyla, dillerinden düşürmedikleri özgürlük türküleriyle bize tek bir şey söylüyorlar: Bitmedi daha, sürüyor o kavga ve sürecek!..
İstisnasız hepsi geride bıraktıkları yoldaşları için kaygılanıyor “Tüm arkadaşlarımı kalbimle birlikte getirdim” diyor. Çünkü o duvarlar komünistlere, sosyalistlere, devrimcilere kim olduklarını ve ne için savaştıklarını hatırlatıyor. Keskin ve asla dumura uğratılamayacak bir hafıza inşasının taşları oluyor. Dışarıyla içeriyi birbirinden ayıran değil mücadeleyi ortaklaştıran ve fışkırmasına engel olunamayan gelincik tarlalarını görebilirsiniz gözlerinizi kapatınca. Duvarın o tarafı bu tarafı olmaz; olursa eğer parçalanır hafıza, un ufak olur idealler, çiçeğe duran meyva ağaçları don yemişe döner.
***
40 yıl geçmiş aradan… Samimiyet, tutarlılık, mücadelede ısrar olunca, dün ayrılınmış gibi gelir insana. Yılları nasıl sığdıracağınızı bilemezsiniz sohbete…
40 yıl geçmiş aradan… Şimdi okurlardan kimileri “40 yılda bir şey başaramamışsınız, bir de bunu allayıp pulluyorsunuz” der mi acaba?!. Onlara şu kadarını söyleyeyim: Toplumların tarihi aylarla, yıllarla, mevsimlerle ölçülecek kadar kısa değildir. Tarihsel oluşumda, toplumların atılımlarını, kasılmalarını, geriye düşüp ileri çıkışlarını, yenilgilerini, sabırla taş taş üstüne koyuşlarını tanımlamakta 40 yılın, insan ömrünün ne hükmü olur ki?
Bizim devrimcileştiğimiz yıllarda gözaltı, işkence, tutuklama, uzun yılları bulan kapatma vardı, katlettikleri kadın yoldaşlarımız da oldu. Oysa şimdi hafızanın ve geleneğin taşıyıcı kolonlarını dinamitliyorlar, yaratıcı ve yapıcı emeğe fırsat vermemek için en başından “harekete geçiyorlar”. Kadınların mücadelesi öyle travmatik bir korku yaratmış durumda ki, erkek egemen burjuva sistemler onların haykırışlarını değil fısıltılarını bile boğmak istiyor.
Demek ki kadın mücadelesi geçmişten bugüne muazzam bir yol aldı; kadınlar artık daha fazla hedef oluyor kurşunlara, adım başı suikastlere. Faşist rejimler daha çok korkuyor onların sabırla örülü savaşma kararlılığından. Biri ölürken diğeri filizlenen doğa gibi hayatın diyalektiği hepimize bir şey söylüyor…