Rukiye Ana; geçmiş, şimdi ve gelecek zaman arasındaki bu yanılsamalı ayırımdan çıka geldi. Çatlamış derisi, keçeleşmiş uzun beyaz saçları, eski çağlardan kalma ifadesiyle capcanlı beliriverdi zihnimde. Bir yılanın diliyle konuştu…
"Dünya bizi birbirimize yaklaştırmak için döndü,
Üstüne doğru, üstümüze doğru döndü,"
Eugenio Montejo
Zaman dilimlerinin iç içeliğine baktığımızda bugünden dünü keşfederiz. Üstelik dünden bugüne ne çok şeyin aktığını görüp şaşarız. Ama dün dediğimiz zaman aralığı, yakın bir geçmişi tanımlayabildiği gibi çok eski bir dönemi de tanımlayabilir. Bugünün içinde ilerleyen dün, zamanlar arasında şeffaf ve helezonik bir biçimde kendini sonsuzca sürdürür gider. Böylece, an’ın içinde bugün, dün ve yarın birlikte mayalanmış olur. Bizse durduğumuz yerden; bizden öncekilerin fısıltılarını, kahkahalarını, şarkılarını, ağıtlarını, türkülerini duyar, onlara kulak kesiliriz. Bazen bu, çağlar ötesinden gelen bir iz, bir görüngü, bir anımsayış da olur.
Rukiye Ana; geçmiş, şimdi ve gelecek zaman arasındaki bu yanılsamalı ayırımdan çıka geldi. Çatlamış derisi, keçeleşmiş uzun beyaz saçları, eski çağlardan kalma ifadesiyle capcanlı beliriverdi zihnimde. Bir yılanın diliyle konuştu benimle; tane tane ve kaçamak. Bir sonbahar günü, taş yığınlarının arasından başını bir sopa gibi kaldırıp beni gözetleyen o yılanın edasıyla. Bu kadın ki şifalı elleriyle, yaralı bir yılanı meşe sütüyle iyileştirmişti. Yılana dair çocukluğumdan kalma böyle pek çok anlatı, görüntü var zihnimde. Annemin, Rukiye Ana anlatısı dışında masal tadında aktardığı daha başka anlatılar da var. Bunlardan biri ev yılanı ile ilgiliydi. Aktardığına göre; Ocakzade ailelerin evlerinde, o evlerin koruyucusu olan bir ev yılanı varmış. Evliya olarak bilinen, kimseye zarar vermeyen bu yılan aslında don değiştirmiş bir ruhmuş.
Kureyşan Ocağının bireyleri olarak, kendisi gibi bizlerin de ‘kendini bil’ düsturuna bağlı kalmamızı, kimseye zarar vermememizi ve elimize, dilimize, belimize sahip çıkmamız gerektiğini sık sık vurgulardı annem. Bu söylemiyle farkında olmadan, bize aslında mevcut dünyadan bambaşka bir dünyanın kapılarını açıyordu. Sadece bu da değil; meseller, aktarımlar, hikayeler de vardı. Büyülü bir dünyadan sesleniyor, o dünyanın resmini çiziyordu. Özgün ve öteki arkadaşlarımın annelerine benzemeyen bir annem vardı kısaca. Ve don değiştiren bir ruhun yılan formunda evin içinde durmaksızın dolaştığını söylüyordu. Sanırım, çocukluğun dünyasında bunun neye karşılık geldiğini o da kestiremiyordu. Bense, resmi çizilen dünyanın öğretisiyle yaşadığımız gerçeklik arasında hiçbir bağ kuramıyordum. Zaten hiçbir şeyin kesin hatlarıyla belirmediği çocukluk çağının o renkli dünyasında, ne annemin anlattıklarını tam olarak kavrayabilirdim ne de mitosların dilini çözebilirdim. O tanımların, şifreli sözlerin ne anlama geldiğini doğrusu bilemiyordum. Ama bu sözlerde cümleye bürünmeyen, anlamını açık etmeyen özel ve gizli bir kutsiyet olduğunu sezebiliyordum. Ocağımızın sembolü bir Karayılandı. Bu söylem; hem büyülü, merak uyandıran hem de ürkütücü bir şeyler canlandırıyordu çocuk zihnimde.
Annemin ve Rukiye Ana’nın eylemleri; masallar, hayaller dünyasındaki bir çocuk için elbette anlaşılır değildi. “Taze bir gelindim, etekliğimden fazla kalanı güzelce diktim, yılana kılıf yaptım. Her gece sıcak yanan ocağın başına onun için bir tas bal koydum. Bereket, iyilik ve sağlık için.” Böyle diyordu annem.
Rukiye Ana için söyledikleri ise daha da korkutucuydu. Onun yılanla uyuduğunu, yılanın sabaha kadar ıslak-çatallı diliyle Ana’nın yanaklarını, alnını, burnunu yaladığından söz ediyordu.
Düalist bir evren; Kiştim Mar
Eski toplumların, varlığını tanımladığı ve izleğini sürdürdüğü kutsal diye nitelendirdiği bir tarihi vardır. Alevi/Kızılbaş inancının da benzer kutsal bir tarihi vardır. Bu kutsal tarih; ritüellerle, söylemlerle, mitoslarla yaşam bulup gelmiştir. Bugüne değin devam edip gelen bu kadim inançta, tanrısal formlarla insanlar iç içedir. Gündelik yaşamın içinde onlarla yan yana ve yakındırlar. İnsan da doğanın öteki ögelerinden biri olup doğayla yekpare bir oluş içindedir. Bu yatay ilişki içinde hiyerarşi yoktur. Burada dağ, güneş, gökyüzü, su, toprak, taş vb. dişil ve eril ögeler bir bütünlük içinde karşımıza çıkar. Ancak süreç içinde bu dişil ögeler, başta kutsiyet alanları olmak üzere bütün kamusal alanlardan ne yazık ki çıkarılmıştır.
Mitoslar daima bize, geçmiş zamanların yaşam biçimlerini, anlayışlarını, büyük olaylarını ve gizlerini taşırlar. Aynı zamanda eril zihniyetle üstü örtülen o uzun Ana Tanrıça kültünün dişil dünyasının kapılarını da aralarlar. J. Champbell, halkların mitoslarının zamanla dönüşüp/değişerek birbiri içine girdiğini söyler. Mitoslar, farklı kültürlerde ve coğrafyalarda öykü çekirdeklerini koruyarak toplumsal ihtiyaçlara göre yeniden form alırlar. Sözlü aktarımlar olmaları nedeniyle esnek, dönüşebilen ve kanon dışı yapı özelliği gösterirler.
Özü itibariyle dişil ve dişil ögelerle yüklü olan Alevi/ Kızılbaş mitoslarının da böylesi özellikler gösterdiğini belirtebiliriz. Bu anlatılarda çeşitli tanrısal formlar bulunur; bu formların bedenleri ölümlü ancak ruhları ölümsüzdür. Ve bunlar her yerdedir. Ağaç da bunlardan biridir ve ‘Ana’yı yani dişiyi temsil eder. Öğretide ağacın doğurgan, yaratıcı ve dirimselliği barındırdığına inanılır. Ağaç ile kadın; kadın ile yılan arasında öteden beri bir bağ kurulur. Bu bağın nedeni, belirtilen unsurların düalist bir öz taşıyor olmasıdır. Ağaç; yaşamın, gelişimin, canlılığın yer ve gök arasındaki bağın; yüce olan ile insan arasındaki ilişkinin mükemmel bir görüntüsüdür. Kökleri ile yerin derinliklerine iner, dallarıyla gökyüzüne doğru uzanır. Hem yeraltı/yerüstü hem de gökle bağlantıdadır. İki dünya arasında bir geçittir adeta. Yer üstüyle yaşamı onurlandırırken, yeraltıyla ölümü kutsar. Bu niteliklerin hepsi hem kadına hem de yılana atfedilir. Jung’a göre ağacın bu özelliği, onun zıtların birliğinden doğmuş olmasından kaynaklanır.
Dersim inanç coğrafyasında yılandan ağaca, ağaçtan yılana dönüşen ve doğanın döngüsel işleyişini anlatan bir ‘darık/ewliya ritüeli vardır. Kutsal Hayat Ağacı’nın parçası olan darık, Ocakzade ailelerin evlerinde saklanır; yılda bir kez kılıfından çıkarılarak yıkanır, temizlenir ve Cem ayini düzenlenir. Dilşa Deniz’in Nuri Dersimi’den aktardığı Kiştim Ewliyası veya darık töreni bunlardan biridir.
Her yıl ocak ayının sonunda Mar denilen evliyanın evinde bir tören düzenlenir. Yaklaşık iki bin kişiyi alabilecek büyüklükte bir mekandır burası. Ortasında eski bir direğin olduğu mekânda bu tören gerçekleştirilir. Yeşil sargıyla sarılmış olan asa ortadaki direkte asılıdır. Baş kısmı yılanbaşı şeklinde olan bu asaya Kiştim Mar ya da Kiştim Ewliyası denir. Mar’ı kılıfından çıkarmaya yetkili olan çarpık ve kötürüm kişi ortaya gelir ve ‘Ya Huda’ diyerek, insanları tövbe etmeye davet eder. Mar, kötürümün elinde bazen uzar, bazen kısalarak çeşitli hareketler yapar. Katılımcılar ise kendinden geçer ve huşu içinde Huda’ya yalvarır. Bir yanda da Mar’ın önünde saygıyla eğilirler… Törenin sonunda yüzlerce kurban kesilir, Mar yerine konur ve tören sona erer.
Kiştim Mar ritüelinde yılana atfedilen kutsiyet, evrenin bütünlüklü bir yansıması ve izahıdır. Eril ve dişilin ayrışmadığı, doğanın döngüselliğinin simgesel bir ifadesidir. Ayrıca yılan, bütün mitoslarda iyi-kötü, eril-dişil, aydınlık-karanlık gibi zıtları bir arada barındıran düalist özellikleriyle dikkati çeker. Sadece Alevi/Kızılbaş kültüründe değil, başka eski kültürlerin mitolojilerinde de bu özellikleriyle sıkça karşımıza çıkar. Kimi zaman korkulan, saygı duyulan, kimi zaman ise zehrinden yararlanılan, panzehiri bünyesinde barındıran, dirimsel/dönüşümlü gizemli bir figürdür yılan.
Psikohistorik Korku
Eski inanışların kökenlerinde arkaik toplumların mitoslarla korunan ve bugüne aktarılan tarihi gizlidir. Bu tarih; geçmişteki büyük olayları, yaşam biçimleri vb. o dönemin insanlarının dünyayla kurdukları ilişkiyi aktarır bize. M. Eliada şöyle der; “Mitoslar, insanın yürüttüğü tüm sorumlu etkinlikler için geçerli paradigmaları, örnek modelleri korur ve aktarırlar. Mitsel zamanlarda insanlara vahyedilmiş bu paradigmatik modeller sayesinde kozmos ve toplum periyodik olarak yeniden doğar.”
Mitoslarda genellikle iyileştirici, şifacı, bilge ve doğurgan olarak simgelenen yılan; tek tanrılı/Semavi dinler dönemine gelindiğinde kötücül- şeytansı bir forma bürünür. Yılanla birlikte kadının yarattığı kültür de kötücül/şeytansı bir biçim alır. Dişil kültürün bütün izleri bu eski inanışlardan silinerek yerine eril kültür inşa edilir. Dişiliğe ve doğurganlığa dair yüceltilen Ana Tanrıça kültünün üstü kalın bir örtüyle örtülür. Kadınla özdeşleşen bütün öteki şeyler de bundan nasibini alır.
Buna rağmen Ana Tanrıça kültü, tarihsel akış içinde varlığını hâlâ devam ettirmektedir. Efsanelerde, masallarda, söylencelerde ve destanlarda bu olgunun izlerine rastlamaktayız. Örneğin en eski yazılı metin olan Gılgamış Destan’ındaki yılan sembolü bize bu bilgiyi verir. Yılanın destanda, dişil bir dünyanın temsilcisi konumuna getirildiğini, kötücül bir niteliğe büründürüldüğünü görebiliriz. Bu ise, eril ve dişil prensiplerin ilk çatışması olarak da okunabilir. Gılgamış’ın, ölümsüzlüğü ararken ilk yaptığı şey, İnanna ile kutsal evlilik törenini reddetmek olur. Ölümsüzlük arayışını, kadın cinselliğinin reddi ve doğadan kopuş üzerinden gerçekleştirmek ister. Bu amaçla ölümsüzlük otunu aramaya çıkar ve arayışı sonucunda ölümsüzlük otuna da ulaşır. Bu noktada kötücül/şeytansı yılan figürüyle karşılaşırız. Çünkü yılan Gılgamış’ın uyumasını fırsat bilerek, ölümsüzlük otunu ondan çalar ve ölümsüzlük kimliğini kazanır.
Bu mitos bize, ölümsüzlük arayışının kadın ve erkek arasındaki ilk çatışma olduğunu gösterir. Kadının doğurganlığıyla yaşamı var etme olgusu karşısında erkeğin takındığı tutum, psikohistorik bir yaklaşımla ölümsüzlük ütopyası arayışı olur. Erkeğin bu ütopyasının başarısızlığa uğradığını, yılanın ölümsüzlük otunu Gılgamış’tan çalmasından anlıyoruz. Ölümsüzlüğü kaybeden Gılgamış’ın, başta reddettiği cinselliği daha sonra kabul etmek zorunda kaldığı ve ütopyasının dişil prensip karşısında yenildiğini de söyleyebiliriz.
Eril zihniyetin dünyasında kadın; korkulan, karanlık, kaçınılması gereken, yılansı bir unsurdur. Erkeğin kadını bu denli kötücül/şeytansı olarak nitelemesi, onu kendi egemenliğine karşı bir tehdit olarak görmesinden kaynaklanır. Çünkü avcı-toplayıcı toplulukların kültürel kodlarında babalık ve dolayısıyla erkeklik kavramı yoktur! Erkeklik/babalık kavramları ancak Neolitik dönemde toplumun gündemine girmiştir. Erkek, döllenmedeki rolünün farkına ancak yabanıl hayvanların evcilleştirilmesiyle birlikte varır. Bu fark ediş, giderek kadının aleyhine döner ve kadının doğurganlık kutsiyetinin ortadan kalkmasına neden olur. Aynı zamanda erkeğin bilinçaltında, egemenliğini tekrar kaybetme korkusu yaratır. Bu korkuyla hareket eden erkek, kadını cinsellikten soyutlayarak, onu spermlerinin emanet edildiği bir depo konumuna getirir. Adeta bir kuluçka makinesi görevi yükler kadına. Böylece kadın, bütün kutsi değerlerini yitirmiş, araçsallaştırılmıştır. Hatta günümüzdeki kadın cinayetlerine kadar uzanan bu yaygın yaklaşımın altında, eril kültürün, insanlık kültürünün yüzde doksanını temsil eden dişil kültür karşısındaki ezikliğinin psikopatik dışavurumu yatmaktadır diyebiliriz.
Alevilik, Lilith’in izini sürer
Kadının bu düşürülüşü kitabi dinlerle zirveye ulaşır. Eski Ahitteki yaratılış mitosunda Âdem ile Havva öyküsü üzerinden bir okuma yaptığımızda, yılan ile kadının kötücülükte özdeş kılındığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Âdem ve Havva dışında cennetten kovulan iki hayvandan biri yılandır. Burada kadınla yılanın iş birliği vardır. İyi ve kötünün bilgisine sahip olan ve bunu Havva’ya ilk olarak aktaran yılan, Âdem yerine Havva’yla konuşmuştur. Yasak elmayı yiyen Âdem ile Havva, iyinin ve kötünün farkına varır böylece. Tanrı ise onları cennetten kovarak cezalandırır. Adem ile Havva yasak elmayı yediklerinde yaptıkları ilk şey; cinsel organlarını örtmek olur. Bu bize Gılgamış’ın İnanna’yı reddedişini hatırlatır. Yani giderek cinsellik/beden yasaklı bir alana doğru evrilir.
Yaratılış mitosuyla eril zihniyet ilahi bir kimliğe bürünür. Eril yasaların ve eril düşüncenin meşruluğunun kaynağı da tanrısal bir zemine oturmuş olur böylece. Artık, erkeğin söylediği her sözün arkasında kendi yarattığı tanrısının sesi vardır.
Bugün, İbrani erkekleri günlük yakarılarında bile, “Ey beni kadın olarak yaratmayan rabbimiz, evrenin başı şükürler olsun sana” derler. Hz. Muhammed’in de “Havva yaratılınca şeytan bayram etti” dediği söylenir.
Oysaki yaratılış öyküsünün birinci versiyonu böyle değildir. Bu versiyonda önce Ana Tanrıça Lilith vardır. Âdem, Lilith’ten sonra gelir. Eşitler arası bir ilişki talep eden Lilith’in talebi Âdem tarafından reddedilir. Aralarındaki bu çatışmada tanrı, Âdem’den yana tavır alır. Tanrı’nın bu tavrıyla eril zihniyet giderek güçlenir. Lilith’i, bütün kötülüklerin anası olarak yılanlaştırır ve çöle sürgün eder. Bu sürgünle yaratılış mitosu, eril zihin tarafından transformasyona uğratılarak eril bir öykü formu alır. Bütün kitabi dinler bunu tekrarlayarak kadının düşürülüşünü kalıcı hale getirirler.
Arkaik inançlardan izler taşıyan Alevilik, kitabi dinlerin bu eril öyküsünün dışında dişil öyküyü yani Lilith’i esas alır. Bu inanç, bütün eril tahribata rağmen dişil dünya değerlerinin taşıyıcısı olmayı hâlâ sürdürmektedir. Tarihsel Alevilik, böylesi bir dünyadan beslendiği için özü itibarı ile dişildir. Yılana atfedilen kutsallık bunun en önemli göstergelerinden biridir.
Başa dönecek olursak, tarih günümüzde ve biz tarihin başlangıcında gizliyiz. Rukiye Ana, hangi zamanın seslerini duyuruyordu bana? Annem, hangi zamana çağırıyordu beni? Ve ben hangi zamanın dilinden konuşuyordum? Zamanın bu iç içeliği Rukiye Ana’yı, annemi ve beni aynı hikâyede buluşturmuyor muydu?